Atatürk’ün din hakkındaki konuşmaları ve el yazmaları

Bu yazıda Atatürk'ün din anlayışlarının analizleri yapılmaktadır. 

İÇİNDEKİLER                                                            
1. GÖKTEN İNDİĞİ SANILAN KİTAPLAR
2. KURAN DIŞI EMEVİ-ARAP DİNİ
3. ATATÜRK'ÜN DİNİ İNANCI
4. ATATÜRK'ÜN DİN HAKKINDAKİ EL YAZMALARI
5. ARAB OĞLUNUN YAVELERİ 
6. ATATÜRK'ÜN EVRİMLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ
7. HİÇBİR MÜSLÜMAN ATATÜRK'Ü SEVMEZ

1. GÖKTEN İNDİĞİ SANILAN KİTAPLAR


İlk olarak, Atatürk'ün 1 Kasım 1937 tarihli Büyük Millet Meclisi açılış konuşmasında Cumhuriyet Halk Partisi programını anlatırken kullandığı ifadelere bakalım. Atatürk demiş ki  "...bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.
Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır..." Kimilerine göre bunlar Atatürk'ün din karşıtı olduğunu göstermektedir. Bakalım öyle mi.


"Gökten indiği sanılan kitapların doğmaları"nın anlamını tarihçi yazar Emre Polat anlatıyor: "Mustafa Kemal'i canı gönülden seven hepinizin karşısına çıkan bir fitneden bahsetmek istiyorum. Bakın sizin hepinize Mustafa Kemal şöyle dindar dediğinizde getirip bir tane konuşmayı gösteriyorlar. 1937 yılı Meclis açılış konuşması. Orada Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet Halk Partisi programını anlatırken kullandığı bir ifade var. Ne diyor? Bu programı gökten indiği sanılan dogmalarla bir tutmayın... Bir kere şunu anlamak gerekiyor. Allah mekandan ve zamandan münezzehdir. Allahı bir bulutların üstünde, gökte aramıyoruz. Yüce Allah her yerdedir. Birincisi bu. İkincisi Mustafa Kemal Atatürk o dönemde  Cumhuriyet Halk Partisinin programını anlatıyor ve diyor ki, bakın demin anlattığım altıyüz yıl boyunca köle olarak, teba dediğimiz, köle olarak kendini algılamış, padişahın her buyruğunu bir emir, hani neredeyse bir ayet gibi görmüş, tabu olarak görmüş bir yapıya bir partinin programını anlatırken bunu o şekilde görmeyin bu bir tabu değildir ve gökten indiği sanılan dogmalarla asla bir tutmayın diyor. Bakın biz Nakşilik konusunu araştırdığımızda Rabbaninin eserlerinin Rabbaninin kendisi ve takipçileri tarafından gökten inmiş muamelesi gördüğünü ve Allah tarafından kendisine yazdırıldığını bizzat kendi eserlerinde ifade ediyor. Aynı şeyi Halit Bağdadi ve o yoldan gelenlerin tamamı yapıyor ve Mustafa Kemal o dönemde bunlarla ve bunların zehirlediği milleti bir noktaya getirmeye çalışıyor. Çarpıcı bir örnek vereyim. Bakın Sait Nursi'nin Risaleleri mezarlarda okutuluyor ve Sait Nursi hem kendisi hem de takipçileri yazdığı risalelerin gökten indirildiğini  ifade ediyor. Mustafa Kemal'in gökten indirildiği dediği dogmalar bunlardır. Bu konuda çok rahat olacaksınız ve bu konuyu söyleyenlere asla söz söyletmeyeceksiniz.


  


Peki Emre Polat bunları işkembe-i kübradan mı atıyor? Gelin inceleyelim.


Risale-i Nur (Nurlu Kitaplar), konu sırası takip etmeyen, güncel, İslami ve inançsal konularda Said Nursi tarafından 1925 yılında, Atatürk'ün yukarıdaki konuşmasından 15 yıl önce,  yazılmaya başlanmış kitap ve kitapçıklardan oluşan bir külliyattır (yazı dizileridir). Said Nursi, Risalelerin şakirtlerini (öğrencilerini/müritlerini) kutsamak, yasallaştırıp kabul görmesini sağlamak amacıyla, kendisine “indirildiğini” ve “yazdırıldığını" ileri sürmüştür. Said Nursî’nin İslam açısından sakat olan bu türden savlarından bazı örnekler:


Çok zeki ve cins bir kafa olan Said Nursi, hem kendisinin hem de sanrılarının toplanmış olduğu Risalelerin geçerliliğini sağlamak için, uymayınca ekleme veya çıkarma yaptığı, yani kılıfına uydurmak için başvurduğu bir yöntem olan cifir ve ebcet hesabıyla (Arap alfabesinin ilk düzeni; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi) ayette geçen “nur” ifadesini bakın nasıl yamultuyor ve yazdıklarına Kitap’tan delil/kanıt üretmek için iftiraya nasıl girişiyor:


Ey insanlar size rabbinizden bir burhan/açık ve kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik” (Nisa: 174)


O Kutsi Burhan’ı ilahinin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir Burhan’ı olan Resail-i Nur’a dahi ikinci cümlesi olan“enzelnâ ileyküm Nuran mubînen” adedi, iki tenvin vakıfta iki “Elif” sayılmak cihetiyle 598 tekabül ederek aynen tam tamına Resail-i Nur’a ve Resail-i Nur adedine tevafukla o semavi Burhan’ı Kutsi’nin yerde bir Burhan’ı, Resail-i Nur olduğunu remzen haber veriyor” (Sikke-i tasdik-i gaybi 80, 90)


Said Nursi yukarıdaki örnekte, Risalelerin Kur’an’ın haber verdiği kutsal metinler olduğunu ebced hesabı ile güya kanıtladıktan sonra, bunu kabul etmeyen ve buna inanmayanları “İsyan edenler cehennemdedirler. Orada, Onların ağlayışlı bir nefes alışverişleri vardır ki…” (Hud: 106) Kur'an ayetini kullanarak: “Bu ayet dahi Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine/başlangıcına ve faaliyet devresine ve muntehasına/son bulmasına cifir ile tevafuk ile işaret eder.” (Sikke-i tasdiki gaybi, 95. Şualar, 557) diye tehdit ediyor.


Aynı şekilde, Said Nursi; “Biz her Elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara emredildikleri şeyleri açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O aziz’dir, hikmet sahibidir” (İbrahim: 4) Kuran ayetini kullanarak;  “Kur’an’ın bu ayeti Risale-i Nur’un Türkçe olmasını güzel görür” diyerek ayeti hem Risalelerin yüceltilmesine hem de “Risalet ve Nübüvvetin her asırda naibleri/vekilleri vardır” ön kabulü ile kendisinin “elçi/peygamber” olmasına dayanak yapıyor. Ayrıca Risalelerin Türkçe olmasının da değerlendirildiğini ekliyor. Bu vurgu, Risalelerin dilinin sadeleştirilmesi konusunda gösterilen direnci de anlamlı kıldığını bize göstermiş oluyor. Demek ki sadeleştirilmeye direnç gösterilmesinin nedeni dilin böyle değerlendirilmesinden) kaynaklanıyormuş! (Sikke-i Tasdik-i gaybi, 110)


Risalelerin Said Nursi’ye indirildiği savına örnek:  Kur’an’da da kitapların “indirildiği/inzal edildiği söylenmektedir. Said Nursi’ye göre; Nur Risaleleri de Kur’an’ın göğünden, ayetlerin yıldızlarından inmektedir! Kur’an, kendinden önceki Tevrat’ı ve İncil’in indirildiğini tasdik eder. Buradan esinlenerek, Nur Risaleleri de sanki Kur’an’ı onaylamak için indirilmiştir. Nitekim bu durum Risalelerde birçok kez yinelenmiştir. Ona göre, Kur’an'ın, Allah’ın peygamberine davasını kanıtlamak için, insanları güçsüz bırakan bir mucizesi olduğu gibi “Nur Risaleleri de mucize-i Kur’âniyedir.”


Said Nursi'nin “Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!”  sözünün açık anlamı şudur. Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden, Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek güya Kur’an’ın gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin kanıtlarını getiriyor. Said Nursi bu sözü ile hem kendini peygamber seviyesine çıkarıyor, hem de Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği savı ile kendi kitabının Kur’an’dan daha önemli olduğunu dolaylı olarak söylemiş oluyor. Öyle ya, Kur’an açıklanmaya gereksinimli bir kitap olduğuna göre, açıklayan daha önemlidir.


Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği gibi Kur’an’da açıklanması gereken gizli gerçekler olsaydı Peygamber onları açıklar, bunların açıklamasını Said Nursi’ye bırakmazdı. Nitekim Ayet  Peygambere demiş: “Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun” (Maide: 67)


Risale-i Nur denilen otuz üç adet Söz, otuz üç adet Mektub, otuz bir adet Lem’alar, bu zamanda, Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilleridir. Kur’an ayetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir.”  Said Nursî’nin bu sözüne göre; Kur’an kanıt olmaktan çıkmış, kanıta gereksinir hale gelmiştir. Risalelerin âyetleri, Kur’an âyetlerinin kanıtı  olmuştur. Risaleler sanki Kur’an’ı onaylamak için indirilmiştir. Doğal olarak bu savı güden bir kitabın da hatasız ve kusursuz olması gerekir. Nitekim Said Nursî; “Sözler; şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir" diyerek tabloyu tamamlıyor. Bu sözlere inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı saymış olmaz mı? Nitekim Nurcuların Kur’an okumayıp Risale okumalarının nedeni de bu olmalı.


Said Nursî, insanların ilgisini çekmek ve kitaplarını çekici hale getirmek için hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır. Bu bağlamda Risaleler için; Kur’an’ın özellikleri olan “urvet’ül vüska” ve “hablullah” ifadelerini kullanmaktan da kaçınmamıştır. Nitekim konu ile ilgili şöyle diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet’ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur.


Risalelerin Kur’an’ın alındığı yerden alındığı savı birden fazla yerde yinelenir. Onlardan biri şudur: “Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir.


Risalelerin Said Nursî’ye yazdırıldığı iddiasına örnek: “Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki, öyle yazdırıldı.” Risale ayetinden anlaşılacağı üzere, Said Nursî bu edilgen konumunu alçak gönüllülük maskesine bürünerek Birinci Şua’da şöyle izah ediyor; “Benim gibi yarım ümmi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, Onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın manevi mucizesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir.” Bunun çevirisi ise şudur: Peygamber Kur’an’ın tercümanı, tebliğcisidir; Said Nursî de Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, bildiricisidir. Hz. Peygamber okuma yazması olmayandır; Said Nursî ise yarım okuma yazması olmayan bir kişidir. Nasıl ki, Kur’an Hz. Muhammed’in değil, Allah’ın sözüdür; O sadece tercümandır, bildirendir. Risaleler de Said Nursî’nin eseri değildir; O da Nur Risaleleri’nin tercümanıdır, bildiricisidir. Peygamberin görevi Kur’an’ı tebliğdir, bildirmedir; Said Nursî’nin görevi de Risaleleri “tebliğ”dir, bildirmedir.


Said Nursî, Risalelerin kendi eseri olmadığını öylesine güçlü bir dil ile vurgulamaktadır ki; bu vurgu, eserin kendisine bağıntısını olanaksız kılmaktadır. Bu bağlamda Said Nursî’nin Risaleler ile bağı, ancak tercümanlık ve bildirme değerindedir. Ona göre Nur Risaleleri, Said Nursî’nin eseri değildir! Onun seçimiyle yazılmamış, tam tersine Allah'ın diliyle yazdırılmıştır! Gökseldir! İslam inanışına göre göğün en yüksek katındandır! (Said Nursi’nin Risaleler Bana “Yazdırıldı, İndirildi” İddiası Bağlamında Bir Değerlendirme Ömer Yıldız, Van Siyaset, 24.06.2016 https://www.vansiyaseti.com/haber/said-nursinin-risaleler-bana-yazdirildi-indirildi-iddiasi-baglaminda-bir-degerlendirme-35887.html)

 

"Gökten indiği sanılan kitapların doğmaları"nı araştırmacı yazar Murat Yatağanbaba da şöyle yorumluyor: "Gökten indiği sanılan kitaplar. Videoyu koymuşlar oraya. Atatürk Kur'anı Kerimi kastederek Biz gökten indiği sanılan kitaplarla bu işleri yapmayız, işte akılla yaparız filan,  Dincinin beyni biraz düz beyin olduğu için gökten indiği sanılan deyince doğrudan Kur'an'ı anlar veya öyle gösterir. Halbuki bu Kur'anı Kerimde bir ayettir. Kendi elleriyle yazıp da Allah katından diyenlere bir ayet. 'Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap'ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, "İşte bu, Allah katındandır!" derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden!' (B. Pakman'ın notu: Bakara 79) Peygamber zamanında olan bir konu bu. Gökten Allah yazdırdı meselesi. Atatürk sağken bu Said Nursi'de de vardır, hepsine de vardır. Kendim ben yazmadım cümlesi. Bize yazdırıldı. Bitti."


Gelelim, "İlhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz"un ne anlama geldiğine. Bunu Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Show TV’de kendisine sorulan “Mehdi kimdir, insan mıdır, ne zaman geleceksorusuna verdiği yanıtta anlatmış: "Mehdi diye bir kavram İslamiyet’te yoktur. Mehdi kelimesi Hristiyanlıktan gelir ve ‘aydınlık önderi’ demektir. Bizim dinimizde bunun temsilcisi Hz. Muhammed’dir kitap olarak temsilcisi Kuran-ı Kerim’dir. Mesih inancı kurtarıcı inancıdır; Emevi, Abbasi, Arap imparatorluklarının altında inim inim inleyenler bir kurtarıcı aradılar ve bunu çıkıp da Anadolu Kurtuluş Savaşı gibi mücadeleyle elde edemediler. Niye böyle Atatürk’ten rahatsız oluyorlar? İşi böyle gizeme mucizeye oralara havale etmedi. (Atatürk) Çizmelerini giydi çıktı milletin önüne. Dedi ki ‘Ey millet mücadele edeceksin yoksa ırzın, namusun gider.’ Biz Mustafa Kemal derken, Mustafa Kemal benim babamın oğlu mu? Bana ev mi verdi, apartman mı verdi, han mı verdi hamam mı? Tam tersine Mustafa Kemal’i sevmemek her şeyi kazandırıyor bugün insanlara... 24 saat Mustafa Kemal'e küfür tezgahı kurulmuş Türkiye'de. Örtülü, açık, sinsi, mertçe, 24 saat...Biri gelecek bizi kurtaracak, göklere havale. Diyor ya Gazi Mustafa Kemal. Biz göklere havale etmeyiz, biz akıl ve ilimle yerde yaparız işimizi. Bunu Mustafa Kemal'in Kur'an'ı filan vahyi dışladığı...yahu utanın be. Utanın, Mustafa Kemal'in o sözünü söyleyen en anıt İslam alimlerinden size yetmiş tane adamın listesini veririm ben. Bilmeyen halkı kandırıyorsunuz. Ne alakası var? İşte söylediği budur Mustafa Kemal'in. Biz işi göklere havale etmeyiz. Gökler bize vereceğini vermiş. Ne demiş? Zulme uğradınız mı, toprağınız işgal edildi mi mücadele edin. Onu yapmak yerine göklere nasıl havale ediyorsun yahu gök sana vereceğini vermiş, peygamberlik bitmiş. Mehdi inancı buradan doğdu, Musevilikte, sonra Hristiyanlıkta, Arap Emevi imparatorluğunun zulmü altında inleyenler bunu geliştirdi, uydurma hadislerle bunu beslediler. Hemen söyleyeyim, hadis bilginlerine göre mehdilikle ilgili hadislerin hiçbirisi güvenilir değildir. Ama kendini bir biçimde mehdi yerine koymak isteyen sahtekarlar bunları kullanırlar; 'Bizim efendi de mehdidir'. Hele Cumhuriyet döneminde mehdiyse bir de deccal lazımdır. Deccal kim? O da Mustafa Kemal. Mustafa Kemal kadar taş düşsün sizin boynunuza. Babalarınız belli oldu diye mi Mustafa Kemal'den rahatsızsınız? O olmasaydı kazanacağınız bir tek şey oydu. Babalarınız belli olmayacaktı. Bunu mu istiyorsunuz?




Bu görüşlere ek olarak, Atatürk'ün söz konusu konuşmada din kelimesini kullanmadığına dikkat çekelim. Atatürk "Gökten inme" ifadesiyle "Allah göktedir" şeklindeki yanlış ve kısır inancı da sorgulamış. Gerçekten de yaratılmışa şah damarından daha yakın olan "Allah mekandan münezzehtir" yani hiçbir yer ile kısıtlanamaz. Bu muhkem-sağlam İslam inancı yobazlar tarafından yerle bir edilmektedir.Bu arada, "Din gökten mi inmiştir?" sorusu farklı açılardan ayrı bir yazımızda irdelenmektedir  OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN


Atatürk, parti ilkelerinin "doğma" yani donmuş, kalıplaşmış, değişmez olmadığını,  hayattan alındığını ifade ederek daha o zamanlarda gidişatın inancı sorgulanamaz, tartışılamaz, üzerinde düşünülemez, akıl yürütülemez hale getirme tehlikesine işaret etmiştir. Söz konusu doğmaların neleri ne hale getirdiği bundan sonraki bölümde anlatılmaktadır.


2. KURAN DIŞI DİN, EMEVİ-ARAP DİNİ


Ülkemizde uzun yıllar sürecinde anlaşılmıştır ki hadis rivayetlerinin tamamına yakını uydurmadır. Hadis denilenler arasında öyleleri var ki aklı olan her insanı dinden imandan çıkaracak derecede. Bunlardan bazıları:


Kadınların dinleri ve akılları eksiktir.” (Buhârî, Hayz 6, Zekat 44, İman 21, Küsûf 9, Nikah 88; Müslim, Küsûf 17/907, İman 132/79; Nesâî, Küsuf 17/3, 147; Muvatta, Küsuf 2/1, 187)


İşlerinin başına kadınları getiren bir kavim, felaha eremez(Tirmizi, Fiten 75; Nesei, Kudât 8)


Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır.(Müslim, Salat 265; Tirmizi Salat 253/338; Ebu Davud, Salat 110/720)


Uğursuzluk üç şeyde vardır: Kadında, evde ve atta.” (Ebu Davud, Tıb 24/3922; Müslim, Selam 34/115; Buhari, Nikah, 17/4805)


"Kadınlar arasında iyi kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir.” (Buhari 9/1391)


"Dinini değiştireni öldürün." (Nesei 7-8/14; Buhari 12/1883)


Cehennemde en şiddetli azaba uğratılacak kişiler ressamlardır.” (Buhari-Tesavir, 89)


"Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine ise haramdır." (Müslim, 2/16)


Peygamber otuz erkeğin cinsel gücüne sahipti.(Buhari, Muhtasar Tecıîd-i Sarih, 192)


“Peygamber bir gecede dokuz hanımıyla ayrı ayrı cinsel ilişki kurardı.” (Buhari, Muhtasar Tecrid-i Sarih, 192)


“Cebrâil bana bir çömlek getirdi de ben ondan içtim ve bunun üzerine bana cinsî münasebette kırk erkek gücü verildi.” (İbn Sa’d, et-Tabakatu’l- Kübra, s.374)


"Peygamber nerede güzel bir kadın görse hemen eve koşar, hanımı Zeynep’le cinsel ilişkiye girerdi." (Buhari, Hibe, 8)


Bu konudaki ayrıntılı yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN


İslam dininin kitabı vardır, Kur'an-ı Kerim. İnanç için Kur'an yeterlidir. Kur'an "akıl yürüterek" okunmalı ve değerlendirilmelidir. Kur'an'ın "yorumlanmasında" akıl ile çelişen bir husus olduğu takdirde "akıl geçerli" olacaktır. Bize var gibi görünüyorsa, çelişkinin sebebi toplumun içerisinde bulunduğu bilgi düzeyinin henüz yeterli değerlendirme yapacak düzeye gelmemiş olmasıdır. O zamanki bilimsel verilerin azlığından değerlendirmeler farklı olmuşken, günümüzde çok şey daha anlaşılır şekilde yorumlanabilmektedir.  Kur'an yeterli diyenler Kur'an'ın indirildiği dönemle, özellikle sosyal yaşamla ilgili olan çok sayıda Kur'an hükümlerini diğerlerinden ayırmaktalar. Bu din dünyanın hiçbir yerinde uygulamada değildir, sadece çok az sayıda inananların gönlünde yaşamaktadır.


Bunun dışındaki dine ise "Emevi-Arap dini", "yozlaştırılmış din", "hurafe dini" denilmektedir. Bu dinin esas kaynakları Hz. Muhammed'den 200 yıl sonra kaleme alınmış, % 99'u uyduruk olan hadisler, Kur'an'ın saptırılmış meal ve tefsirleri, hurafeler, şirkler, gelenekler, mezhepsel örfler, şekilcilik, kutsallaştırılmış mezhep ve tarikat anlayışları v.b. dir. Özellikle yanlış, sehven/kasten saptırılmış, parantezlerle bezenmiş meallerle Kur'an bambaşka bir yorumlama haline gelmiştir. Bu dinin savunucularına göre Kur'an hadisler olmadan anlaşılamaz, Kur'an yeterlidir demek sapıklıktır, onlara göre Kur'an'ı tek başına okuyup anlamak mümkün değildir, onlara göre anlaşılabilmesi için bazı aracılara, mürşitlere (yol göstericilere)  ihtiyaç vardır. Böylece milletin Kur'an'daki dinde olmayan ruhban sınıfı, şeyh, hoca, hocaefendi takımına kolayca takılması sağlanmıştır.




Atatürk’ün sevmediği, karşı olduğu  Cumhuriyet döneminde İslam tarihi yazılırken dikkate alınmamasını istediği din “bu dindir”. Buna ayrıca birçok demeçlerinde de değinmiştir, bundan sonraki bölümde açıkladığımız hutbesinde olduğu gibi.


İlahiyatçı Prof. Yaşar Nuri Öztürk diyor ki: "İslam dedikleri Kur'an'ın dini olmayan o uydurma dinin insanlık için yarattığı sıkıntılar var. Bizatihi kendisi sıkıntı. Kur'an'ın dini olmayan bir dine inanmak ve onu yaşamaktansa dinsiz kalın, bu Allah katında da Kur'an katında da, insanlık katında da daha makbuldur..."

 

İlahiyatçı Prof. Abdülaziz Bayındır da bir keresinde dayanamıyor ve patlıyor: “BÖYLE BİR DİNE YERYÜZÜNDEKİ HERHANGİ BİR İNSAN İNANIR MI?”


Yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi bu gerçeği idrak eden ve geniş kapsamlı anlatan Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Cemil Kılıç, Mustafa İslamoğlu v.b. yanında iki videosunu verdiğimiz Prof. Abdülaziz Bayındır gibi dar kapsamda örneklerle değinen birçok ilahiyatçılar var.

İslamın yozlaştırılması o zaman da zirvedeydi

Mehmet Akif özetlemiş: Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun. Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun“.

İslam dünyasının büyük çoğunluğu, bilerek ya da bilmeyerek, ortadaki iki dinden yozlaştırılmış olanı benimsemektedir. Bu durumu idrak edenler dışında, bugün dünyada İslam’ı kime sorsanız % 99,99 ihtimalle size bu dini tarif edecektir. İslam düşmanlarına, haçlı-siyonist-evangelistlere, ateistlere İslamı kötülemelerinde, İslama saldırılarında bol bol kaynak, dayanak, veri sağlayan bu ikinci din Atatürk’ün el yazmalarında “Arap dini” olarak adlandırdığı günümüzde dinciler dışındakilerin dediği “Emevi dini”dir.

Artık Araplar bile isyan ediyorlar

İnanç ile ilgili yazılarımızda söz konusu iki din arasındaki farkları ayrıntılı olarak ortaya konulmaya çalışılmaktadır. İşin en tuhafı, ortada iki ayrı din olduğunu cahiller zaten bilmiyor, aydınlara da anlatıldığında hayretler içerisinde kalıyorlar ve insana hortlak görmüş gibi bakıyorlar. Zira ötekinin varlığını ne duymuş ne de okumuşlar. İlahiyatçı Prof. Abdülaziz Bayındır bile günümüze kadar bu gerçekleri idrak edememelerinin nedenini açıklamış:  “Bizlere vahiy gelmiyor ki işte araştıra araştıra buluyoruz“. 



3. ATATÜRK'ÜN DİNİ İNANCI


Atatürk iki ayrı dinin varlığını bilmiyor muydu?


Atatürk'ün İslam dini hakkındaki düşünceleri yıllarca tabu olmuştur. Kendisinin bunu kötüye kullanılabilir düşüncesiyle açığa vurmaması yanında bu konularda derinlemesine araştırmalar yapılmaması yüzünden de Atatürk'ün göz önünde kalan laiklik taraftarlığı yönünü yobazlar dinsizlik olarak bolca dayatmışlar, öncelemişler (lanse etmişler) ve kötüye kullanmışlar, bir kısım ateistler onu kendilerinden olarak görmüşler, geriye kalan ateist ya da dinci olmayanlar ise bu konulara hiç girmemeyi ve tartışmamayı yeğlemişlerdir.


Son yıllardaki araştırmalardan ise, tam tersine,  Atatürk'ün dini inanışa sahip olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür.  Bunlardan bazılarına ve ilgili konulara sayfalarımızda yer vermiştik. Okumak için lütfen tıklayın:

Atatürk dinsiz miydi?
Atatürk’e dinsizse bunlar ne?
Atatürk'ün soyu
Atatürk'ün hutbesi
Atatürk'ün gözüyle Hz. Muhammed
Atatürk ve Hazreti Muhammed’in mezarı
Atatürk Mason muydu?
Atatürk’ün Cuma namazları
Hz. Peygamber uyarmış: Atatürk’e hainlik etmeyin
Şeyh Ahmet Sunusi Kurtuluş Savaşında  v.b.

Bilindiği gibi Atatürk "millete ait olan işleri milletten gizli ettiler" demiş, Kur'an'ın Türkçe tercümesini (mealini) ve tefsirini (açıklamasını) hazırlamaları için 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi mebuslarına (milletvekillerine) talimat vermiş, verilen öneriyi kabul eden Meclis Mehmet Akif Ersoy'u ve Elmalılı Hamdi Yazır'ı görevlendirmiş, sonuçta ilk defa Kur'an'ın Türkçesi Elmalılı tarafından yapılmış, basılmış, çoğaltılmış, Türk milleti yıllarca uğraşıp Arapça'yı eskisi dahil bütün özellikleriyle öğrenmek zorunda kalmadan Kur'an'ın ne dediğini, Kur'an'da nelerin olduğunu, başka kimselere, başka kaynaklara muhtaç olmadan kendi kendine çok kolay bir şekilde, GEÇ DE OLSA, öğrenmeye başlamıştır. Elmalılı meali günümüzde hala Türkçede 1 No.lu Kur'an referansıdır ve sonrasında ve yeni dille yazılan bütün meallere kaynak ve baz teşkil etmiştir.


Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bu konuda şu değerlendirmeleri yapmaktadır:


"Cumhuriyet’i kuran irade (Atatürk) İmparatorluğu içerden kemirerek yıkan hurafenin (Kur’an dışı uydurma dincilik) tabelalarını devirdikten sonra; en güzel dinin esasını kitleye tanıtmanın ilk ve önemli adımını hayranlık verici bir basiret ve dirayetle atmıştır. O adım, çağın en büyük müfessiri (yorumcusu) Elmalılı Hamdi Yazır’a, TBMM’nin karar ve isteğiyle hazırlatılan Kur’an tercüme ve tefsiridir. Yani 9 ciltlik o aşılamamış Elmalılı tefsiri. Atatürk, hep görmezden gelinen, ama temel çözümün hareket noktası olan bu icraatında, sadece aklının değil, gönlünün de işin içinde olduğunu vurgulamak için, tefsirin finansmanına (para olarak) bizzat katkıda bulunmuştur… Türkiye’de İslam konusunun her seviyede en güvenilir, en değerli başvuru kaynağı hala Elmalılı Tefsiri’dir. 50 yılı aşkındır, amansız bir din sömürüsü ile ülkenin anasını ağlatan politikalar ve din ticareti, sövüp durdukları devir ve kişilerin vücuda getirdiği, o, 9 ciltlik eserin değil yerine, yanına bile koyabileceğimiz bir şey henüz üretilememiştir."


Dinciler Türkçe çeviriler için Meclise kanun teklifi verenler arasında Mustafa Kemal'in adının yer almaması yüzünden konunun Mustafa Kemal ile ilgisi olmadığını iddia ederler. İyi de buna kim inanır? Atatürk'ün sağlığında Cumhuriyet dönemindeki bütün önemli uygulamaların onun talimatlarıyla gerçekleştiğini bilmeyen mi var? Mesela aynı prosedür izlenerek kapatılan Mason derneklerini, teklifte adı yok diye Atatürk kapattırmadı diyebilir miyiz? 




Atatürk'ün bu girişimi sayesinde kendi döneminden başlayarak yurdun en ücra köşesine kadar dağıtılan kitaplar:

- 45 bin adet Kur’an-ı Kerim Tercüme ve tefsiri (19 ar cilt)
- 60 bin adet Buhari hadislerinin Tercüme ve açıklamaları (12 şer cilt)
- 247 bin adet din kültürü eserleri.


Diğer yazılarımızda detaylı açıklandığı gibi, Mustafa Kemal 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getirmiştir. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 9/133). Kurtuluş Savaşı yıllarında camilere, cem evlerine gitmiş, cuma namazlarını kılmış, 7.2.1923'de Balıkesir Zağanos Paşa Camii Minberi’nden “Allah birdir, şanı büyüktür” diye başlayan Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden bir hutbe bile vermiştir (Hutbeyi okumak için lütfen tıklayın). Tarihte en çok Hz. Muhammed’den etkilenmiş, savaşlarını bütün detaylarıyla öğrenmiş, liselerde okutulan tarih kitaplarında İslam tarihi bölümünün yazımına bizzat katkıda bulunarak bu kitaplarda Hz. Muhammed’in savaşlarını anlatan haritaları bizzat kendisi çizmiştir. Tarih çalışmaları sırasında Hz. Peygamber’i eleştirmeye kalkanları, Hz. Muhammed’in kıymetinden habersiz cahil serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar diye azarlamıştır. Hz. Peygamber’den, Benim senin adın silinir ama o ölümsüzdür diye söz etmiştir. Daha 7 yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiş, TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmış, 23 Nisan 1920'de 1. TBMM’de girişte bir hafıza Kuran okutturmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı’nda Kuran okutma geleneğini sürdürmüştür. Özel notları arasında “TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR” notu göze çarpmaktadır. 1932 Ramazan ayında dönemin tanınmış hafızlarını köşke/saraya çağırarak onlara Kuran okutup dinlemiştir. Makamla Kuran okunmasına, hafızların makam hatası yapmamalarına ve ayetleri tane tane okumalarına büyük önem vermiştir. 1930’larda Çanakkale Şehitleri için her yıl Çanakkale Mehmet Çavuş abidesi önünde, aynı şekilde her yıl annesi Zübeyde Hanım’a da mevlit okutmuştur. Köy ilkokullarında din derslerinde “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitabı okutturmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılan yüzlerce camiyi onarttırmış ve yeniden yaptırmıştır. Hatta Eskişehir Mihalıççık camisini cebinden 5000 lira verip yeniden yaptırmıştır. Paris ve Tokyo camilerinin yapımına katkıda bulunmuştur.


Atatürk, karakteri gereği dini inanışlarını ve uygulamalarını dışarıya aksettirecek tıynette değildi. Sadece yakınındakilerin bildiğine ve anlattıklarına göre özel hayatında fırsat buldukça Kuran okumuş veya özellikle özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a zaman zaman da manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kuran okutturup dinlemiştir.


Türk milleti daha dindar olmalıdır, yalnız bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif terakkiye aykırı hiçbirşey içermiyor, İslam dini akla ve mantığa tamamen uygun bir dindir.” diyen Atatürk'tür.


4. ATATÜRK'ÜN DİN HAKKINDAKİ EL YAZMALARI


Atatürk'ün İslam dini aleyhinde olduğuna güya kanıt gösterilen 1. Bölümde anlattığımız Büyük Millet Meclisindeki Cumhuriyet Halk Partisi programı ile ilgili konuşmasından başka bir de 1931 yılında İslam tarihini yazmakla görevli Türk Tarihi Tetkik Cemiyetine  gönderdiği,  hazırlamakta oldukları İslam tarihine ilişkin el yazması bir mektup, 1930 yılında Medeni Bilgiler adında kitap haline getirmesi için Afet İnan’a verdiği el yazısı notlar var. 


Atatürk tarih yazımı için 1931 yılında ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni görevlendiriyor. Cemiyet, liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başlıyor. ‘İslam Tarihi’ ve ‘Türklerin İslam’daki Yeri’ ile ilgili bölümü ise Mısır’daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri’ye havale ediyor. Atatürk, Arap milliyetçiliğini ön planda tutan bu bölümlere itiraz ediyor, bazı düzeltmelerin yapılmasını istiyor. Ancak düzeltmeler istediği gibi yapılmayınca Cemiyete gönderdiği el yazısı uyarılarda kendi ifadesiyle "Arap dini" hakkındaki olumsuzlukları anlatıyor. Atatürk'ün bu tepkilerine ilerde tekrar döneceğiz.


Bunlar için savlar var. Atatürk'e ait olmadıkları, bazılarının yıllar sonra çöpte (B. Pakman'ın notu: Deyim bana ait değil) bulunması, bir kısmının 1969 ve 1988 yıllarında basılan kitapta olmamasının sebebinin Türk Tarih Kurumu tarafından sansürlenmesi v.b. Biz gerçek olduklarını varsayarak önemli bir bölümünü aktaralım (tamamı aşağıda) ve sonra da analizimize devam edelim:  “Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu arap fikri ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi lisanında değil Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyyet karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık cahil hocalar ağzıyla, ateş ve arayı ile müthiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihar ettiler. Bir taraftan Araplar zorla emirleri altına aldılar...Hırkasıdır diye yalan bir palaspareyi hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular halife oldular.


Bir tarafta sadece hiç kimsenin red edemeyeceği Elmalılı meali, tefsirini yaptırması ve Diyanet İşlerini kendisinin kurdurması öte tarafta Atatürk'ün din karşıtı olarak gösterilmesi.


Bazı ateistler bunu "Atatürk pragmatistti" (yararcıydı) diye açıklamaktadırlar. Yani demek istedikleri şudur: "Atatürk, durumun gerektirdiği gibi davranmış ve yeri gelince dini korumuş, yeri gelince de aksi yönde görüş belirtmiştir. Atatürk günün koşulları neyi gerektiriyorsa o zaman onu söylemiş, daha sonra bazı durumlarda onun tersini uygulamıştır."


Mustafa Kemal'in "Kurtuluş Savaşı sırasında" dindarlardan, Bolşeviklerden ve Kürtlerden yararlanmak için pragmatizme başvurduğu öteden beri yazılır, söylenir. Ancak Atatürk Diyanet İşleri Başkanlığını da 3 Mart 1924 de "Cumhuriyet döneminde" kurdurmuştur. Kur'an'ı tercüme ve tefsir ettirme talimatını 21 Şubat 1925 de yani Kurtuluş Savaşından çok sonra "Cumhuriyet döneminde" vermiştir. Aynı şekilde  ayrıca yukarıda belirttiğimiz Atatürk'ün dini inanış ve uygulamaları ile ilgili, yakınlarında olanlarının anlattıkları da, "Cumhuriyet dönemine aittir". Dinle ilgili eylemleri ve dini öven sözlerinin çoğu da Cumhuriyet dönemine aittir. Bunlar değerlendirildiğinde din konusunda pragmatist olması akla yakın gelmemektedir.


Kimilerine göre Atatürk ateist, kimilerine göre deistti. Deist değerlendirmesi daha akla yakın olsa da Kur'an'ı Türkçe tercümesini ve açıklamasını hazırlattıran, Diyanet İşleri Başkanlığını kurduran kimdir? Demek ki pragmatizm - mıragmatizm, şuist - buist deyip işin içinden çıkılamaz, her zaman yapılması gerektiği gibi oturup düşünüp, derinlemesine akıl yürütmeli, parçalar birleştirmeli. 


Atatürk'ün el yazmalarını yazdığı iddia edilen 1930-1931 yılı ve öncesinde varlığı bilinen tek din yozlaştırılmış din idi, Kur'an'ın tek elden çıkmış doğru dürüst Türkçesi yoktu. Bu tarihten ancak 4 yıl sonra 1935'de Elmalı'nın Kur'an ve tefsir mealin topluca yayımlanabilmişti. Elmalı'nın 12 ciltlik hadis tercümeleri ise çok önce, 1928 yılında yayımlanmıştır. Atatürk bu hadis çevirilerini okumamış olamaz. 


Sonuçta Atatürk el yazması notlarını yazdığı iddia edilen 1931 yılına kadar hadis rivayetlerinin çevirilerini okumasına karşın Kur'an'ın güvenilir çevirilerinin tamamını okuyamadığı o devir icaplarında hepsini birlikte tam olarak değerlendiremediği için örfi dinin bu çelişkili durumundan olumsuz etkilenmiş olması olasıdır. Ancak bu durumda dahi dini inancını terketmediği yukarıda açıklandığımız yakınlarının hatıralarından anlaşılmaktadır.


Gelelim Atatürk'ün öfkesinin esas nedenine


Söz konusu notların esas konusu ders kitaplarının hazırlanmasıydı. Hatırlatalım: Atatürk tarih yazımı için 1931 yılında ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni görevlendiriyor. Cemiyet, liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başlıyor. ‘İslam Tarihi’ ve ‘Türklerin İslam’daki Yeri’ ile ilgili bölümü ise Mısır’daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Kazanlı bir Türk olan Zakir Kadiri Ugan'a havale ediyor. Atatürk, Arap milliyetçiliğini ön planda tutan bu bölümlere itiraz ediyor, bazı düzeltmelerin yapılmasını istiyor. Ancak düzeltmeler istediği gibi yapılmayınca adeta ateş püskürüyor.


Atatürk'ün mektubunda Kadiri hakkında ifadeler:


"Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye Ankara'dan ayrıldığım son günde önüme koyduğunuz örümcek yazılı paçavraları okuduğum zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden geçtikten sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ezher kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm..."


"İlim alanında vesveseli olmak, Mısır'ın Camii Ezher mezunlarına inanmaktan daha iyidir."


Atatürk, Kadiri'nin metinlerinde"Çıplak ve çıfıt Araplığın"  yüceltildiğiniİslam'dan önceki evrensel Türk uygarlığının belgelerinin Araplar tarafından yok edildiği gerçeğinin dillendirilmediği, Arap ordularında bulunan Türk kölelerin övünç nedeni gibi değerlendirildiğini de belirtiyor. Osmanlı sultanlarının halifelik unvanını almasını ise "maskaralık" olarak değerlendiriyor.


Atatürk'ün el yazması mektubu günümüz Türkçesiyle daktilo edilmiş:



Atatürk'ün Arapları hiç sevmediği bilinmektedir. 1. Dünya savaşında Basra, Filistin ve Suriye cephelerinde sandık sandık İngiliz altınları karşılığında satılmış Arapların Osmanlı ordusunu arkadan vurmalarını, hastanede yaralı Türk askerlerini süngülemelerini yerinde yaşamıştır. El yazması notlarda "...Arap ordularının birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda geldiği bahsedilirken bu kölelerin Türk çocukları olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığını araştırılıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. Şüphesiz Türkler çok kahraman evlatlar (...) ilim, sanat ve bilhassa askerlik ve başkumandanlık mevkilerini elde etmişlerdir ve sonuçta Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bütün memleketlerde birinci derecede güç ve hâkimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed’in halifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir...." gibi ifadeleri bu açıdan da değerlendirmek gerekir. 


Burada adı geçen Arapların oluşturdukları Türk köle sınıfı gerçek olup buna neden olan ilk Arap-Türk savaşlarının ayrıntılı hikayesi Taberi tarihinde anlatılmaktadır OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYI Söz konusu Türklerin Arap topraklarında kurduğu Türkiye adlı ilk devletin öyküsünü OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN


Bazı Araplar da Atatürk'ü, kendileri hakkındaki düşünceleri ve özellikle, "Pis Araplar" dediği "savı" yüzünden sevmezler. Kur'an'da "Arab" sözcüğünün nasıl geçtiği konusu bundan sonraki de bundan sonraki bölümde açıklanmaktadır.


Zakir Kadiri kimdir?


Atatürk'ün notlarda: “Teyfik Beyefendi! (BP notu: Dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu) Zakir Kadiri’nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu noktalara dikkat buyurunuz. Sonradan uydurma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktansa hiçbir eser meydana getirememek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. İlim alanında şüpheli olmak, Mısır’ın Camii Ezher’i mezunlarına inanmaktan daha iyidir.’’ şeklinde itham ettiği aslen Türkistanlı Zakir Kadiri Ugan 1878 yılında dünyaya geldi. Mısır’daki El Ezher Üniversitesi’nde eğitim gördü. Ders kitapları için hazırladığı İslam tarihi ve Türklerin İslam’daki Yeri konularını, Camii Ezher Medresesi şeyhlerinin kabul ettiği "Arap milliyetçiliği" düşüncesine göre yazınca Atatürk’ü çileden çıkardı.


Atavari öfke

Aynı günlerde, 23 Aralık 1930 da öfke anında Menemen'in yakılıp, yıkılıp yerle bir edilmesini isteyerek gericilere, yobazlara tahammül derecesini ortaya koyan Atatürk, devrimleri yapabilme, yayabilme, özümsetme, akıl ve bilimi esas alan laik devleti kurma süreçlerini aksattırmamak için o süreçte  o şekilde sarsıcı eleştiriler yapma zorunluluğu hissetmiştir. Yıllar sonra böylesine sert eleştirileri 9 yaşında hafız olan İlahiyat Profesörü Yaşar Nuri Öztürk'den de görmek mümkün olmuştur.  


5. ARAB OĞLUNUN YAVELERİ


Dincilerin Atatürk ile ilgili karın ağrıları biter mi? Buyrun bir tane daha.


Yavuz Bülent Bakiler 6 Kasım 2014 gecesi Habertürk TV’de yayınlanan “Öteki Gündem” isimli programda şunları anlamış: “Karabekir, Kur’an-ı Türkçeye çevirttim; millet okusun ve o Arap oğlunun (peygamberden bahsediyor), o Arap oğlunun ne yaveler yediğini görsün diyor, Atatürk’ün Kur’an-ı Türkçeye çevirmesinin başında bu geliyor…”


İfadenin kaynağı Uğur Mumcu'nun Cumhuriyet Gazetesi'nde 10-29 Haziran 1990 arasında yayımlanmış "Kazım Karabekir Anlatıyor" başlıklı yazı dizisi ve aynı adlı kitabı. Anlatıma göre Atatürk Kazım Karabekir'e, güya, demiş ki: "Karabekir, arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…"


Burada bir parantez açalım ve Yavuz Bülent Bakiler'in Fetö'nün ekranlarında Fetullah Gülen'i öve öve yere göğe sığdıramadığını, Atatürk'e eleştiri değil düşmanlığının bile söz konusu olduğu, hatta ekranlarda çirkin bir ağızla Mustafa Kemal değil "Kamal, Kamal" dediğini hatırlatalım (Kaynak: Yazar Alper Aksoy, Ciddi Gazete 01.11.2022 https://www.ciddigazete.com/bu-neyin-odulu).


Dinciler Atatürk'ün sözlerini kendi kafalarına göre parantezler ekleyip ve şu hale getirmişler (Not: parantezler dahil ifadeler dincilerin): "Arap oğlunun (Peygamberimizin) yavelerini (saçmalıklarını / yalanlarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…". 


Yavuz Bülent Bakiler ne diyor? Atatürk Kur'an'ı Türkçeye "ÇEVİRTTİM" demiş. Hale bakın, Kur'an'ın Atatürk'ün talimatıyla Türkçeye çevrilmesi Cumhuriyet döneminde 21 Şubat 1925'de Büyük Millet Meclisinde kabul edildi. Mehmed Akif (Ersoy) ve Elmalılı Hamdi (Yazır) ile Diyanet adına Başkan Yardımcısı Ahmed Hamdi (Akseki) arasında yapılan meal ve tefsir yazılması hususundaki sözleşme 26 Ekim 1925'de imzalandı. Söz konusu çeviri yıllar sonra 1935'de tamamlandı. Bakiler'in kafasından uydurmalarla güya alıntıladığı Karabekir'in anlatımlarında verdiği tarih ise 14 Ağustos 1923 yani Atatürk ile Karabekir'in aralarının iyi olduğu Cumhuriyet öncesi


Karabekir ile Atatürk'ün aralarının bozuluşu


Bilindiği üzere Kazım Karabekir, Milli Mücadele sonrasında, yani Cumhuriyet döneminde Atatürk’le siyasi görüş ayrılığına düşmüştür. 1924'de kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 1925'de kapatılmış, 1926'daki Atatürk'e İzmir'de suikast girişiminden dolayı idamla yargılanmış, berat etmiştir. 1927'de milletvekilliği sona erdikten sonra 1937'ye kadar 84 kişilik Atatürk'e muhalif grupta yer almıştır.  Kişisel kırgınlık sürecinde yazmış olduğu kitaplar ve notlarda Atatürk'ü elinden geldiğince kötülemeye çalıştığı tutarsızlıklarından anlaşılmaktadır. Karabekir, söz konusu anlatımlarına göre bir taraftan Atatürk'ün Balıkesir Hutbesini dinlerken "Paşa halife mi olmak istiyor" diye, diğer taraftan Kuran'ı Türkçeleştirmeye girişince "din elden gidiyor" diye düşünen biri. 


Atatürk'ün Bolşevikliği!


Karabekir'in söz konusu anlatımlarına göre Atatürk, Kurtuluş Savaşını istememiş; aynı anda hem Amerikan mandasını hem de komünizmi düşünmüş.  Karabekir’in o süreçteki “Atatürk bizim Bolşevik olmamızı istiyordu” savına Atatürk'ün kendi elyazısıyla verdiği yanıt: Tamamen alçakça uydurmuş, bana yapıştırmak istiyor“.


Bu konuda Lenin dahil Sovyet yetkililerinin Atatürk'ün Bolşevik olmadığını ve olmayacağını bildiklerine dair beyanları var. Örneğin Stalin, Bakü’de yaptığı bir konuşmasında, Anadolu hükümetinden “Burjuva-devrimci bir çekirdek” olarak söz eder. Lenin de 17 Aralık 1920 tarihinde Rusya Komünist Partisinde yapılan bir toplantıda;Türkiye’de yönetim bizi İtilafa satmaya hazır, kadetlerin, oktobristlerin, milliyetçilerin elinde. Ancak bizi satmaları çok güçtür, çünkü Türk halkı İtilafın yaptığı zulme karşı ayaklanmıştır. Biz bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetine, feodalleri başlarından atmış olan Müslüman köylülerin haklı kurtarılışını gerçekleştirmek için yardımımızı sürdürdükçe, Sovyet Rusya’ya karşı yakınlığı artmaktadır.diyerek Ankara yönetimini eleştirir.


Karabekir, Atatürk'ün 26 Mayıs 1919'da geldiği Havza'dan kendisine gönderdiği telgrafta yapılacak bir anlaşma ile Bolşeviklerden yardım alabilecekleri üzerinde durduğunu, ancak Bolşevik propagandası ve Ermenilere karşı takınılacak tavır hususunda çekincelerini de dile getirdiğini, bunun sonucunda Karabekir ile birlikte o süreçte, Ruslar’dan istediklerini alıncaya kadar Bolşevizm taraftarı gibi görünmeye karar verdiklerini unutmuş.


Karabekir ayrıca Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra  24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal’in ilk işinin  Mecliste gizli oturumda Bolşevik yardımı konusunu gündeme getirerek:Bolşeviklikten korkan Avrupa’nın endişelerini de göz önünde bulundurarak, ülke şartlarının dikkate alınması ve TBMM’nin kendi noktai nazarının baki kalması şartı ile, Bolşeviklerden istifade edilebilir.… Biz, Avrupalıların Bolşevizmden korktuklarını ve bizim Bolşeviklerle tevhidi efkar ve hareket edeceğimizden daima kuşkulanmakta olduklarını nazarı dikkate alıyoruz… Filhakika bu hududu millimiz dahilinde arzettiğim şeraitle muhafazai mevcudiyet edebildiğimiz takdirde başka birşey istemek bendenizce doğru değildir. Yalnız her ihtimale karşı muhafazayı hayat ve mevcudiyet için hariçten kuvvet, bir menbaı kuvvet aramamız lazım gelirse, yine daima kendi noktai nazarlarımız baki kalmak şartile her menbadan istifade etmeği de caiz gördük. İşte sırf bu nokta daima Bolşeviklerin ahvalini harekatını ve kendilerinden icabında ne derece muavenet görebileceğimizi anlamaya teşebbüs ettim. Bu teşebbüsat neticesinde şüphesiz bazı temaslar hasıl olmuştur. Fakat bu temaslarımız şimdiye kadar… hiçbir kat’i mevad üzerine müstenit birşey yapılmamıştır. Fakat böyle birşey yapmak imkanı mevcuttur.dediğini de unutmuş.


Karabekir, Mustafa Kemal Paşa'nın 2 Ağustos 1920'de Büyük Millet Meclisinde şunları söylediğini de unutmuş: "...biz memleket ve milletimizin varlığını ve istiklâlini kurtarmak kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize bağlı bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin aldatıcı sözlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz herkesçe bilinir ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık. Bizim inancımıza göre, milletimizin hayatının sağlanması ve yükselmesi kendi kararlılık yeteneğiyle uygun olan görüşlerle olacaktır. Fakat esas itibariyle incelenirse bizim görüşlerimiz –ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir prensibidir."


Koyu bir anti-komünist olan Erzurum mebusu Hüseyin Avni bey, Büyük Millet Meclisi'nin 22 Ocak 1921 gizli oturumunda  Hükümetin “Rusya’dan bize bir hastalık olarak geldiğini” iddia ettiği  Bolşeviklere yakın olmasından memnun olmadığı açıklar. Buna karşı söz alan Mustafa Kemal Paşa önce, amaçlarının “ulusal sınırlar içinde bağımsızlık” olduğunu, bu yüzden komünizm ile bağdaşmadıklarını anlatığını sonra da Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde iki bağımsız devlet olarak hareket edildiğini vurgular, Mustafa Suphi’nin “Rus Bolşevizmini çeşitli kanallarla ülke içine soktuğunu”, buna karşılık ülke içinde “kendiliğinden komünizm örgütü kurma hevesi”nde bulunanların çıktığını; bu gelişmeler üzerine, hükümetin Türkiye’de Komünist Partisi’nin kurulması konusunu gündeme aldığını açıklar ve konuşmasını şöyle sürdürür: "Efendiler, iki önlem olabilirdi. Birisi, doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya’dan gelen her adamı derhal, denizden gelmişse vapurdan çıkarmamak; karadan gelmişse sınırı dışına atmak gibi zorlayıcı, şiddetli, kırıcı önlem almak… Bu önlemlere başvurmak iki bakımdan yararsız görülmüştür. Birincisi, iyi ilişkiler bulunmayı gerekli saydığımız Rusya cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle zorlayıcı önlem uygularsak, o halde kayıtsız koşulsuz Ruslarla ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz birçok siyasal düşünce ile birçok neden ve etkiden dolayı Ruslarla temas ve ilişkide bulunmak istedik, istiyoruz ve isteyeceğiz. O halde uygulayacağımız önlemlerde dostluğunu istediğimiz bir ulusun, bir hükümetin ilkelerini aşağılamamak zorundayız...”. Bunları da Karabekir unutmuş. 


Bitmedi, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey'in derdi.“Rusya’dan bize bir hastalık olarak geldiğini” iddia ettiği Bolşeviklikledir. Kendince, Hükümetin Bolşeviklere yakın olmasından memnun değildir ve özellikle “İslamiyetle Bolşeviklik arasında pek az fark vardır” dediğini iddia ettiği Kazım Karabekir'i suçlar ve Erzurum'a bir heyet gönderilerek soruşturma açılmasını ve ceza verilmesini ister. Mustafa Kemal Paşa Kazım Karabekir’i SATMAZ, onunla yukarıda bahsettiğimiz anlaşmasına sadık kalır ve Karabekir'i şu sözlerle korur:Kâzım Paşa’nın komünistlerle temasta olanlara karşı komünist görünmesi doğru olabilir; memleket ve millet için yararlı bir siyasal amacı sağlamak içindir; gerçekte komünist ve bolşevik olduğu için değildir”. Karabekir her halde kırgınlığı yüzünden olsa ki bunları da unutmuş. 


Kazım Karabekir'in Atatürk hakkındaki diğer anlatımları da tutarsızlıklarla dolu.


Arab oğlu


Gelelim arab oğluna. Atatürk düşmanı dincilere göre Ata bununla Hz. Muhammed'i (haşa) kasdetmiş. Atatürk tam olarak ne demiş, hatta herhangi birşey demiş mi? Karabekir'in orada olduklarını iddia ettiği Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) neden bunu bir yerlerde doğrulamamışlar? Neyse, diyelim ki Ata aynen o kelimeleri kullanmış. "Arab oğlu" yani "İbn-i Arab" hakaret mi? O zaman devamındaki "Türk oğlu" da mı hakaret? Hz. Muhammed Arab oğlu değil mi? Güneyde ana dili Arapça olan vatandaşlarımıza da "Arab uşağı" denir. Anlamı Arap çocuğu olup oğul-çocuk Dîvânü Lugâti’t-Türk'de de böyle tanımlanır.


Kur'an’da "a’rab" kelimesi, geçtiği 10 yerin biri hariç, daima olumsuzluğun, kötülüğün, iki yüzlüğün, cimriliğin, kaypaklığın taşıyıcısı olarak kullanılmaktadır. Meallerde "a'rabi" sözcüğü: Bedeviler, arablar, araplar, çöl arapları, bedevi araplar, göçebe araplar, (Medine çevresindeki çöllerde yaşayan) bedeviler, Medîne çevresindeki çöllerde göçebe bir hayat süren bedeviler, Bedevîler [A’râb], Medine’de yaşamayan, çöldeki vahalarda yaşayanlardan bazıları, göçebeler, savaştan bağışık tutulmaları yönünde arzedilecek birtakım özürleri olan bedevîler vb olarak geçer. Bu konudaki daha geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


Karabekir'e göre Atatürk bir de ne demiş? Türkçeye tercüme ettireceğim ki insanlar aldanmaya devam etmesinler. Ey dinciler, Kur'an'da yanlış birşey mi vardı ki, tercüme edilince gerçekler ortaya çıkacaktı? Aslında ortaya çıkacak ve öğrenilecek olan vardı ve Kur'an dışına çıkılarak Arapların İslamı Emevi dini haline getirmiş oldukları ve insanları Allah ile aldattıklarıydı. Nitekim öyle olmuş aklını kullanabilenler okuduklarından bunları anlamışlardır. 


Olayın gerçeği


Devletin eğitim politikasını belirleyecek heyetin 14 Ağustos 1923 akşamı Türk Ocağındaki toplantısında Kazım Karabekir'in anlatımlarına göre neler olmuş:


“Belli olmayan hususlardan birisi de, hükümetin din, daha doğrusu İslamiyet hakkındaki git-gelleriydi. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesi meselesi, bu git-gellerden biriydi sadece. 14 Ağustos akşamı Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek ‘Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek’ arzusunu ortaya attı. Şer’iye Vekili Konya Milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve bunun gibi sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi: ‘Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere (Cemil Said’i kastediyor) tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak güya Kur’an’ı da, İslamiyet’i de kaldıracaktır. Çevresindekiler böyle bir çevre, kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.’


Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazı kişileri görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim: ‘Devlet Başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vâkıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları harekete geçirmelidir.’


Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi: ‘Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kur’an’ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!’


Bu fikrine şöyle karşılık verdim: ‘Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük milletler Kur’an’ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vâkıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan, vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.’


Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi: ‘Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!’


Orada bulunan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyler işin bir bilim kurulu önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek, ‘Paşam, çay hazır, herkes bizi sofrada bekliyor.’ diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.”


Halbuki, Atatürk, toplantıda demiş ki:

(Türkler)Kur’an-ı Arapça okuyamazlar. Oysa şimdiye kadar (halkın kavrayabileceği düzeyde) Kur’an-ı Kerim Türkçe’ye çevrilmemiştir. Bunun başlıca nedeni, dünyadaki bütün Müslümanların başına geçerek bu ana kadar bu dini inananlarının büyük bir görkemle itibar kazanmasına hizmet etmiş olan Türklerin, İslam dinine duydukları özel yakınlıklarından dolayı Türkçe’ye çevrilmesinde olabilecek hatalardan korkmalarıdır. Oysa zamanımızda bu gibi görüşlere tahammül yoktur. Çünkü dünyada hatadan tamamen yoksun bir şey yapılamayacağı bilimsel bir gerçektir. Böyle olası bir hata endişesinden dolayı, Kur’an’ı anlamadığı bu Arap diliyle tamamen ezberleyecek düzeyde dinine aşık olan Türk Milletinin, kutsal kitabın bu yüce anlamını istediği gibi anlayabilmekten yoksun bırakmak doğru değildir…  


Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim… İlk defa olarak Türkçe’ye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekrarlanmakta bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din işleriyle ilgili kimselerin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsin.  


Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde ne var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. 


Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur’an veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ve ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla beraber, Ankara’da daha iyi bir Kur’an tercümesi yapılmaktadır.


(Kaynak: Prof. Dr. Osman Zümrüt, “Atatürk’ün Kur’an’a Bakışı” başlıklı makalesi, Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, c. 5, s. 1957., https://www.turkishnews.com/tr/content/2016/01/21/ataturk-kuran-icin-o-arap-oglunun-yaveleri-dedi-mi/)


Karabekir'in tutarsız anlatımlarının bazılarını yukarıda analiz ettik.  Atatürk'ün ise Karabekir'in anlattıklarının aksine dediklerini yaptığı biliniyor. Atatürk tek adam iken, elinde o kadar güç varken, muhalefet yokken neden Karabekir'in iddia ve ima ettiklerini hayata geçirmemiş?


6. TABİAT, HERŞEY VE İNSAN


Atatürk'ün evrimle ilgili düşünceleri başka bir yazımızda ele alınmıştır TAMAMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN. Atatürk'ün evrimle ilgili düşüncelerinin aşağıdaki bölümlerinin Atatürk’ün dinsizliğini kanıtladığını iddia eden dinciler var. 


"Tabiatın, her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan, kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı...


..Tabiat insanları türetti; onları kendine taptırdı da. Ancak; insanların dünyada yaşayabilmeleri için, onların tabiata egemenliğini de şart kıldı. Tabiata egemen olmasını bilemeyen yaratıklar varlıklarını koruyamamışlardır. Tabiat onları kendi unsurları içinde ezmekten, boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten çekinmemiştir."


Atatürk öncelikle bilimin önemine gönderme yapmaktadır. İnsan, bilim sayesinde tabiat-doğanın büyüklüğünü keşfetmiş ve ondan gittikçe yararlanmayı öğrenmiştir. Örneğin enerjide doğal kaynaklardan yararlanılmakta, tıp bilimi sayesinde insan ömrü gittikçe artmakta, mühendislik sayesinde ulaşım gittikçe kolaylaşmakta, teknoloji sayesinde iletişim hızlanmakta v.b. Doğanın büyüklüğünün getirdiği afetlerin üstesinden de mühendislik sayesinde gelinmekte. Doğa gerçekten Atanın dediği gibi BÜYÜKtür, varlıklara yaşamın gerekliliği için  HERŞEYi vermiştir. İnsan da "aklını" kullandıkça kendi değerinin ve saygın "varlığının" gittikçe farkına varmaktadır. Atatürk'ün varlık ve akıla (anlama) söz konusu göndermeleri İslami düşüncelere uyuşmaktadır. Örneğin, Vahdetivücut (varlık birliği) ile benzerlik gösterir dolayısıyla Tanrıyı reddetmez. Vahdetivücut, İslam-Tasavvuf düşünce sistemidir. Terim, ilk kez ünlü İslam düşünürü, mutasavvıf, yazar ve şair Şeyhü'l Ekber unvanı ile de bilinen Muhyiddin İbnül-Arabi tarafından kullanılmıştır. Öte yandan, vahdetivücut panteizmin adeta İslam versiyonu sayılır. Tanrı herşeydir-herşey Tanrıdır görüşünü "Evren bir vücuttur, Tanrı da onun ruhudur" haline getirilmişidir. Konu aşağıdaki videoda anlatılmaktadır:  



Videoda değinilen Panteizm bir inançdan ziyade görüştür. Tanrıyı tanımlar. Bu nedenle de panteist atesit olarak nitelenilemez. Öte yandan, panteistin dini inancı olabilir de olmayabilir de. Bunun en bariz örneği yukarıda belirttiğimiz vahdetivücutçulardır. 


Varlık Birliği inancında Tanrının neyin ne kadar  içinde olduğu konusu Hocanın da videonun sonunda belirttiği gibi uzun uzadıya tartışılır. Zira Tanrı mutlaktır, sonuçta tanımlanamaz. Kabullerin hepsi varsayımdır. Tanrı falanca şekilde var diyene de sen Tanrıyı kabul etmiyorsun denmesinin hiçbir geçerliliği yoktur. Yaşar Nuri hoca belli ki bu konuda kendisine göre çok şeyi, belki de "herşeyi" çözmüş ancak, belirttiği gibi böyle alışılmışın ötesinde, derin konuda yobazların, cahillerin uzun uzadıya, sonu gelmez suçlamalarıyla, saldırılarıyla karşılaşacağını bildiği için açıklamaktan çekinmiş. Ölümünden 6 yıl geçmesine karşın Hoca'ya sosyal medya sayfalarımda yobazların ağır hakaretlerinin sürmesi bu konudaki haklılığını göstermektedir. 


1126 – 1198 yılları arasında Endülüste yaşamış İslam Felsefecisi İbni Rüşd’e göre felsefenin temel konusu varlıktır ve felsefe "varolanı", "insana verileni" incelemeye, açıklamaya çalışır, evrenin başlangıcı olan Tanrı, tüm varlıkları belli bir düzene göre yaratan sınırsız bir irade ve zorunlu bir varlıktır. Tanrı, dünyayı kendisinden türeyen ilk akılla yönetir. Bu “ilk akıl” dan da diğer akıllar türemiştir. Bu nedenle bütün insan akılları öz bakımından aynıdır. Ebedi akılın sonsuz ve ölümsüz olması insanlığın da ölümsüz olduğu sonucunu doğurur. İsteyenler, var olandan, beş duyu ile algılanacak ve akıl ilkeleri ile açıklanacak somutluğu inceleme yoluyla Tanrı'ya erişebilirler. 


Kur'an'da akıl sözcüğü geçmez, aklı kullanma geçer. Yani Kur'an aklın varlığını yeterli görmez; o bütün varlıklarda olan şey. Kur'an'ın istediği işlevsel akıldır. İbni Rüşd de buna paralel olarak akıl dinden üstündür, akıl ve nakil (din-vahiy) çelişirse akıl geçerlidir demektedir. Zira akıl olmazsa nakil de olmaz.


Ayrıca evrim İslam ile çelişmez. Hatta İslam’da evrimi Darwin’den çok önce inceleyen ve kabul edenler olmuştur. OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN


7. “Hiçbir Müslüman Atatürk’ü Sevmez” 


‘Kara Ses’ olarak tanınan, 1980'lerde yurt dışında örgütlenmiş Cemalettin Kaplan tarikatı, Aziz Nesin tarafından 13 Ocak 1993'de Hürriyet Gazetesindeki röportajında ‘İşte Gerçek Müslümanlar’ olarak tanımlanmış. Aziz Nesin, gerçek Müslümanların Atatürk’ü sevmemelerinin normal olduğunu iddia etmiş, devamında Türkiye'deki Türkler için de: "Türkiye’de yaşayan ve Atatürk’ü sevdiğini söyleyen Müslümanlar, yalancıdır" demiş. 


aziz nesin 1

13 Ocak 1993 tarihli Hürriyet Gazetesinden


 Atatürk düşmanı fesli-püsküllü, Kadir Mısıroğlu, Aziz Nesin'in söz konusu gazete kupüründeki beyanını cımbızlayıp değiştirmiş “Gerçek Müslümanlar Atatürk’ü sevmez” haline getirmiş. Bu dönmüş dolaşmış  Hiçbir Müslüman Atatürk’ü Sevmez, "Müslümanlar Atatürk'ü sevmez şekillerinde de aktarılmış. Aziz Nesin'in zokasını yutan Dinciler de bunlara mal bulmuş mağribi gibi atlamış ve atlamayı sürdürüyorlar. Halbuki Aziz Nesin orada bambaşka şeyler söylüyor. Arka planda demek istediği şu: Türkiye'deki Müslümanlar darbe yüzünden İslam dini konusunda takiyye yapıyorlar, yalan söylüyorlar. Yurtdışındakiler ise, örneğin Kaplancılar korkmuyorlar, istediklerini söyleyebiliyorlar. Gerçek Müslümanlar onlar yani gericiler. Özetle Nesin İslam'ı topyekun kararıyor ve diyor ki: Farketmez, İslam gerici bir dindir, Müslümanlar da gericidir. Konuyla ilgili geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN. 

 

SONUÇ


Görülebileceği gibi Tanrının varlığı ile ilgili düşünceler son derece karmaşık ve dolayısıyla tartışmalıdır.  Dincilerin bu konuları saptırmaları karşısında dinini doğru şekilde yaşamak isteyenleri onların ellerine bırakmamak gerekir. Atatürk de bu amaçla yukarıdaki açıklamaları yanında,  hadisleri, Kur'an'ın Türkçe tercümesini, mealini, tefsirini yaptırmıştır. Ancak, ölümüne yakın yıllarda (1935) tamamlanan Kur'an meal ve tefsirlerini tam olarak değerlendirmeye ömrü yetmemiştir. Yukarıda bazı alıntılarını verdiğimiz % 99'u uyduruk olan hadis tercümelerini okuyunca ve kısmen kendisine yetiştirilebilmiş olan Kuran tercümeleriyle karşılaştırınca neler düşündüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek. O zamanlar dini yerleşik/klasik yorumlardan arındıracak kimse yoktu. Örneğin, ilahiyatçı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk o zamanlar yaşamış olsa ve de Atatürk'ün yanında olsa ve de ikisinin de yeterli ömürleri olsa İslam dini Arap dininden nasıl arındırılırdı ve Türkiye bugün ne halde olurdu bir düşünelim. 


Türkiye, Atatürk'ten sonra onun gösterdiği yoldan, özellikle 1950 den itibaren laik, çağdaş ve medeni Cumhuriyet ilkelerinden giderek uzaklaşarak Arablaşmaya, doğmalara geri dönmekte oluşunun sancılarını günümüzde büyük sarsıntılar geçirerek yaşamaktadır. Yani Atatürk'ün söz konusu sarsıcı tepkilerinin bile ne yazık ki yeterli etkilerini bulamadığı aşikar.


Atatürk'ten bugüne ve bu konulara oldukça uyan iki özdeyişle bitirelim:


"Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi?"


"Kabul ediyorum ki; insan imansız yaşayamaz; ama gene inanıyorum ki, Türkler tarihleri boyunca kutsal sayılan bütün inançlara saygı göstermişlerdir. Onun dini, özellikle şu veya bu din değildir, bütün dini inançlar onun için değerlidir."


Bülent Pakman. Şubat 2015, son ekleme Nisan 2023. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntılanamaz.

Sharjah BAE 2011 

 Bülent Pakman kimdir?

 

Atatürk ile ilgili yazılarımız:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder