Amerika–Türkiye ilişkileri

Başından günümüze Amerika – Türkiye arasındaki ilişkiler 


İçindekiler

1. Amerika Birleşik Devletleri ve Osmanlı Devleti ilişkileri

Kuzey Afrika – ABD ile ilk temaslar
ABD-Berberi Antlaşmaları
ABD gemileri Anadolu’ya yanaşmaya başlıyor
Amerikan misyonerleri Anadolu’da
Harput Amerikan Koleji (Fırat Koleji)
Amerikan okulları
Sorunlar başlıyor
İlk Osmanlı-ABD Ticaret antlaşması
Diplomatik temsilcilikler
Silah Ticareti
Yatırım teşebbüsleri
İlişkiler kesintiye uğruyor

2. Kurtuluş savaşı sırasında ve Lozan’da Amerika’nın tutumu

ABD’nin 1. Dünya savaşına girişi
Kurtuluş Savaşı sırasında ABD
Lozan görüşmeleri
Chester İmtiyaz Sözleşmesi
Lozan Barış Antlaşması
Bir Başka Lozan Antlaşması
Ha o Lozan ha bu Lozan

3. Lozan’dan sonra Atatürk döneminde Türkiye-ABD ilişkileri

Karşılıklı nota çözümü – Modus Vivendi
İlk Elçiler atanıyor
Ticari ilişkiler
New York – İstanbul ilk non-stop uçuşu
Mac Arthur Türkiye’de
Yeni Elçi
Amerikalı danışmanlar gelmeye başlıyor
Suçluların İadesi Antlaşması
Amerika’ya tazminat ödeniyor
Atatürk döneminde Amerikan okulları

4. Atatürk’ten sonra Soğuk Savaşa kadar Amerika ile ilişkiler

Yeni Ticaret antlaşması
2. Dünya savaşı başlıyor
Türkiye’ye savaşa gir baskıları
Savaşta sona yaklaşılıyor
Roosevelt’in Rus aşkı
Yalta Konferansı
Stalin çok şey istiyor
Potsdam Konferansı
Missouri geliyor
Missouri çözümünün perde arkası
Soğuk savaş adımları

5. Soğuk Savaş süresince Türkiye – Amerika ilişkileri

Demir Perde ve Truman Doktrini
Marshall Planı
Fulbright Antlaşması
İsrail – ABD – Türkiye
Amerika Patrikhane’ye el atıyor
Menderes dönemi
Arap Milliyetçiliği doğuyor
Ortadoğu/Kuzey Afrika (Middle East North Africa – MENA) – ABD – Türkiye
27 Mayıs 1960 ihtilali
CIA ve askeri müdahaleler
Ankara’da küçük Amerika
I Love Amerika
Atatürk döneminde sekteye uğrayan Amerikan okullarına Barış Gönüllüleri alternatifi
Kıbrıs’ta Kanlı Noel
Türkiye’deki Jüpiter füzeleri
Amerika güya Kıbrıs sorununu çözmeye kalkışıyor
Amerika’nın önderliğine inanmak
Johnson’un mektubu
Amerika’nın Acheson Planları
Amerika’ya rağmen sınırlı müdahale
Mektubun ve ABD tutumlarının sonuçları
ABD Türk hükümetini değiştiriyor
ABD bu kez başarılı
6. filo eylemleri
Büyükelçi Komer’in arabası yakılıyor
Amerikalılar kaçırılıyor
12 Martta Amerika vardı
ABD bu kez iplenmiyor
Amerika’ya rağmen Kıbrıs harekatı
NATO dışında bir harekat
Ordunuz Kıbrıs’ın esiri olacaktır tehdidi
İkinci harekat
Amerikan üsleri ve Ambargo
Yeşil Kuşak Projesi
12 Eylül darbesi
Rogers Planı
Bir ABD baskısı daha
ABD’ye kolu kaptırmanın bedelleri

6. ABD’nin BOP- Büyük Orta Doğu Projesi

Türkiye’ye gerek kalmıyor
Yeni Dünya Düzeni
İslam ne haldedir?
ABD’nin Ilımlı İslam Eylem Planı
Büyük Ortadoğu Projesi
BOP’un yol haritası
İkiz Yasaları hatırlayalım
Ilımlı İslam – BOP – Fethullah Gülen

7. BOP sürecinde Türkiye-Amerika ilişkileri

Kuzey Irak’ta Kürt devleti
Muavenet olayı
Afganistan’da ABD ve Türk ordusu
ABD’nin Irak’ı işgali
Çuval olayı
Amerika’nın, Türkiye – Azerbaycan dostluğunu bozma girişimi
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eşbaşkanlığı görevlendirmesi
Ulus Devlet hedefte
Atatürk hedefte
Devleti ele geçirin
Türk Ordusuna kumpaslar
Fetoya müsamaha erimeye başlıyor
ABD Türkiye’yi iyice gözden çıkarıyor
İncirlik’teki nükleer başlıklar
Sıra Suriye’de
Suriye’de kimler var?
Kim ne yaptı?
Rahip Brunson krizi
S-400 krizi
Suriye Operasyonu krizi
Ateşkes
Bir zehir zemberek mektup daha
NATO’nun sonuna mı geliniyor?


1. Osmanlı – ABD ilişkileri

Kuzey Afrika – ABD ile ilk temaslar

Bir zamanlar Cezayir, Tunus, Trablusgarp ve Sale kentleri Mağrip-Berberi olarak da adlandırılan Kuzey Afrika coğrafyasının başlıca korsanlık merkezleri olmuştu. 1495 yılında Kemal Reis ile korsanlar Osmanlı Devleti hizmetine girmeye başladılar.  Osmanlı buralara Garp Ocakları adını verdi. Korsanlar esas itibariyle Cezayir’de bulunur devlet donanması denize açıldığı zamanlarda donanmaya katılır diğer zamanlarda bulundukları yerlerde sahil koruma görevi yürütür, diğer milletler yararına çalışan korsanlarla ve diğer ülke donanmalarıyla mücadele ederlerdi. Bir görevleri de saldırdıkları gemilerde bulunan gayrımüslim genç, güzel, bakire kızları esir alarak Osmanlı haremine cariye sağlamaktı.

Osmanlı korsanlığının 1500 -1600 arası döneminde Kemal Reis’ten sonra sahneye çıkan Barbaros kardeşlerden Hızır Reis Osmanlı Beylerbeyi oldu. Anadolu’dan yollanan levendlerle savaş gücünü arttırdı. Turgut Reis Trablusgarp’ı, Uluç Ali Reis ise Tunus’u fethetti.

1600 – 1800 arasındaki dönemde Kuzey Afrika’daki sancaklarda Osmanlı Sultanından çok levendler etkiliydi. Sultanın belirlediği beylerbeyi değil, levendlerin seçtiği “Dayılar” sancakları yönetirdi. Dayılar dönemi de denen bu dönemde kürekli kadırgaların yerini, yelkenli kalyonlar almaya başlamıştır. Sık sık darbelerle yönetim değiştiren Osmanlı sancakları, Osmanlılardan yavaş yavaş bağımsızlaştılar. Bu dönemde Amerikan gemileri İngiltere himayesinde Akdeniz’e rahat gelip gidebilmeye başladılar.

O dönemde dünya ticaretinde büyük bir yere sahip olan Akdeniz’de boy göstermek, ABD’nin temel ihraç ürünlerinden olan buğday, un, mısır, tuzlanmış balığın satışında Akdeniz ülkelerinin büyük yer tutması açısından ABD için oldukça önemliydi.  ABD 1783’te bağımsızlığını kazanınca Akdeniz’de İngiliz himayesi olmadan tek başına bayrak gezdirmek zorunda kaldı.  25 Temmuz 1785’de,  ABD bayrağı taşıyan ilk gemi olan Boston limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens’in idaresindeki Maria, Cezayir açıklarında korsanlar tarafından ele geçirildi. Arkasından, Philadelphia limanına bağlı, Kaptan O’Brien’in Dauphin de aynı akıbete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlı korsanlarının eline geçti. Amerikan Kongresi, 27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington’a 700 000 altına yakın harcama yetkisi verdi.


ABD-Berberi Antlaşmaları


Orijinali Türkçe olanTrablusgarp Antlaşmasının İngilizce tercümesi

ABD 5 Eylül 1795’de Osmanlı korsanlarıyla anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir’deki esirlerin iadesi ve gerek Atlas Okyanusu’nda, gerekse Akdeniz’de ABD sancağı taşıyan hiçbir gemiye dokunulmaması karşılığında, tek sefere mahsus 642 000 altın ve yılda 12 000 Osmanlı altını (21 600 dolar) ödeyecekti. Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmayı, Amerika Birleşik Devletleri adına Joseph Donaldson ve Osmanlı adına Cezayir Beylerbeyi Cezayirli Hasan Paşa, nam-ı diğer Hasan Dayı, imzaladı. Bu, ABD’nin iki yüzyılı aşkın tarihinde, yabancı bir dille imzalanan tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödenmesini kabul eden tek ABD belgesidir. Cezayir antlaşmasını 4 Kasım 1796’da Trablusgarp ve 28 Ağustos 1797’de Tunus antlaşmaları izledi. Bu antlaşmalar ABD’nin vergi karşılığında Akdeniz’de daha kolay hareket etmesini ve Osmanlı Devleti ile yakınlaşmasını sağladı.


Trablusgarp Antlaşması orijinali

Berberi korsanların Akdeniz’deki Amerikan ticaret gemilerinden aldıkları haracı artırmaları üzerine 1801-1815 yılları ve 1815-1816 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Kuzey Afrika Berberi beylikleri arasında gerçekleşen Birinci ve İkinci Berberi deniz savaşları ABD’nin zaferiyle sonuçlandı. Osmanlı Devleti bu savaşlara muhatap olmadı. ABD karşılıklı imzalanan yeni antlaşmalarla artık Berberilere haraç vermeyecekti.  Korsanların Akdeniz egemenliği dolayısıyla Topkapı sarayına cariye göndermeleri de böylece son bulacak, Osmanlı Haremi yeni kaynak için yüzünü Kafkasya’ya çevirmek zorunda kalacaktı.


ABD gemileri Anadolu’ya yanaşmaya başlıyor

İlk Amerikan ticaret gemisi “Grand Turk” (Büyük Türk) 1797 yılında İzmir’e geldi. Grand Turk,  Turks ve Caicos Adaları başkenti Cockburn Town’ın üzerinde bulunduğu adanın adı. Adanın keşfinin denizci bir Türk tarafından yapıldığı için bu adı aldığı sanılıyor. Bir başka söylentiye göre adada yetişen ve Osmanlı fesine benzeyen bir bitkinin adaya ad vermiş olması.  Gemiyle İzmir’e gelen yolcular arasında öncü misyonerler vardı. Misyonerler önce İzmir ve çevresinde faaliyet göstermeye başladılar.

Kaptan William Bainbridge USS George Washington Fırkateyni ile  9 Kasım 1800 tarihinde ziyaret amacıyla İstanbul’a geldi, iki ay kaldı, padişaha çeşitli hediyeler sundu. Bu dönemde ABD’nin Osmanlı topraklarında resmî elçisi olmadığı için iki ülke arasındaki ilişkiler, İngiliz konsolosları tarafından yürütülmekteydi.

İzmir limanı ile ticaret  yapan  Amerikan tacirleri, 1811  yılında, resmî  Amerikan görevlilerin yokluğunda, Osmanlı bürokratları ve diğer yabancı ülkelerin tacirleriyle aralarında doğacak sorunların çözümlenmesi için çalışacak gayri resmî bir yapı kurdular.  Kuruculuğunu ve başkanlığını David  Offley’in yaptığı Amerikan  Ticaret Odası  kısa  sürede İzmir limanına gelen Amerikalı tacirlerin ilk uğradığı yer haline geldi Offley bir konsolosun yerine getirmesi gereken tüm görevleri üstlenmekteydi.

Amerikan Hükûmeti, Türk-Amerikan ilişkilerini İngiltere’nin gözetiminden kurtarmak için Osmanlı Devleti’yle doğrudan temasa geçerek ticarî antlaşma imzalamayı amaçlıyordu. Gemilerinin büyüklüğü ve üstünlüğü sayesinde, Osmanlı Devleti ile ticaretten kazanç ve rakiplerine karşı avantaj sağlayacaktı. Amerikan gemilerinin Karadeniz’e geçişini sağlamak, Osmanlı Devleti’nin, bazı devletlere tanıdığı dinî ayrıcalıkların, Amerika Birleşik Devletlerine sağlanması,  Fransa’ya verilmiş kapitülasyonların benzerlerinin elde edilmesi hedeflenmekteydi. ABD İstanbul’a bu amaçla 1816’dan itibaren görevliler göndermeye başladı. Görevliler ticari  görüşmeler yapacak ve istihbarat toplayacaklardı.


Amerikan misyonerleri Anadolu’da

1810 yılında Massachusetts’deki Williams College öğrencileri tarafından kurulan kısaca “American Board” ya da “Board” olarak anılan ABCFM – Amerika Yabancı Misyon Temsilcileri Birliği (American Board of Commissioners for Foreign Missions) ABD’deki ilk organize misyonerlik topluluğudur. ABFMC bir başka yazımızda ayrıntılı olarak anlatılmaktadır OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN. Hedefi bütün dünyayı Protestanlaştırmaktır. Daha önce Grand Turk gemisiyle gelen öncü misyonerlerin faaliyetlerine ses çıkarılmamasından cesaret alan ABCFM 1818’de Osmanlı topraklarında örgütlü misyonerlik faaliyetleri yürütmeye karar verdi. Misyonerler sadece dini bilgilere sahip kişiler olmayıp görevlendirildikleri bölgenin  tarihini ve siyasi yapısını bilen veya inceleyip öğrenebilecek kapasitede olacaklardı. Görevlendirildikleri toplumun özelliklerini sosyolojik ve kültürel durumunu araştıracak ve devletlerine bilgi ulaştıracaklardı.

ABCFM’in 1820’de gönderdiği ilk misyonerleri Pliny Fisk ile Levi Parsons başlattığı bu faaliyetler Anadolu’nun etnik haritasını çıkarmayı ve yavaş yavaş Hristiyanlaştırmayı da amaçlıyordu. O zamanlar Anadolu topraklarında Hristiyan olarak yalnızca Doğu Ortodokslar ve Katolikler vardı. ABCFM, Pliny Fisk ve Levi Parsons’a 1 Aralık 1833 tarihli talimat mektubu ile şu görevi veriyordu: ”Bu kutsal ve vadedilmiş topraklar silahsız bir haçlı seferi ile geri alınacaktır.” Müslümanların Protestanlaştıramayacağına hükmedilince hedef kitle olarak Türkiye’de yaşayan ve Hristiyanlığın Katolik, Gregoryan veya Ortodoks mezheplerine mensup Osmanlı vatandaşlarının bu misyonerlerce Protestanlaştırılmasına karar verildi. Bu amaç doğrultusunda Türkiye’de yaşayan Bulgar, Rum ve Ermeniler misyonerlik faaliyetlerinden etkilenmeye başladılar. Mezhepçilik faaliyetleri dışında, Milliyetçilik akımı üzerinden de bu milletler etki altına alınmaya çalışıldı. Misyonerler tarafından Malta Matbaası 1822’de kuruldu, 1833’de İzmir’e nakledildi. Benzeri matbaalar, İzmir ve İstanbul’da da kuruldu.

H.G.O. Dwight ve Eli Smith, 1830’da İzmir’e gelerek misyoner çalışmalarına katıldılar. Osmanlı ülkesinde seyahat için gereken tezkere ve izin belgelerini aldılar. Dwight ve Eli Smith, Erzurum, Kars, Tiflis, Nahcıvan, Tebriz, gibi bölgelerde gezerek, Kürtler, Ermeniler ve Nasturiler hakkında 700 sayfalık bir kitap hazırladılar. Bu kitap ABCFM tarafından bastırıldı ve bölgeye gelen tüm misyonerler için temel bir başvuru kitabı oldu.

1860 yılında Harput’ta yapılan yıllık toplantıda Anadolu’daki misyonerlik faaliyetleri daha da kurumsallaştırılmış ve misyonlar belirli bir hiyerarşik yapı içerisinde coğrafi bölgeler göz önüne alınarak Batı Türkiye, Merkezi Türkiye, Doğu Türkiye diye üç çalışma misyonuna bölünmüştür.
– Batı Türkiye Misyonu İstasyonları: İstanbul, Trabzon, Merzifon, Sivas, Kayseri, Bursa, İzmir
– Merkezi Türkiye (eski adıyla Güney Ermenistan) İstasyonları: Antep, Maraş, Adana, Saimbeyli (Haçin), Halep, Tarsus, Urfa
– Doğu Türkiye (Kuzey Ermenistan) İstasyonları: Harput, Erzurum, Mardin, Bitlis ve Van

Misyonerler, Basra, Van, Talas, Merzifon, Antep, Harput, Bitlis ve Haçin (Saimbeyli) gibi çeşitli Osmanlı vilayet, kaza ve hatta köylerinde açmış oldukları hastane ve yetimhaneler vasıtasıyla halkı kendilerine çekmenin yollarını aramışlardır.

Misyonerler yaşadıkları bölgelerde daha önce bilinmeyen yenilikleri de bölge insanına tanıttılar. 1827 yılında patates, 1854’de dikiş makinası, 1856’da fotoğraf makinası, 1865’te gazyağı lambası gibi o zamanlar sadece Batı’da bilinen ve kullanılan yenilikleri bölge insanlarıyla paylaştılar.

Misyonerler bütün bu yenilikleri, din, eğitim, sağlık ve matbaa çalışmalarıyla zamanla kendilerine bir yaşam alanı kurarak “Amerikan kültürü” ve “yaşam tarzını” bölgeye tanıtmakla kalmadılar, aynı zamanda bu yaşam tarzını bölge insanına da yaydılar.

ABCFM’in faaliyetlerini özetleyen 1880 tarihli Bartlett Raporu’nda ”Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır” ifadesi yer almaktadır.

Uzaklığı nedeniyle Amerika’dan saldırı açısıdan zarar gelmeyeceğini düşünen Osmanlı’nın göz yumduğu misyonerlik faaliyetleri Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini hızlandırmış ve Amerikan hegemonyasının dünyanın her bir tarafına yayılmasını sağlamıştır. Ermeni sorunun oluşumunda ve günümüze kadar sürmesinde ABD’nin misyonerlik faaliyetleri önemli role sahiptir.


Amerikan okulları

1840’da Bebek’te Amerikan okulu açıldı ve 1863’de Robert College adını aldı. 1863’de Merzifon Anadolu Koleji, 1866’da Beyrut Protestan Koleji (günümüzde Beyrut Amerikan Üniversitesi), 1873’de İstanbul’da Amerikan Kız Koleji, 1876’da Antep’te Merkezi Türkiye Koleji, 1878’de Harput’ta Fırat Koleji açıldı. Robert Kolej ile kardeş okul olan Amerikan Kız Koleji ABD sınırları dışındaki ilk Amerikan okullarıydı. İkisini de Rumeli Hisarı’na yakın olması, Robert Kolej’e ait ilk binanın, Rumeli Hisarı’nın yapımında kullanılan taş malzemeyle inşa edilmesi akla bazı Haçlı komplo teorileri getirmekteydi.

1880’de  Amerikan misyoner okulları  sayısı 331, öğrenci sayısı 13 095 olmuştu. 1882’de Maraş’ta Merkezi Türkiye Kız Koleji,  1888 yılında Tarsus’ta Paul Enstitüsü (sonradan Tarsus Amerikan Koleji), 1889 yılında Talas Amerikan Koleji v.b. öncekileri izledi. Lozan Antlaşması sürecinde ve sonrasında Amerika’daki Türk düşmanı faaliyetlerin başını çeken Kayserili Vahan Kardaşyan Tarsus Amerikan Kolejinde okumuştu. Anadolu’daki 5 Amerikan Koleji’nin ana sponsorları Ermeniler’di.


Harput Amerikan Koleji (Fırat Koleji)


Harput Amerikan Koleji

Harput Amerikan Koleji Mamurat-ül Aziz Vilayeti’nde kurulmuştur. Amerikalıların Harput’a gelişi 1856 yılına dayanır. George H. Dunsman adında genç bir misyoner Harput’a gelmiş ve Harput’da Hıristiyanlığı yayma çalışmaları için inceleme ve araştırmalar yapmıştır. Bu incelemeler ışığında Harput’daki azınlıkların bu çalışmalar için çok uygun olduğuna karar vererek Harput’da misyoner okullarının kurulması için girişimi başlatmıştır. Kısa süre sonra misyonerler hiçbir masraftan kaçınmayarak Harput’daki geleneksel sivil mimariye uygun bir tasarım içeren kolej binasını yapmışlardır.
1857 yılında Harput’a C.H. Wheller adında bir misyoner daha gelmiştir. Kısa zaman sonra ise O.P. Allen ile H.N. Barnum da Harput’a geldiler. Amerikan Koleji’nin Harput’un Şehroz Mahallesinde birkaç bina satın alınarak inşaatına başlandı. Amerikan Misyoner Cemiyetleri tarafından çok ciddi maddi imkânlar da sağlanarak yapılan kolej için ilerleyen zamanlarda satın alınan binaların sayısı arttı. Özgün adı Ermenistan Koleji (Armenia College) olan okulun adı Bab-ı Ali’nin itirazı üzerine Fırat Koleji olarak  değiştirildi. Amerikan Koleji sahası 60 000 metrekareyi buldu. O yıllardaki Harput evlerine göre oldukça modern binalar yapılmıştır. Şehroz mahallesinde binalar satın alınarak yapıldığından dolayı, Kolej birbirinden bağımsız yapılardan oluşmuştur.
Kolej, Harput Dağ Kapı dışındaki Mezra’ya hâkim bir tepede yapılmıştır. Sur dışında yer alan bu kolej, sur içindeki mahallelere göre oldukça yeşil bir alandı.
1- Kolejde Harputlulardan başka, çevre vilayetler olan Bingöl, Arapkir, Kemaliye, Dersim, Erzincan ve Diyarbakır’dan gelen Ermeni ve Süryani öğrenciler yatılı eğitim görüyorlardı. Kolej bünyesinde yurt ve aşhane de yapılmıştır.
2- Kolejde kimsesiz çocuklar için yetimhane yapılmıştır. Bu yetimhanede 177 kız, 122 erkek kimsesiz çocuk kalıyor ve kolejde eğitim görüyorlardı.
3- Şehroz Mahallesinde var olan kilise yerine daha büyük bir kilise yapılmıştır. Kolej bu kilise çevresinde gelişerek genişlemiştir.
4- Kolej binalarında gösteri ve konser salonu yer almıştır.
5- Kolej bünyesinde bir orkestra kurulmuş, konserler verilmiştir.
6- El işi dersleri için atölye salonları oluşturulmuş, resim, nakış, dikiş, ipek böcekçiliği, marangozluk gibi alanlarda kurslar düzenlenmiştir.
7- Şehroz Mahallesinde sadece kolej binaları yapılmamış yaz ve kış aylarında kullanılmak üzere öğretmenlerin oturacağı lojmanlar da yapılmıştır.
8- Okul bünyesinde revir yapılmış bu revirlerde sağlık derslerinde staj yapma olanağı sağlanmıştır. Bu revirlerde hemşire ve tıp araştırmacısı yetiştiriliyor ve bu hemşireler hastanelerde görevlendiriliyordu.
9- Kolejden mezun olan öğrencilerin yüksek öğrenim yapmaları için, başta Amerika olmak üzere, bir çok ülke için burslar sağlanmıştır.
10- Rüzgâr enerjisinden yararlanarak bir su deposu yapılmış, bu depo sayesinde yaz aylarında sıcak su kullanılmıştır.
11- Okulda Ermenice, Fransızca, İngilizce, Cebir, Edebiyat dersleri, Ermeni tarihi, Teoloji, Felsefe, Sosyoloji ve Sağlık dersleri veriliyordu.


Sorunlar başlıyor

1890’ların başından itibaren ağırlık kazanan Ermeni isyanları ve Osmanlı Devleti’nin bunlara tepkileri misyonerler tarafından dünya kamuoyuna çarpıtılarak aktarıldı. İlk önce, 6 Ocak 1893’te Ankara çevresinde oturan Ermeni isyancılar, aynı yıl Merzifon ve Amasya’da isyan eden Ermeniler, Osmanlı-ABD ilişkilerini de olumsuz yönde etkilediler. Ermeni Hınçak isyancılarının sığındığı Merzifon Kolej binasının Osmanlı askerlerince tahrip edilmesi Washington’da büyük tepkiye neden oldu. İkinci önemli gelişme Kasım 1895’te çıkan isyan nedeniyle Harput ve Maraş’taki Amerikan okulları ve Amerikan misyonerlerin zarar görmesi oldu. Harput konsolosluğundan gelen bilgiler ışığında ABD elçisi 100 000 dolar tazminat istedi. ABD tahribatların tazminini sağlamak için İzmir’e USS Bancroft savaş gemisini gönderdi. II. Abdülhamit olayı zamana yaymaya çalıştı ise de ABD’nin tehditleri ağırlaştı. Tazminatlardan tatmin olmayan ABD Aralık 1897’de bu kez USS Kentucky savaş gemisini İzmir’e gönderdi ve tazminatlar için zorlayıcı önlemlere başvuracağını bildirdi. II. Abdülhamit Haziran 1901’de  ABD elçisine 19 000 sterlin zarar ziyan bedeli ödemek zorunda kaldı.

1914 yılında Türk topraklarındaki Amerikan okullarının sayısı 426’ya çıkmıştı, 17 500 dolayında öğrenci, 163 kilise, 17 misyoner merkezi ile 9 tane de Amerikan hastanesi ile 10 dispanser vardır. Aynı yıl Osmanlı İmparatorluğunda ise Sultaniye (lise) ve İdadilerin (ortaokul) sayısı 69, buralarda okuyan öğrenci sayısı ise 6 800 civarındaydı. Osmanlı yöneticileri, yabancı okulları denetim altına almak ve zararlı faaliyetlerini engellemek olmak için çeşitli düzenlemelere gittilerse de, gerek kapitülasyonlar gerekse büyük Batılı devletlerin araya girmeleri yüzünden istedikleri sonucu alamadılar.


İlk Osmanlı-ABD Ticaret antlaşması

Uzun süren görüşmeler sonucunda 7 Mayıs 1830’da Osmanlı Devleti adına Reis-ül Küttap (dışişlerinden sorumlu devlet görevlisi) Mehmed Hamid Efendi ile ABD Başkanı Andrew Jackson tarafından görevlendirilen Charles Rhind arasında “Seyr-ü Sefain (Denizcilik) ve Ticaret Antlaşması” imzalandı. Dokuz maddeden oluşan bu antlaşma ile ABD’ye “en ziyade mazhar-ı müsa’ade olan millet” (en ayrıcalıklı-kayırılan devlet – most favored nation treatment for commerce) statüsü verilmekteydi. Antlaşmanın şartları şöyleydi:

1. Madde: İster Müslüman isterse Reaya olsun, Babıali’nin (Sublime Porte) herhangi bir tüccarına Amerika Birleşik Devletleri limanlarından, ülkelerinden ve şehirlerinden geçerken, en çok kayırılan diğer ülkelerin tüccarlarının gördüğü işlem uygulanacak ve ödediği vergiler ve harçlar aynı miktarda olacaktır. Aynı şekilde Amerikan tüccarları, Osmanlı’nın iyi savunulan ülkelerinden ya da limanlarından birine gelmesi durumunda, en çok kayırılan dost Güçlerin tüccar ve vatandaşlarının ödediği vergi ve harçların aynısını ödeyecek hiçbir şekilde rahatsız ve taciz edilmeyecektir. Her iki tarafta da seyahat pasaportlarını sunacaklardır.

2. Madde: Babıali gerek gördüğü Amerika Birleşik Devletlerine ait ticari noktalarda Şahbenderlikler (konsolosluklar) kurabilir. Birleşik Devletler Babıali’nin egemen olduğu yerlerindeki ticari noktalarda ticari işlere nezaret etmek için gerekli olarak gördüğü durumlarda vatandaşlarını Konsolos ve İkinci Konsolos olarak atayabilir. Bu Konsolos ve İkinci Konsoloslara Berat ve Ferman verilecek, uygun üstünlükle donatılacaklar, gerekli yardım ve koruma sağlanacaktır.

3. Madde: Babıali’nin iyi korunulmuş eyaletlerinde ve limanlarında yerleşmiş olan Amerikalı tüccarları diğer dost Güçlerin tüccarları gibi, ticari amaçlarla kendilerine birer Simsar (komisyoncu) tutma serbestisine sahip olacaklar, işlerine karışılmayacak, hiçbir şekilde yerleşik adetlerin tersi muameleye maruz kalmayacaklardır. Osmanlı imparatorluğu limanlarına gelen, limanlardan ayrılan Amerikan gemileri diğer dost Güçlerin gemilerinden daha fazla olarak Gümrük, Liman Müdürlüğü memurları tarafından ziyaret edilmeyeceklerdir.

4. Madde: Eğer Babıali vatandaşları ile Amerikan yurttaşları arasında bir dava ve anlaşmazlık baş gösterirse, hiçbir şekilde bir Amerikalı tercüman  bulunmadan karara varılmayacaktır. 500 kuruşu geçen durumlarda ise durum Babıâli’ye aktarılacak ve eşitlik ve adalet kavramları içerisinde değerlendirilecektir. İşini doğru dürüst yapan bir suç ya da kabahat zanlısı ya da hükümlüsü olmayan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları taciz edilmeyecekler, bir miktar suç işlemiş olsalar dahi yerel yetkililerce tutuklanmayacaklar, hapse atılmayacaklar, kendi Elçileri ya da Konsolosları tarafından sorgulanacaklar ve suçlarına göre cezalandırılacaklar, bu konuda diğer Batılılara yapılan uygulamalara onlara da uygulanacaktır.

5. Madde: Babıali’nin egemenlik alanlarında veya sularında ticaret yapan Amerikan gemileri, kendi bayrakları ile güvenle gidip gelebilir, fakat farklı bir Gücün bayrağını almamalı, bayraklarını farklı bir Gücün ve Ülkenin gemisine veya tüccarına, Reaya’nın gemi ve tüccarları da dahil olmak üzere, vermemelidir. Birleşik Devletlerin Elçileri, Konsolosları ve İkinci Konsolosları gizli ya da açık olarak Babıali’nin Reayalarını korumayacak, burada karşılıklı rıza ile ortaya konmuş, mutabık kalınmış ilkelerden hiçbir zaman ayrılmayacaklardır.

6. Madde: İki tarafa ait savaş gemileri birbirlerine donanma sınırları dahilinde dostane tavrı ve iyi anlayışı ve ticari gemilere de aynı nezaket ve saygıyı göstereceklerdir.

7. Madde: Birleşik Devletleri’e ait ticari gemiler en çok ayrıcalıklı ülkelerin gemileri gibi İmparatorluk Saraylarının olduğu Boğazdan  geçme hakkına ve Karadeniz’e yüklü ya da yüksüz gitme hakkına sahiptir; ve yasaklılar dışında Osmanlı İmparatorluğu ya da kendi ülkelerinden ürünlerle yüklü olabilirler.

8. Madde: İki tarafın ticari gemilerinin Kaptanları ya da Sahipleri razı olmazsa asker veya mühimmat taşımaya zorlanamazlar.

9. Madde: Eğer sözleşmeye taraflardan herhangi birinin ticari gemilerinin kaza geçirmesi durumunda, diğer taraf hem mürettebatın kurtarılması hem de varsa kurtarılabilecek mallar için yardım edecektir; ve mallar kazanın en yakınındaki Konsolos huzurunda Sahiplerine ulaştırılacaktır.

Not: Babıali; Osmanlı Devleti’nde İstanbul’da sadaret (Başbakanlık), dâhiliye ve hariciye nezaretleri (İçişleri ve Dışişleri bakanlıkları) ile Şûrayıdevlet (Danıştay) dairelerinin bulunduğu yapı.

Görüldüğü gibi neredeyse tek taraflı kaleme alınmış  Antlaşma Osmanlı Kapitülasyonlarının Amerika Birleşik Devletlerine de tanınmasından başka birşey değildi.  Osmanlı’ya vergi gelirinden başka hiçbir yararı olmadı. Ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanan Osmanlının tüccarları Amerika’ya gidecek durumda değildi, çünkü Osmanlı Devleti’nin okyanusu aşabilecek gemileri bulunmamaktaydı. Ayrıca Osmanlı Devleti 1828-1829 yıllarında Rusya ile savaşmış ve bu savaştan yenik çıkmıştı ve 1830’da da Cezayir Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Bu olayların tamamı Osmanlı Devleti’nin dış ticaretini olumsuz etkilemiş, bu nedenle Osmanlı ve Amerika Birleşik Devletleri  arasındaki bu ticaret antlaşmasından imtiyaz elde eden Amerikalılar kârlı çıkmıştır. Bunlar dışında 1820’den beri Osmanlı’da faaliyet göstermeye başlayan Amerikan misyonerleri ABD diplomatlarının bilgisi olmadan yargılanamama gibi resmen geniş imtiyazlar, okul, hastane açma olanağı elde etmişlerdir.

Ticari ilişkiler 13 Şubat 1862’de imzalanan yeni bir antlaşmayla devam etti. Bu antlaşma 1830’daki antlaşmanın genişletilmiş ve ayrıntılı  haliydi. 1862 anlaşması 1884 yılında Osmanlı Devleti tarafından tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılmış, bunun üzerine 1830 tarihli anlaşmaya geri dönülmüştür.


Diplomatik temsilcilikler

1831’de İstanbul’da ilk ABD Konsolosluğu açıldı. David Porter ABD Maslahatgüzarı olarak göreve başladı. 1832’de İskenderiye, Beyrut, Selanik, Kudüs, Çanakkale, İstanköy, Bozcaada ve Bursa’da konsolosluklar açmıştır. 1839 yılında ABD İstanbul diplomatik temsilciliğini mukim elçilik düzeyine çıkardı. İstanbul elçiliğinde elçinin yanında bir katip, bir-iki tercüman ve Babıali tarafından elçilik hizmetine verilen ve yasakçı adı verilen muhafızlar görevliydi. 1860’lardan sonra suç işleyen Amerikalılar için bir de elçilik hapishanesi açıldı. 1840-1881 arasında İstanbul’da 11 adet ABD temsilcisi mukim elçi rütbesini taşıyordu. 1882’de alınan yeni bir kararla, İstanbul temsilciliği orta elçilik düzeyine yükseltildi. 1882-1906 arasında dokuz ABD temsilcisi ortaelçi sıfatıyla çalıştı. 1906’da ABD temsilciliği büyükelçiliğe yükseltildi ve 1914’e kadar beş büyükelçi görev yaptı.

Osmanlı Devleti’nin ABD’de konsolosluk açması ise özellikle mali güçlükler yüzünden biraz daha uzun sürmüştür. Babıâli ABD’deki ilk konsolosluğunu 1845’de Boston kentinde açtı, Boston’da yaşayan Abraham Tibgeoğlu’nu Osmanlı gemilerinin Boston limanıyla ticari ilişkisini düzenlemek ve ABD’de bulunan Osmanlı tebaasının korunmasını ve ayrıcalıklarını sağlamak için görevlendirdi. İkincisi konsolosluğu 1856’da New York’ta, üçüncüsünü ise 1858’de Baltimore’da açtı. ABD’deki elçiliğini ise ancak 1867’de Washington’da  açabildi ve Edward Blacque (Bulak) Bey orta elçi olarak atandı. Elçiliğin açılmasından sonra ABD’deki Osmanlı konsoloslukların sayısı çoğaldı; 1881’de New York, Baltimore, Chicago, Boston, Philadelphia ve New Orleans’da Osmanlı konsoloslukları bulunuyordu.


Silah Ticareti

Savaş gemileri ve silah ticareti Osmanlı-Amerikan ticari ilişkilerine ayrı bir canlılık kattı. Osmanlı Devleti’nin, 1827 Navarin olayından sonra Amerikan savaş gemilerine ve kara silahlarına duyduğu ilgi, iki ülke arasında yoğun bir silah ticareti yapılmasına yol açtı. Osmanlı özel temsilcisi Binbaşı Emin Bey’in 1851’de ABD’nin önemli tersane ve deniz üslerini gezmesinin ardından Kaptan-ı Derya Paşa’ya rapor sunduktan sonra Babıali yeni siparişler verdi.

1858 yılında verilen gemi siparişi, İngiltere büyükelçisinin yoğun temasları sonucunda iptal edilerek İngiltere’ye verildi. Osmanlı Devleti’nin Amerikan kara silahlarını büyük miktarlarda ithal etmesi ilk kez 1865’te gerçekleşti. Amerikan iç savaşında kullanılan 40 000 Enfield marka piyade tüfeği, bu tarihte Osmanlı Devleti tarafından satın alındı. 1869’da 239 000 adet Enfield ve Springfield marka piyade tüfeği süngüsü ve fişekleriyle birlikte 1.331.000 dolara satın alındı.

Osmanlı Devleti’nin ABD’den silah alımları 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı öncesinde en yüksek boyutlarına ulaştı. 1873’de Babıali ABD’den 400 000 adet Winchester marka piyade tüfeği satın aldı. 1882’de II. Abdülhamit, ABD Elçisi Lewis Wallace ile dostluk kurmuşsa da fiyat konusunda anlaşma sağlanamadığından alım gerçekleşmemiştir. 1900’lerin başında Osmanlı Devleti’nin ABD’den deniz silahları satın alması konusu taraflar arasında konuşuldu ve bir savaş gemisi alma konusunda anlaşma sağlandı. Söz konusu gemi 1904’te Osmanlı Devleti’ne teslim edildi ve Mecidiye adıyla donanmadaki yerini aldı.

1865-1880 döneminde yoğun biçimde devam eden Osmanlı-ABD silah ticareti, Almanya’nın 1880’lerin ortalarından itibaren Osmanlı silah piyasalarına yoğun biçimde girmeye başlamasıyla düşüşe geçti ve hiçbir zaman eski düzeyine ulaşamadı


Yatırım teşebbüsleri

Artık sıra ABD’li sermayedarların Osmanlı Devleti’nde petrolün bol bulunduğu bölgelerle ilgilenmelerine gelmişti. Amaçları petrolün bulunduğu bölgeleri kullanmak ve yapılacak demiryolu inşaatı imtiyazını elde etmekti.

Amerikalı Amiral Colby Mitchell Chester 1870’li yıllardan sonra Ermeni olayları sırasında zarar gören Amerikan mallarına karşı tazminat için 1900 yılında gönderilen Amerikan gemisi USS Kentucky’nin kaptanı olarak İstanbul’a geldi.

1908 yılında Chester ve ekibi bu kez Türk topraklarının sahip olduğu potansiyeli tetkik etmek için bir geziye çıktı. Bu gözlem ve incelemelerinin amacı Amerikan sermayesinin dikkatini bölgeye çekmek, dönüşünde Amerika’da tartışacak bir ortam hazırlayıp, tartışmak, Amerikan sermayesini bölgede yatırım yapacak istekliliğe sevk etmekti. Chester Sultan II. Abdülhamit ile demiryolu yatırımları konusunda görüştü. II. Abdülhamit’ten Osmanlı İmparatorluğundaki bütün bayındırlık işlerini alın ve bunları, sizce bu işler için en uygun müteahhitlere dağıtın yeterki, bu müteahhitler Amerikalı olsun” şeklinde yeşil ışık alınca 1909 yılında Osmanlı hükümetine demiryolu projeleri sundu. Projeler mevcut demiryollarının yeni ve ayrı hatlarla Samsun Limanına, Erzurum’a, oradan İran ve Sovyet sınırları ile Tirebolu ve Trabzon limanlarına, Sivas’tan Harput’a oradan Van’a, Musul‘a, Yumurtalık ve İskenderun’a bağlanmasını içeriyordu. 1909’da imzalanan ön anlaşma 7 Kasım 1911’de Meclis-i Mebusan’da görüşüldü, ancak sonuç alınamadı. İngiltere ve Almanya bu anlaşmaya tepki göstererek Osmanlı Devleti’ne baskıda bulundular. İki devletin Osmanlı Devleti’ne uyguladığı diplomatik baskılar, antlaşmanın onaylanmamasının nedenlerinden biriydi. Bunun üzerine, ABD elçisi Rochild, 11 Aralık’ta, sadrazama, şirketin yatırdığı depoziti çektiğini ve imtiyaz teşebbüsüyle ilgili başvuruyu geri almak istediğini bildirmek zorunda kaldı.


Amerika’ya göç eden ilk Türkler

Amerikan istatistiklerine göre 1820 ile 1931 yılları arasında Osmanlı topraklarından ABD’ye göç edenlerin sayısı 415.793 olarak tespit edilmiştir. Ancak bu rakam eski Osmanlı toprakları olan Balkan ve Ortadoğu ülkelerinden gelen göçmenleri de kapsamaktadır. Yine aynı istatistiklere göre 65.756 Ermeni ile 18.848 Türk’ün de göç ettiği, dahası Harput, Elazığ, Akçadağ, Gaziantep ve Makedonya’dan gelip, Beyrut, Mersin, İzmir, Trabzon ve Selanik limanlarından gemilere binen bazı Türklerin de Amerika’ya daha kolay girebilmek için “Suriyeli” veya “Ermeni” olduklarını beyan ettikleri belirtilmektedir. 

O yıllarda Amerika’ya göç eden Türklerden en ilginci, çöl iklimine benzer bir iklime sahip olduğu için güneybatı Amerika’da ulaştırma ve posta hizmetleri için kurulacak Deve Müfrezesi için satın alınan develerle birlikte Amerika’ya gelen Hacı Ali’dir. 22 yaşındaki Hacı Ali, 10 Şubat 1857 günü Amerika’ya ayak basmıştır. Amerikan Ordusu, develeri posta ve malzeme taşıma işlerinde kullanmaya başlamış ve Hacı Ali de bu develeri gütmekten sorumlu şahıs olarak çalışmıştır.


İlişkiler kesintiye uğruyor

Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken ABD, Yunanistan’a “Idaho” ve “Missisipi” adlı iki savaş gemisi sattı. Bu olay Osmanlı Devleti açısından ABD’nin Yunanistan’a savaş yardımı yapması anlamına geliyordu. Yunanistan’ın güçlenmesi Osmanlı Devleti için bir tehditti. Osmanlı Devleti bu olaya tepki gösterince Türk-ABD ilişkileri gerginleşti. Buna 11 Kasım 1914’te Osmanlı Devleti’nin müttefikler yanında savaşa girmesi de eklendi. İttihat ve Terakki Hükümeti aynı yıl kapitülasyonları ve ABD imtiyazlarını kaldırdı.

Amerika Birleşik Devletleri  1. Dünya Savaşı sırasında ticaret gemilerine yoğun şekilde saldıran Almanya’ya 2 Nisan 1917’de  savaş ilan ederek dünya savaşına katıldı ancak Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etmedi. Anadolu’daki misyonerler ve öğretmenler ile Hristiyan azınlıkları tehlikeye atmak istemiyordu.  20 Nisan 1917’de iki taraf diplomatik ilişkileri kesmekle yetindiler. Osmanlı Hariciye Nazırı, diplomatik ilişkilerin kesildiğini Amerikan elçisine bildirirken, esasında ilişkilerde herhangi bir değişiklik olmayacağını ve Türkiye’deki Amerikan okulları ve diğer kuruluşların eskisi gibi faaliyetlerine devam edeceği hususunda güvence vermiştir.


2. Kurtuluş savaşı sırasında ve Lozan’da Amerika’nın tutumu

Wilson ilkeleri

8 Ocak 1918’de. Amerika Birleşik Devletleri başkanı Woodrow Wilson  1. Dünya savaşı sonrası ile ilgili 14 ilke (prensipler) ortaya attı. Bunlardan 12ncisi Misak-ı Milli sınırlarını ilgilendirmekteydi:

  • “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, ancak halihazırda Türk hakimiyetinde bulunan diğer milletlere tam bir yaşama emniyeti ve mutlak otonom bir gelişme imkânı temin edilmeli, Boğazlar uluslararası garantiler altında tüm milletlerin gemilerinin ve ticaretinin serbest geçişine daim açık olmalıdır” (“The Turkish portion of the present Ottoman Empire should be assured a secure sovereignty, but the other nationalities which are now under Turkish rule should be assured an undoubted security of life and an absolutely unmolested opportunity of autonomous development, and the Dardanelles should be permanently opened as a free passage to the ships and commerce of all nations under international guarantees.”)

Wilson ilkelerine göre Ermenistan ve Kürdistan


Amerikan mandasının gündeme gelişi

Aslında söz konusu 12. madde kamuflajdan başka birşey değildi. Wilson’un kapalı kapılar ardındaki niyeti daha farklıydı. Kendisi “Türkiye diye bir yer kalmayacak ki” düşüncesiyle  Osmanlı devletine elçi atamayan,   “Türkiye’nin haritadan silinmesi gerekiyor” diyen biriydi. Arka planda Osmanlı İmparatorluğu’nu manda devletlerle parçalayan gizli paylaşımlar söz konusuydu.  Bu niyetlerin sonucunda Kürdistan, Ermenistan, Pontus Devletlerinin hayata geçirilmesi mümkün olacaktı.

13 Kasım 1918’de İtilâf Devletleri’nin İstanbul’u işgaline Amerika da katıldı. Wilson tarafından ABD’nin İstanbul’daki Amerikan Yüksek Komiseri olarak atanan Koramiral Mark L. Bristol, Osmanlı devletinde yaşayanların isteklerini almadan Osmanlı devletinin parçalanmak istenmesini eleştirdiği ve Türk ulusalcıları ile daha iyi ilişkiler kurulması taraftarı olduğu için Türkler üzerinde diğer işgalci komutanlardan farklı ve iyi etki uyandırdı. Bristol’un görüşleri uzun zamandır Anadolu’da demiryolu yatırımları yapmak isteyen Amiral Colby Chester tarafından da destekleniyordu.

I. Dünya Savaşı’nın galip devletleri, imzalanacak olan antlaşmaların üzerinde karşılıklı olarak anlaşmak ve kendi aralarındaki siyasi, ekonomik problemleri çözümlemek amacıyla 18 Ocak 1919’da Paris’te bir araya geldiler. İtilaf Devletleri’nin konferansta savaştan galip ayrılmalarının verdikleri rahatlıkla Wilson İlkeleri’ni göz ardı ederek yenilen devletlere imzalatmak amacıyla çok ağır şartlar taşıyan antlaşma taslakları hazırladılar.  Konferansa katılan Ermeni temsilcilerinin Doğu Anadolu’da bağımsız Ermenistan kurulması fikri İtilaf Devletleri tarafından destek gördü. İngiltere ve Fransa daha önce İtalya’ya vermeyi tasarladıkları İzmir ve çevresinin Yunanistan tarafından işgal edilmesini kabul ettiler. ABD, Avrupa’daki bu kararlara aktif olarak katılmama politikası izledi.


Sivas Kongresi

Kuvay-ı Milliyeciler arasında Wilson prensiplerini fırsat sayıp Amerika’nın mandasını yani Amerikanın kucağına oturmayı isteyenler oldu, bunların başını Halide Edip çekmekteydi. Wilson Prensiplerinin 12. Maddesinin uyardığı umutla Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurma fikri, İstanbul Üsküdar’daki Amerikan KızKolejinin ilk öğrencilerinden Halide Edip’ten (Adıvar) kaynaklanmıştır. Ulusal Mücadeleye düşman faaliyetleri yüzünden daha sonra vatan haini olarak yurtdışına çıkarılacak olan Refik Halid Karay da, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucu üyelerinden biriydi

Wilson’un Osmanlı Hükümeti ile görüşmeler yapmak için İstanbul’a gönderdiği King Crane Heyeti İstanbul’da Wilsoncular Cemiyeti’nin kurucularından olan Halide Edip ile tanışıp ondan Anadolu’da gelişen hareket ve Mustafa Kemal Paşa hakkında bilgi almışlardı. Halide Edip, Mustafa Kemal Paşa’ya da 10 Ağustos’ta yazdığı mektupla Kongre sırasında bir Amerikalı gazetecinin bulunmasının hareketin duyulması bakımından yararlı olacağını hatırlatmıştı. Halide Edip ayrıca Sivas’ta toplanacak kongreyi bir Amerikalı gözlemcinin izlemesini önerdi. Heyetin bu öneriyi uygun bularak istihbarat toplaması için Sivas’a gönderdiği Amerikanın Chicago Daily News Gazetesi muhabiri Edgar Browne 1919 Eylülünde Sivas’a gelerek M. Kemal Paşa ile manda konusu ile ilgili bir görüşme yapmıştı. Paşa bu görüşmede “manda” kelimesini kullanmaktan kaçınmış onun yerine “yardım” tabirini kullanmayı uygun bulmuştur. Browne,Türklerin manda sözcüğünü sadece yardım olarak algıladıklarını kavramış ve özellikte Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi sonunda toprak ödünleri içeren veya ekonomik veya toplumsal bağımsızlığı kısıtlayan bir bağlantıya girmek istemedikleri kanısına varmıştı. Bu yargısını hareketin bir ihtilale dönüşeceği tahminini de ekleyerek Bristol’e olduğu gibi Crane’e, meslektaşlarına, ayrıca, Amerika’da yayınlanmak üzere gazetesine yazdı. Browne, “kansız ihtilal” olarak tanıttığı Sivas Kongresi’nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa ve Asbaşkanı Rauf Bey’in artık ‘Türk İmparatorluğunun gerçek yöneticileri’olduğunu Paris’ten de dünyaya duyurdu. Browne’un Chicago Daily News’da büyük manşetlerle verilen yazıları milli mücadelenin amacını Anadolu’dan Paris’e aktaran köprüler oldu.

Aynı günlerde  Sivas Kongresi toplanmaktaydı. Kongre zabıtlarında aynen var olan ifadelerden de anlaşılacağı üzere, kongreye katılan delegelerin yaklaşık dörtte üçü Amerikan mandasının kabulünü istemekteydiler.

Kongre’ye İstanbul’dan katılmış olan Tıbbiyeli Hikmet “Paşam delegesi olduğum tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık davamızı başarıya ulaştırmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdi. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa ve bunlar kim olursa olsun, karşı çıkarız ve şiddetle reddederiz. Siz de manda fikrini kabul ederseniz, sizi de reddederiz” demiş, Mustafa Kemal Paşa ise “Evlât müsterih ol. Sizin gibi gençlerle iftihar ediyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl, Ya ölüm” yanıtını vermişti.

Sonunda Kongre, manda ve himayeyi reddetmiş devletin bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla Türkiye’ye karşı istila emeli beslemeyen herhangi bir devletin iktisadî ve sanayi anlamında yardımının memnuniyetle karşılanacağı kararlaştırılmış, ayrıca Amerikan kongresinde ülkedeki Türklere karşı yapılmakta olan olumsuz propagandanın etkisini gidermek için Türkiye’de incelemeler yapacak Amerikan heyetin davet edilmesi oy birliği ile kabul edilmiştir.

Bundan sonra Amerikan senatosu başkanına Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, İsmail Hami ve Mehmet Şükrü Beylerin imzalarını taşıyan bir telgraf çekilerek Türkiye’ye bir inceleme heyetinin gönderilmesi rica edilmiştir.


ABD heyeti ile görüşmeler

Bunun üzerine Başkan Wilson,  General James Harbord’u Ermenilerin Anadolu ve Doğu Kafkasya’daki durumlarını  incelemekle görevlendirmiştir. General Harbord’dan Ermenistan mandası olasılığını ve bu açıdan Türkiye’nin durumunu  araştırması beklenmekteydi. General Harbord Heyeti, iki Tuğgeneral, Frank R. McCoy ile George van Horn Moseley, denizci-havacı değişik askeri kademelerde üyeler ve hukukçu, economist, bürokrat yetkililer, yazman ve çevirmenleriyle 46 kişilik bir ekipten oluşmuştu. Heyetin Adana’ya, sonra Halep’ten Mardin’e kadar trenle yaptığı yolculuk, Diyarbakır, Harput, Malatya, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Erivan, Tiflis, oradan tekrar tren, at sırtı ve araba değişimleriyle Bakü, Batum’dan Horasan’a, Nahcivan’a İran sınırına kadar sürdü. Gemiyle Batum’dan başlayan dönüş yolculuğuysa Samsun ve Trabzon duraklarından sonra İstanbul’da tamamlandı.

20 Eylülde Sivas’a gelen Harbord yanında 2 diğer general olduğu halde Mustafa Kemal, Bekir Sami, Rauf, Rüstem beylerle 3-4 saat süren bir görüşme yapmıştır. Mustafa Kemal Paşanın ertesi gün Kazım Karabekir Paşa’ya çektiği telgrafa bakılırsa, devletin bağımsızlığı vatanın bütünlüğü sağlanmak şartıyla tarafsız ve güçlü bir devletin yardımına ihtiyaç olduğu ve memnuniyetle kabul edileceği generale söylenmiş, o da bunu olumlu karşılamıştır. Mustafa Kemal Paşa 24 Eylül 1919 tarihinde Harbord’a verilmek üzere hazırladığı muhtırada ancak kudretli bir tarafsız yabancı ulusun yardımının çok değerli olacağını söylemiştir. 15 Ekim 1919 tarihli ABD telsiz bülteninde Mustafa Kemal’in ağzından verilen demeçte ise “bütün deneylerimizden sonra bize yardım  edebilecek tek ülkenin Amerika olduğunu biliyoruz” dediği haberi verilmiştir.

Harbord Raporu Türk topraklarında bağımsız Ermenistan önermediği gibi mandaya da kesin bir yanıt getirmiyordu. Ancak,Türkler kendilerini yönetecek yeterlilikte olmadıkları için mandanın uygun olabileceği, İstanbul’un ayrı tutulmasının yönetim açısından Ermenilere sorunlar doğuracağı, ayrı mandalar altında iki ulusun birine düşman olacağı ama tek manda altında komşu olarak yaşayabilecekleri için Türklerle Ermenilerin İstanbul'u da kapsayan tek mandaya koyulmasının daha uygun olduğu belirtilmişti. Ama bunun Amerika'ya maddi ve manevi bakımdan çok yüksek maliyeti olacağı da özenle belirtilmişti. Kilikya ve Doğu Anadolu illerini kapsayan Büyük Ermenistan kurulması önerilen yerlerde Ermeni çoğunluğu olmadığı Harbord’un raporuyla öne çıkan noktalardandı.  Wilson, raporu 3 Nisan 1920 tarihine kadar Senatoya getirmedi.

Diğer yandan İstanbul’daki Amerikan Yüksek Komiseri Amiral Bristol da kendi hükümetini yalnız Ermenistan üzerinde çok pahalıya mal olacak bir manda yerine Türkiye’nin tümü üzerinde barışçı yollarla uygulanabilecek ve ucuza mal olacak bir mandayı kabul ettirmeye çalışmaktaydı. Birçok Türk vatansever, İtilaf devletlerinin Türkiye üzerindeki niyetlerini ve uygulamalarını gördükten sonra bunu hiç olmazsa “kötünün iyisi” olarak haysiyet kırıcı bir barışın yerini alabilecek bir çıkış yolu olarak görmekteydiler.

Amerikan Senatosu, Wilson’un isteğinin tersine 1 Haziran 1920’de Ermenistan üzerinde Amerikan manda tesisini 23’e karşı 52 oyla reddetti.

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nın  89. maddesi Doğu Anadolu bölgesindeki dört vilayetin Ermenilere verilmesini öngörmekte ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın çizilmesini A.B.D. Başkanı Wilson’un hakemliğine havale etmekteydi. Wilson teklifi kabul etmiş ve sınır hattını belirleme işine koyulmuştu.


Doğu Harekatı

Wilson Ermenistan’a Türk topraklarından 42,000 km2 içerecek şekilde tasarlamış olduğu Türkiye-Ermenistan sınır haritasını Milletler Cemiyeti’ne sunmaya hazırlandığı sırada, TBMM kararıyla Kâzım (Karabekir) Paşa’nın 20 000 asker mevcutlu Kolordusu 28 Eylül 1920 de Doğu Harekatını başlattı. Ermeniler Bolşevik Rusya’dan ve ABD’den yardım istediler. Bolşevikler, Sovyetlere katılmayı kabul etmemiş olan Ermenilere yardım etmek şöyle dursun, Halil (Kut) Paşa komutasında Türk soylu Kazaklardan oluşan bir Kızılordu alayını Kazım Paşa’ya yardıma gönderdiler ve Kazım Paşayla beraber Nahçıvan’ı Ermenilerden kurtardılar.  Kazım Paşa’nın 15. kolordusu ayrıca Sarıkamış, Kağızman, Kars, Iğdır, Gümrü’yü işgalden kurtardı. 22 Kasım 1920’de Gümrü’de Ermenistan ile barış görüşmelerine başlandı. Aynı gün ABD Başkanı Wilson Sevr Anlaşmasının kendisine verdiği yetkiyle Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a verdiğini ilan etti. 2-3 Aralık 1920’de Ermenistan Kazım (Karabekir) Paşa ile Gümrü antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Bir gün sonra Kızıl Ordu, direnecek hali kalmayan Ermenistan’a girdi ve Bolşevikler Ermenistan’da duruma egemen oldular. Böylece Wilson’un “Ermenistan sınırları” haritası ve niyetleri tam bir fiyaskoyla sonuçlandı.


ABD’de neler oluyordu?

Kurtuluş Savaşı sırasında Müslüman olmaları ve Osmanlı’dan göç eden çoğu gayrımüslimlerin özellikle Ermenilerin tehcir olaylarına atıf yapan olumsuz anlatımları nedeniyle Amerika’da Türklere sempati duyulmuyordu. A.B.D’nin 27 Kasım 1913-Şubat 1916 arası Osmanlı Büyükelçisi Henry Morgenthau, A.B.D. eski başkanlardan William Howard Taft, Amerikalı Misyoner Liderlerinden Dr. William Westermann, James Barton ve Robert Koleji müdürü Caleb F. Gates gibi kişilerin görüşleri Ermenistan ve Türkiye’nin bir manda yönetimi altında olması yönündeydi. Buna karşın Talas Amerikan Kolejinde okumuş Kayserili Vahan Kardaşyan’ın (Cardashian) kurucusu, 1917 yılına kadar A.B.D’nin Almanya Büyükelçiliği’ni yapmış ve Amerikan bürokrasisini iyi bilen bir isim olan James Watson Gerard’ın başkanı olduğu “American Committee for the Independence of Armenia” ise, Türkiye’yi ve Ermenistan’ı kapsayacak ayrı manda yönetimleri taraftarlarıydı.

O sıralarda Anadolu’daki Milli Mücadele, ABD tarafından yakından izleniyordu. “Milli Hareket” bazı ABD’li gazeteler tarafından gündeme taşındı. Bunlardan en önemlisi de “The New York Times” idi. Gazetenin 9 Temmuz 1919 tarihli sayısında “Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da ayrı bir Türk Devleti kurduğu” ifade edilmekteydi. Bunun gibi Milli Mücadele’yi yakından takip eden birçok gazete vardı. Bu gazete çalışanlarından birkaçı bu dönemde Mustafa Kemal Paşa ile görüştüler. Bunlardan birisi de “The Christian Science Monitor” gazetesinin muhabiri ABD’li gazeteci Lawrence Shaw Moore idi. Sakarya Savaşı’ndan birkaç gün önce Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’da görüştü. Bu görüşmede Mustafa Kemal Paşa, L.S. Moore’a şunları söylemiştir: “Biz bir ölüm kalım mücadelesine girmiş bulunuyoruz. Ne gibi şartlar altında savaştığımızı gördünüz. Biz Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü sağlayacağız. Allah’ın inayeti ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde gayemize vasıl olacağız”.

Ağustos 1921’de Sakarya savaşında Yunan ordusunun püskürtülüp geriye çekilmesiyle ABD’de Türkiye aleyhine geniş çapta kin, öfke, düşmanlık ve nefret duyguları uyandıran çok büyük bir propaganda çalışması başlatıldı. Bunlar Amerika’nın en büyük gazetelerinden The New York Times’da şu şekilde yer alıyordu:

Senatör King 03.02.1922: “Mustafa Kemal denilen haydudun vahşet ve zulmüne karşı çıkmalıyız.”

Prof. Duggan 02.04.1922: “Türkler Avrupa’dan çekilip asıl yurtları olan Anadolu’nun bir köşesine yerleşmedikçe Yakın Doğu sorunu son bulmayacaktır. (…) Türkler uygarlığa hiç bir katkıda bulunmayan bir işgal ordusu olarak yıllardır Avrupa topraklarında bulundular.”

17.05.1922: “Yeni Gaddarlıklar. İngiltere Türklerin yeni gaddarlıklarına karşı kabaran bir öfke dalgasıyla çalkanmakta ve İngiliz hükümeti, Yakın Doğu’da kendi siyasetini kabul ettirebilmek için çaba harcamaktadır. Son olayların bir kez daha gösterdiği gibi Yunanlar bazı hatalı davranışlarına rağmen, vahşi Türklerle karşılaştırılamayacak kadar uygar insanlardır. Bu iki ulusun uygarlık düzeyleri arasında bir kaç bin yıllık bir fark bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. (…) Türkler 1915’de Ermenileri yok etmek amacıyla kullandıkları yöntemi şimdi de Anadolu’daki Rumlara uyguluyorlar. Uyguladıkları yöntem gayet basit: Hristiyan kardeşlerimizi ölene dek yürümeye zorlamak… Yunanların da zaman zaman Türkleri kurşunlamış oldukları bir gerçektir. Ancak Yunanların Anadolu’da Türklere yaptığı katliamlar çok daha küçük çapta ve anlık bir öfkenin sonucu olarak meydana gelmiştir. Oysa Türkler Hristiyan azınlıkları yok etmek amacıyla sistematik olarak öldürmektedirler. (…) Mustafa Kemal’in ordusu Türkiye’de söz sahibi olarak kaldığı ve güçlü bir Avrupa devleti, Mustafa Kemal’i temizlemeye kesin karar vermediği sürece, Türkiye sorununa bizleri tatmin edecek bir çözüm yolu bulunamaz.

31.08.1922 – “Yunan orduları Mustafa Kemal’i durduramadığı takdirde Yunanistan’ın desteğiyle Ege bölgesinde kurulması tasarlanan bağımsız ‘İyonya Devleti’ bir hayal olacaktır. Avrupa uygarlığının beşiği olan bu topraklar bir kez daha Asyalıların eline geçer ve bir milyona yakın Hristiyan kardeşimizin geleceği katil Türklerin insafına bırakılırsa bu cinayetin başlıca sorumluları Yunanistan ile birlikte İtalya ve Fransa olacaktır.

Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdiğinde orada bulunan Amerikan filosu sadece Amerikalılara ait kıyıdaki tütün depolarını yangından korumakla yetindi.

30 Ağustos zaferinden sonra The New York Times Türkiye aleyhtarı yazılarına devam etti.

10.01.1923: “ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Henry Morgenthau, Lozan Barış Konferansı sürmekte iken, ABD’yi Türkiye’ye askeri harekat düzenlemeye çağırıyor.”

28.01.1923: Vahan Kardaşyan gazetede yer alan yazısında Türkleri küçümseyici ifadeler kullanıyor, bu zamana kadar silah yoluyla ayakta kaldıklarını ve gayrimüslim nüfusa ihtiyacı olduklarını, gayrimüslimlerin üretici konumunda bulunmalarına karşın Türklerin tarım dışındaki alanlarda tüketici olduklarını iddia ediyordu. 1913 yılındaki ziyaretinde birçok üst düzey yetkiliyle tanıştığı, Türk idarecilerin adalet ve kabiliyetten yoksun olduğu, devletin ancak yabancı devletlerin desteğiyle devam edebileceği ve ekonomik bağımsızlığı olmayan bir devletin siyasi olarak da ayakta kalamayacağını anlatıyordu.

1922 ‘de Anadolu’dan dönmüş olan Amiral Colby Chester’e göre ise bütün bu Türk aleyhtarlıkları Türklerin kendilerinden farklı bir dini inanışa sahip olmalarından kaynaklanmaktaydı, Amerika’nın Türk karşıtı önyargılarının temelinde sadece ve sadece bu yatıyordu. Chester “Dünyanın en harika ülkesinden geldiğimi hissediyorum, Amerikalı iş adamlarına en büyük fırsatları sağlayan ülkeden. Türklerin Amerika’nın onlara satabileceği herşeye ihtiyaçları var ve onlar ilgilenilebilecek en iyi halklardır” diyordu.


Lozan görüşmeleri

Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası Sevr’in tarafı olan İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni İsviçre’nin Lozan kentinde toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Görüşmeler 20 Kasım 1922’de başladı. Bir tarafta TBMM diğer tarafta İtilaf Devletlerinden İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Japonya vardı. Boğazlarla ilgili görüşmelere SSCB ve Bulgaristan da katıldı.

ABD ise toplantıya gözlemci statüsüyle katıldı. İtilaf devletleri yanında yer almama nedeni Osmanlı Devletine savaş ilan etmemiş, mütarekede taraf olmamış  ve Sevr’i imzalamamış olduğu şeklinde açıklanmıştır. Perde arkasında Amerika’nın Yakındoğu ve Ortadoğu’daki çıkarları ve yeni yatırımlarla girmek istemesi yatmaktaydı.

ABD delegasyonunda İtalya Elçisi Richard Child, İstanbul Yüksek Komiseri Amiral Mark Bristol ve İsviçre Orta Elçisi Joseph Grew bulunmaktaydı. Delegasyondaki Joseph Grew açılış töreninden sonra günlüğüne şunları yazmıştı: “Bu gece gün batımında penceremden dışarıya baktım ve Barış Konferansının yapılacağı yer olan Hotel du Chateau’nun kulesinin tam üzerinde, dikkatte değer şekilde bir Türk hilaline benzeyen yeni ayı gördüm. Bu bir işaret miydi? Er geç öğreneceğiz.

İtilaf devletlerinin pazarlıklarında ise Amerikan gözlemcilerinin Amerikan çıkarlarının olumsuz etkilenmemesi sağlayarak bölgeyi ilgilendiren gelişmeleri taraf olmadan takip etmeleri yeterli olacaktı.


Chester İmtiyaz Sözleşmesi

1. Dünya savaşı sona erdikten sonra Amiral Chester önderliğinde Osmanlı döneminde geliştirilen demiryolu projelerini hayata geçirmek için Amerika’da “Ottoman American Development Company” adlı şirket kuruldu. Mart 1922’de bu kez Ankara’da sürdürülen görüşmeler sonucunda Türkiye Bayındırlık Bakanlığı  ve Ottoman American Development Company arasında Türkiye’de 4400 km uzunluğunda demiryolu yapımı ile demiryolu güzergahının sağında ve solunda 20’şer km genişliğinde bir alanda maden ve petrol aranması ve bulunduğu takdirde 99 yıllığına işletilmesine ilişkin ayrıcalık (imtiyaz) sözleşmesi imzalandı. Amerikalılar ayrıca tali işler olarak boru hattı döşeyecekler, inşaat için gerekli hidrolik enerji santralı, Karadeniz ve İskenderun körfezinde liman ve terminal inşaatları  da gerçekleştireceklerdi. İnşaat için gerekli kum, çakıl, taş ocaklarını, keresteyi yakınlardan ücret ödemeden çıkaracaklardı. Amerikalılar vergiden muaf olacaklardı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi bu ayrıcalık antlaşmasını 10 Nisan 1923’de onayladı. Ankara böylece çetin geçmekte olan Lozan Barış görüşmelerinde ABD’nin desteğini alacağını umuyordu. Ancak birşey değişmedi. Görüşmeler ABD’nin etkisi olmadan sonuçlandı. Lozan Barış Antlasmasında Musul Türkiye sınırları dışında kalınca Chester Ayrıcalığı (İmtiyazı) antlaşması Türkiye tarafından feshedildi.


Lozan Barış Antlaşması

Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’de imzalandı ve ülke parlamentolarının onaylarından sonra 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girdi. ABD bu anlaşmanın imza ve de onay aşamalarında yer almadı, yukarıda belirtilen nedenlerle görüşmeleri gözlemci olarak izliyordu.  Bu yüzden Atatürk’e karşı yenilginin yorumlanması İngilizlere kaldı. İngiltere Başbakanı Lloyd George ülkesinde yenilginin hesabını şöyle veriyordu: İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki Küçük Asya’da çıktı. Hem de bize karşı. Elden ne gelebilirdi?”. Öte yandan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzonçok öfkeliydi ve Lozan’da İsmet İnönü’ye  “Kabul etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum; zamanı gelince birer birer karşınıza çıkaracağım” tehdidini  savuruyordu.


Bir Başka Lozan Antlaşması

“Lozan Barış Antlaşması”ndan başka; bir de Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1923 günü yine Lozan’da imzalanan bir diğer “Lozan Antlaşması” vardır.

Amerika Dışişleri Bakanlığı Lozan’da Türk delegasyonu ile yedi başlık altında ayrı görüşmeler yapmak istiyordu. Bu başlıklar şunlardı: Kapitülasyonların devam ettirilmesi; Amerikalıların hayır, eğitim ve dini kuruluşlarının korunması; ticari girişimlere “Açık Kapı” bırakılması; savaş sırasında Amerikalıların uğradığı zararların tazmin edilmesi; azınlıkların korunması önlemleri; Boğazların serbestliği; arkeolojik araştırmaların yapılabilmesi.

Barış Antlaşması’nın İtilaf Devletleriyle imzalanmasından sonra ABD  ve Türk delegasyonlarından Grew ve İnönü Lozan’da kalmışlar ve Türkiye Cumhuriyeti-ABD arasında imzalanacak ayrı  bir antlaşmanın detayları ile ilgili çalışmalarını sürdürmüşlerdir.  Lozan Barış Antlaşması’ndan 13 gün sonra 6 Ağustos 1923’de Grew ve İnönü arasında anlaşmaya varılmış ve Türk-Amerikan Dostluk ve Ticaret Antlaşması (Turco-American Treaty of Amity and Commerce) antlaşması ile birlikte ABD ve Türkiye arasında Suçluların İadesi Antlaşması da imzalanmıştır.

ABD belgelerindeki adı “Genel Antlaşma” olarak geçen söz konusu Dostluk ve Ticaret Antlaşması aynen Lozan Barış Antlaşması gibi ABD’nin Wilson İlkelerinden vazgeçerek Türkiye Cumhuriyetini tanıması anlamına geldiği için ABD’de itirazlarla karşılandı. Bu tepkilerden The New York Times gazetesinde yer alan bazıları:

07.10.1923  Refet Paşa halifeliğin yeniden itibar kazanması için saltanat rejimine dönülmesine taraftar.” (…) “Türklerin dış yardım almadıkları sürece kendilerini toparlamalarına imkan yoktur. Savaş öncesi dönemde Türkiye’deki ticari faaliyetlerin %85’i Ermeni ve Rumların elinde bulunuyordu. Ermenilerin bunca olaydan sonra Türkiye’ye döneceklerini hiç sanmıyoruz. Ancak Türkler ne yapıp edip Rumların geri gelmesini ve ticari hayata el koymasını sağlamalıdırlar.

28.11.1923 “Lozan konferansının tam bir fiyaskoyla sonuçlanmış olduğunu ileri süren Mr. Morgenthau, “Türkler kendi güçlerinden çok itilaf devletlerinin aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak ileri sürdükleri şartları onlara kabul ettirmeyi başarmışlardır.” (…) “ABD İngiltere ile birlikte İzmir’e asker çıkartmış olsaydı Türklerin Avrupa’dan kovulması gerçekleşebilecekti.”

29.11.1923 “Gerard, Lozan Antlaşmasına karşı çıkıyor. Türkleri imansızlıkla suçlayan Eski Büyükelçi, antlaşmanın (ABD Senatosunda) onaylanmamasını istiyor. (…) Gerard, “ABD’nin Kemalist cuntaya boyun eğmesini anlayamadım“demiştir. Gerard’ın kanısına göre  Mustafa Kemal rejimi son günlerini yaşamakta olup ülkeyi sarmış bulunan asayişsizlik, yoksulluk ve iktisadi kargaşa havası Türk Hükümetini yakından tehdit etmektedir. Eski Büyükelçi özetle şöyle devam etmiştir. “Lozan antlaşması, kapitülasyonların ilgasını onaylamış ve 1830 yılından beri konsolosluk mahkemelerimizin kanadı altında korunmuş olan vatandaşlarımızı insafsız Türklerin insafına bırakmıştır. (…) Türkiye ile herhangi bir antlaşmaya girmememiz gerekir.”

23.12.1923 “Türkiye’yi Kemal’in Dul Eşi mi Yönetecek? Ankara liderinin hastalığı ilginç söylentilere yol açıyor. (…) Ankara hükümetinin varlığı, ciddi bir kalp rahatsızlığı geçirdiği söylenen Kemal Paşa’nın varlığına bağlıdır. (…) Dilden dile dolaşan ilginç bir söylentide ise Kemal’in ölümü halinde ülkeyi dul eşinin yöneteceği ileri sürülmektedir.”

Misyonerler ve yardım kuruluşları ise antlaşmanın onaylanması için çaba sarf ederken Ermenistan’ın Bağımsızlığı için Amerikan Komitesi (American Committee for the Independence of Armenia) antlaşmanın senatoda onaylanmaması için yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmüştür. Bu bağlamda komite, kendini tekrar organize ederek kampanyasını daha önce Amerikalı bazı yardım kuruluşlarının da kullandığı ve Amerikan toplumunun hafızasında fazla da eski olmayan “Korkunç Türk” (Terrible Turk – güreşci Koca Yusuf’un ABD’deki lakabı) üzerinden yürütmeye başlamıştır.

Türk-Amerikan Lozan Antlaşması’na karşı kara propaganda, profesörlerin, din adamlarının, diplomatların imzalarını taşıyan yazıların yer aldığı kitaplar aracılığıyla da sürdürülüyordu. 15 Mart 1924 günü yayımlanan “Lozan Antlaşması ve Kemalist Türkiye (The Lausanne Treaty and Kemalist Turkey)” adlı kitabın neredeyse her sayfası şöyle suçlama, iftira, aşağılama, sövgü ve nefret söylemiyle dolup taşıyordu:
Türk Antlaşmasına ölüm!” (s.3)
Türk, Avrupa’da da uygar uluslar arasında da yer alamaz.” (s.11)
Rezil, kepaze antlaşma.” (s.11)
Bağımsız ve Birleşik Ermenistan’ın koşul olarak dayatılması gerekirdi.” (s.19)
Türkler üretemez. Üretim için Hristiyanlara muhtaçtır, ki onları da yok etti. Kemalist rejim bu yüzden ölmeye mahkumdur.” (s.21)
Lozan Antlaşması Amerika’nın Türklere boyun eğme antlaşmasıdır.” (s.28)
Reddedilmelidir, çünkü Amerika’nın ulusal korkaklığının bir parçasıdır; ABD’nin manevi çöküşünün göstergesidir.” (s.31)
Lozan Antlaşması, Amerika’nın namusunu lekeliyor.” (s.32)
Amerikan Hristiyan Misyonerlerin Türkiye’de çalışmasını engelliyor.” (s.36)
Bu, Amerika’yı aşağılayan, gereksiz bir antlaşmadır.” (s.37)
Anadolu’da Hristiyanlık söndürüldü.” (s.42)
Ankara rejimi kısa sürede çökecektir.” (s.45)
Sendeleyen, yıkılacak bir rejime teslim olmayacağız.” (s.43)
Sevr antlaşmasında Ermenilere verilen Anadolu toprakları Lozan antlaşmasında da Ermenilere verilmedikçe; Sevr’de Hristiyanlara verilen ayrıcalıklar, Lozan’da da tanınmadıkça; Amerikan Hristiyan Misyonerlere Türkiye’de sınırsız özgürlük sağlanmadıkça; eskiden olduğu gibi konsoloslukların yargılama yetkisi tanınmadıkça; kapitülasyonlar eskisi gibi sürmedikçe; Amerika, yanlış olarak “Türkiye Cumhuriyeti” denilen “Yakındoğu Suikastçileri” ile imzalanan Lozan Antlaşmasını onaylamayı reddetmelidir.” (s.45)
Unspeakable Turk (Adı ağıza alınmaz Türk)” (s.48)
Şimdiki (Kemalist) Türk, yüzyıllarca Hristiyanlara saldıran, öldüren Türklerin soydaşı, mirasçısıdır.” (s.48)
Şu anda (yıl 1924) Türklerin haremlerinde 200 000 Hristiyan kadın, çocuk ve köle var. Kemalistler 4 yıllık (1920-1924) kendi yönetimlerinde 300 000 Ermeni ve 1 000 000 Rum’u katletti. İkibin yıllık geçmiş boyunca Anadolu’da Hristiyanlar ilk kez yok edildiler.” (s.51)
Kemalistler dört yılda 1 300 000 Hristiyan’ı katletti; şimdi de imhayı tamamlamaya girişmiş bulunuyorlar. Kemalist hükümetin devrilmesi an meselesidir.” (s.54)
Lozan antlaşması Hristiyanları köleleştirmekte, evlerinden kovmaktadır. Bu antlaşmayı reddetmek, Amerika’nın hiç bir çıkarına zarar vermez.” (s.55) “Türkiye ekonomik olarak can çekişiyor. Ekonomiyi elinde tutan Ermeniler, Rumlar yok; Türkiye’nin üretimde deneyimli insan gücü kalmadı; İttihatçılar Kemal’i devirmek ve saltanatı yeniden kurmak için çalışıyor.” (s.69, 70)

ABD-Türkiye Lozan Antlaşması’nın Amerikan senatosuna gönderilmesini önlemek için Amerikan kamuoyunu böylesi yalanlarla Türklüğe, Atatürk’e, Kurtuluş Savaşına, Türkiye Cumhuriyetine düşman etmeye yönelik bu kitaptan 20 gün sonra, 5 Nisan 1924 günü New York’ta, Hotel Astor’da, Lozan Antlaşması’nın onaylanmasını savunan Prof. Edward M. Earle, Albert W. Staub, Dr. James L. Barton ve antlaşmanın onaylanmasına karşı olan James W. Gerard, Prof. A. D. F. Hamlin, Henry W. Jessup’un katıldığı bir tartışma toplantısı düzenlenecek ve tartışma tutanağı “Lozan Antlaşması: Amerika Birleşik Devletleri Onaylayacak mı? (The Lausanne Treaty: Should The United States Ratify It?)” başlığıyla kitap olarak basılıp dağıtılacaktı. Antlaşmanın onaylanmasına karşı çıkan konuşmacıların kitapta yer alan görüşleri özetle şöyleydi:

James W. Gerard: “Büyük savaşta 200.000 Ermeni Türkiye’ye karşı müttefiklerin yanında savaşa katıldı. Başkan Wilson Anadolu’nun Doğu’sunu bağımsız Ermenistan yapma sözü verdi. Sevr’de bu yazılıdır.” (s.5) “Lozan antlaşması ise Amerika’nın Ermenilere verdiği sözü yerine getirmiyor.” (s.6) “ABD Dışişleri Bakanı Hughes’in katiller olarak tanımladığı Kemalistlerle bir antlaşma yapmak için bu acele nedir? Bu, iktidarı eline geçirmiş bir maceracı grubun rejimidir. Bunlar halifeyi de ülkelerinden kovdular. İstanbul’u elinde tutan İttihatçılar ve din adamları bir gün bunları devirip başka bir iktidar kurulmasını sağlayacaktır. Gelirleri giderlerini karşılamıyor; Anadolu halkı açtır. Devrileceklerdir. Niçin beklemeyelim? (…) Bu katiller hükümetini niçin tanımak zorunda olalım? Bu acele nedir? Bekleyelim. Hükümetlerinin yaşayıp yaşamayacağını görelim. Kemal Paşa’nın kan dökücü katillerinin hükümetini tanımak için acele etmeyelim.” (s.7)

Henry W. Jessup: “Bizden bu katillerle el sıkışmamız isteniyor… Ortada yüzyıllardan beri değişmemiş ve değişmeyecek Türk karakteri var.” (s.25) “Böyle adamlarla bu antlaşmayı onaylamaya itiraz ediyorum.” (s.26)

Everette P. Wheler: “ABD Türkiye’ye hiçbir zaman savaş ilan etmediği için (…) uluslararası hukukun esas ilkelerine göre, ABD ile Türkiye arasındaki 1830 ve 1862 anlaşmaları, Ankara Hükümeti’ni bağlayıcıdır.” (…) “1830 antlaşması: Türkiye’de yerleşen Amerikan vatandaşları, hiçbir şekilde rahatsız edilip tecavüze uğramayacak ve işlerinde rahat bırakılacaklardır, hükmünü içermektedir. Bu madde 1862 antlaşmasıyla teyit edilmiştir. (…) Temel ilkeler göz önünde tutularak, Türkiye’deki Amerikan vatandaşlarının yukarıda sözü edilen antlaşmalar uyarınca doğan haklarının korunması ve uğradıkları zararların karşılanması (…) gerektiği takdirde bu amaçla kara ve deniz kuvvetlerini kullanmak, ABD Cumhurbaşkanının görevidir kanısında olduğumu beyan ederim. Lozan Antlaşması’yla tanındığı söylenen haklar 1830 antlaşmasıyla sağlanmış olan hakların gerisindedir. 1830 haklarımızdan niçin vazgeçelim?” (s.31)

Atatürk, 1 Mart 1924’de TBMM’nin ikinci dönem birinci toplanma yılını açarken: “Geçen sene esnasında siyaset-i hariciyemiz sulh ve sükun vadisinde mütemadi terakki göstermiş, dedikten sonra Cemahir-i Müttehide-yi Amerika ile müsavat ve mütekabiliyet esası üzerine muahedename imza olunmuştur. Tasdiki hükümet tarafından Meclisi âlimize arzolunacaktır” demiştir.

Hem antlaşmanın imzalandığı sırada ABD Senatosunun tatilde olması hem de henüz çözüme kavuşturulamayan konular bulunduğu için ABD Başkanı Coolidge, antlaşmayı biraz gecikmeli olarak 3 Mayıs 1924’de Senato’ya havale etmiştir. Antlaşma, 16 Mayıs 1924’de Dış İlişkiler Komisyonuna gelmiş; ancak buradaki güçlü muhalefeti kırmak oldukça zor olmuştur. Dış İlişkiler Komisyonundaki en sert muhalefet, Senatör Claude A. Swanson’dan gelmiştir. Bu konuda Dış İlişkiler Komisyonun bir başka üyesi olan Henry Cabot Lodge, 24 Mayıs 1924’de Barton’a yazdığı bir yazıda, Swanson’un “Gerard ve onun Ermeni arkadaşı Cardashian” ın tesiri altında kaldığını ifade etmektedir. Bu bağlamda Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Senatör Henry Cabot Lodge, muhalif senatör Swanson’un antlaşmanın onaylanması teklifinin tatilden sonraya bırakılmasını kabul etmek durumunda kalmıştır. Nitekim Senato 12 Haziran’da tatile girdiği sırada antlaşma hala Dış İlişkiler Komisyonu’ndaydı. Senato, 13 Mart 1925’te yapılan gizli oturumda antlaşma konusunu ele almıştır. Burada yapılan görüşmede onay için gerekli üçte iki çoğunluğun sağlanamayacağı anlaşılınca tekrar Dış İlişkiler Komisyonuna yollanmış ve böylece antlaşmanın onayı bir sonraki yıla kalmıştır.

1926 yılında Ermenistan’ın Bağımsızlığı için Amerikan Komitesi (American Committee for the Independence of Armenia) adlı örgüt, Lozan Antlaşmasına Direnme Komitesi (Committee Opposed to the Lausanne Treaty – COLT) adını aldı. Aynı yıl Komitenin kurucusu Vahan Kardaşyan  “Kemal’s Salve Market and Lausanne Treaty” adlı  kitapta yer alan yazısında, Türkiye ve yeni rejim hakkında kamuoyuna birçok yanlış bilgi verdi. Makalede, Kasım 1922’de Lozan’a giden Türklerin İzmir şehrinde Hristiyanların yaşadığı yerleri yağmaladığı ve yaktığı, binlerce Hristiyan kadın ve kızı köle yaptığı, 300 bin kişinin hiç bir şey almadan kenti terk etmeye zorlandığı dile getirilmişti. Ayrıca Kemalist rejimin, fazla bilinmese de, 13. yüzyıldan beri en fazla Hristiyan’ı yok ettiği şeklinde birçok gerçek dışı bilgi içermekteydi. Yine aynı tarihte Komite tarafından yayınlanan “The Lausanne Treaty Turkey and Armenia” adlı kitaptaki “The Turks” başlıklı makalesinde, daha önce Türkler aleyhinde dediklerini tekrarladı. Bu meyanda, hiçbir kanıta dayanmayan Kemalistlerin beş yıllık iktidarı boyunca bir milyon Ermeni ve Rum’u katledip beş yüz bin kişiyi ana yurdundan tehcir ettiğini ileri sürmüştü.

Antlaşma 24 Mart 1926’da, oylanmak üzere tekrar Senato’ya yollanmıştır. Bunun yanında muhalefetin etkisini azaltmak amacıyla gizli olan antlaşma metni ifşa edilmişse de bir sonuç elde edilememiştir.

1926 yılı içerisinde Türk – Amerikan ilişkilerinde bir ilerleme olmadı.  Türkiye’deki Amerikan çıkarları geçici antlaşmalarla korunuyordu. Türkiye, Amerika’dan ithal ettiği mallara düşük gümrük tarifeleri uyguluyordu. Yüksek gümrük tarifesi uygulamaya hakkı olmasına rağmen bundan kaçınıyordu. Zira Türkiye Amerika’ya yüksek kaliteli tütün, incir ve halı ihraç ederek peşin nakit döviz elde ettiği için, Amerika’ya karşı hoşgörülü davranıyordu. Atatürk 1 Kasım 1926’da TBMM’nin ikinci dönem dördüncü toplanma yılını açarken: “Siyaset-i hariciyemiz, ötedenberi takip ettiğimiz sulh ve müsalemet hattı aslisinde müsbet neticelerle inkişaf etmektedir”, dedikten sonra “Şimali Amerika ve Cemahir-i Müttehidesiyle muvakkat bir ticaret itilâfnamesi akdettik. Aramızda imza edilmiş bulunan muahedenin bu devrede heyet-i celilenin tasdikine iktiran edeceğini ümit ederim” demiştir.

İki ülke arasında imza edilen antlaşmaların meclislerce onayı sadece Amerika’da gecikmekte kalmayıp Türkiye’de onay gecikmekteydi.

Bu arada gümrük ve diğer vergiler için her iki devlet, biri diğerine en fazla mazhara lâyık ülke muamelesi yapıyordu. Bunlar her üç ayda bir otomatik olarak uzayacaktı. Böyle yapmaktaki amaç; Kongreye Lozan Dostluk ve Ticaret Antlaşması’nı kısa süre içerisinde onaylatmaktı.

1926 yılı Aralık ayı sonuna doğru Uzlaşmazlıklar Komisyonu başkanı Senatör King, Senatoya bir uzlaşma önergesi verdi. King Türkiye’yi Ermeni, Hristiyan, Nasturi ve Yunanlılar’ın mallarım müsadere etmek ve onları öldürmekten mesul tutuyordu. Amerikan Hükümeti, Senato tatile girmeden bir gün önce bir girişim daha yaparak, antlaşmanın Ocak 1927’de oylanması için yeniden Senato’ya göndermiştir.

ABD senatosunun 13 Ocak 1927 günlü oturumunda Senatör William H. King’in konuşmasından bir bölüm: “Kemalistler 1919’da güce eriştikten sonra Merzifon’da, Pontus’ta, Kilikya’da, İskenderun’da, İzmir’de ve Musul’da toplu katliamlar yaptılar (…) 2 000 000’dan çok Hristiyan’ı evlerinden vahşetle çıkardılar, soydular, öldürdüler. (…) ABD Başkanı Hardling Ermenistan’ın haklarını koruma sözü vermişti. Biz Ermenilere ihanet ettik. (…) Kemal Paşa, şimdi sürgün olan 1 000 000 Ermeni’ye Başkan Wilson’un tanıdığı hakları vermedikçe, ABD’den maddi-manevi yardım göremeyecektir.

ABD Temsilciler Meclisinin 18 Ocak 1927 günlü oturumunda  William Upshaw: “Lozan antlaşmasını onaylamak Türklerin 1000 yıllık barbarlıklarını onaylamak anlamına gelir. (…) Anlaşmayı onaylamak, Kemal Paşa’nın kan kokan dostluk elini sıkmaktır. (…) Bu antlaşma, vahşi Timurlenk, aşağılık korkunç İvan, insan kafataslarından piramitler üzerinde rezil Cengiz Han benzeri bir diktatörün zekice yürüttüğü bir politikanın toplamıdır. Savaştan bıkmış dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir dalavereyle antlaşmayı imzalatabilmiştir!” (…) “Unspeakable Turk” (Adı ağza alınmaz Türk) ile ticaret yapılmamalıdır. Kemal Paşa, katil, tiran; Türkiye Cumhuriyeti denilen, aynı barbar kanlı idealler peşindedir.” (…) “Kemal Paşa’nın barbar yönetimi altında, milyonlarca Rum ve Ermeni acımasızca katliama uğratılmıştır. Hristiyan genç kızlar vs. yakıldı yıkıldı.” (…) “Anlaşmayı onaylamak Kanlı geçmişe bir sünger çekmek demektir. (…) Hristiyan kızlar halâ (1927) haremde tutsaktır. Daha geçen sene bunlardan 200 tanesi haremden kurtarılabilmiştir. (…) “İzmir Katliamı: 9 Eylül 1922’de Kemalin askerleri İzmir’e girdi, 13 Eylülde Hristiyan mahalleleri yakıldı. Askerler küçük kızlara gece gündüz vahşice saldırdı.” (…) “Barbarizm, Greklerin Ermenilerin katli Kemal Paşa’nın gözleri önünde oldu.” diyordu. 

Bunlara karşılık Atatürk, Türk basınına misillemede bulunulması talimatını verdi. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından biri olan Ahmet Ağaoğlu bir makalesinde, Amerikalılar’ın Zenciler’e ve Kızıl Derililer’e yaptığı kötü muameleyi işleyip, sonuç olarak da Amerikalılar’a bu Ermeni katliamı meselesini unutmalarını öğütledi.

Antlaşma 18 Ocak 1927’de ABD Kongresinde oya sunuldu. Antlaşmanın onaylanabilmesi için oy kullanan 84 senatörün 3’te 2’si yani 56’sının evet oyu vermesi gerekecekti. Oylama sonucu 34 hayır, 50 evet oldu. Evet oylarının sayısı 56’ya ulaşmadığı için ABD-Türkiye Lozan Antlaşması onaylanmamış oldu ve yürürlüğe girmedi.


Ha o Lozan ha bu Lozan

ABD-Türkiye arasındaki antlaşma ABD’deki Türk düşmanı politikacılar tarafından “The Lausanne Treaty, The Treaty of Lausanne” olarak adlandırılıp Türkiye’de doğal olarak Lozan Antlaşması olarak çevrilince ABD’deki söz konusu ticaret ve dostluk anlaşmasına tepkilerin Lozan Barış Antlaşmasına karşı gösterildiği ve Amerika’nın Lozan Barış Antlaşmasını onaylamadığı olarak algılanmıştır. Bir bakıma İtilaf Devletleriyle imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla ABD-Türkiye Lozan Antlaşmasının arasında genelde bir fark yoktur. Devletler hukuku açısından savaş yüzünden açıkta kalan ve çözülmesi gereken hususların antlaşma imzalanarak esaslara bağlanması gerekmektedir. Lozan Barış Antlaşması bu yüzden imzalanmıştı. ABD-Türkiye arasında Osmanlı döneminde imzalanan ancak geçerliliğini yitiren antlaşmaların boşluğunun da doldurulması gerekmekteydi.

ABD’de o zamanlar oluşan ve yukarıda açıklanan tepkiler aslında ABD Başkanı Wilson’un prensiplerinin (ilkelerini) Kurtuluş Savaşı ve onun tescili Lozan Barış Antlaşmasıyla çöpe atıldığı içindir ve tepkiler hiçbir zaman sönümlenmemiş ve sonunda BOP Büyük Orta Doğu projesini doğurmuştur.  Bu nedenlerle Türkiye’de iki farklı Lozan Antlaşmalarının birbirine karıştırılması çok da önemsenmemelidir.


3. Lozan’dan sonra Atatürk döneminde Türkiye-ABD İlişkileri

Atatürk döneminde Türkiye’nin dış politikada ulaşmaya çalıştığı iki amaç vardı. Bunlardan ilki Atatürk’ün “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinin gereği olan politikasıydı. Diğeri ise Lozan Barış Antlaşması’yla oluşan Türkiye’nin siyasi durumunu korumaktı. Bu doğrultuda 1923-1938 arasında  birçok devletlerle çok sayıda dostluk ve işbirliği antlaşması yapılarak böyle bir dış politika izlendi.


Karşılıklı nota çözümü – Modus Vivendi

1. Dünya savaşı sırasında Osmanlı Devleti ve ABD arasında kesilmiş olan diplomatik ilişkileri İstanbul’daki ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark Lambert Bristol yürütmekteydi. Bristol büyükelçilik yerine geçen bu görevi sırasında önyargılardan arınmış ve ciddi kişiliği ve yaklaşımı çevresinde takdir toplamış, titizlikle koruduğu yazışmaları ve topladığı diğer belgeler görev yürüttüğü kritik dönemin tarihinin yazılmasında önemli katkı sağlamıştır.

Bu arada özel antlaşmalarla yürütülen ekonomik ilişkilerde ilerleme kaydediliyordu. Amerikan pazarları Türk ürünlerine ve bilhassa incir ve tütün satımına uygundu. 1925’te Türkiye’nin toplam ihracatının % 13’ü olan 25,1 milyon Türk Lirası tutarındaki malı Türkiye Amerika’ya ihraç ederken, A.B.D.’nin ithalattaki payı % 3’ten % 6’ya, ihracattaki payı da %6’dan % 13’e yükseldi.

Türkiye ile Amerika temsilcileri Joseph Grew ve İsmet İnönü arasında 6 Ağustos 1923’te Lozan’da imzalanan  Türk-Amerikan Dostluk ve Ticaret Antlaşmasının (Turco-American Treaty of Amity and Commerce) 18 Ocak 1927’de ABD Kongresinde onaylanmaması iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulacağı anlamına geliyordu. Amerika, Osmanlı döneminde kazanmış olduğu ayrıcalıkları kaybedecek, Anadolu’daki misyoner faaliyetlerinin durdurulacak ve Amerikan okulları kapatılacaktı. Bu yüzden aynı gün ABD Dışişleri Bakanı Frank Billings Kellog, İstanbul’da bulunan Amiral Bristol’a bir telgraf çekti. Ankara’ya gitmesini ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile görüşmesini istedi.  Amiral Bristol 20 Ocak 1927’de Ankara’ya hareket etti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile görüştü. Bu görüşmede Amiral Bristol antlaşmanın Senatoca reddinin, ABD’nin Türkiye ile dostane ilişkilere girmek istemediği anlamına gelmediğini ve ABD’nin Türkiye ile diplomatik ilişki kurmak istediğini belirtti. Yapılan görüşmelerden sonra 17 Şubat 1927’de karşılıklı “nota teatisi” (Modus Vivendi – çatışan partilerin barış içinde bir arada yaşamalarını sağlayan bir düzenleme veya anlaşma) ile  düzenli diplomatik ilişkiler kurulmasına ve iki ülke arasında dostça ilişkilerin başlatılmasına karar verildi. Modus Vivendi’nin imzalamasıyla Amerikan Senatosunun 18 Ocak 1927’deki ret kararı kararı aşılmış oldu.

Modus Vivendi’ye ilk tepkilerden biri, 19 Şubat tarihinde Vahan Cardashian’dan gelmiştir. Cardashian, Dışişleri Bakanı Frank B. Kellogg’a bir telgraf göndererek “İdari gücünü keyfi olarak kullanmak” ve “Senatoya meydan okumak ”la suçlamıştır. Cardashian, 21 Mart 1927’de Amerika Birleşik Devleti Başkanı Coolidge’e yolladığı mektupta ise; antlaşmayı haince, keyfi hareket, amaçsız, saldırganca ve provokatif olarak tanımlamıştır. Söz konusu mektupta, Türkiye ile savaş halinde olduğunu ve süreceğini belirterek eğer Türkiye Amerika Birleşik Devletlerine Büyükelçi atarsa istenmeyen kişi ilan edilmesi için mücadele edeceğini yazmıştır. Mektubun devamında, esasında bu nota alışverişinin Senato’nun reddettiği antlaşmanın aynısı olduğunu ve Coolidge’nin böyle bir girişimde bulunmakla Senato’nun yetkilerini çaldığını dile getiren Cardashian, antlaşmanın misyonerler ve petrol ayrıcalığı avcılarına kurban gittiğini de iddia etmiştir. Kardaşyan 1927 yılının Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında Amerikan’ın değişik kentlerinde toplantı ve mitingler organize ederek buralarda konuşmalar yapmıştır. Cardashian’a bu çalışmalarında en büyük desteği James Gerard, Parkes Cadman, William T. Manning gibi üyeler vermiştir.


İlk Elçiler atanıyor

Modus Vivendi uyarınca Amerikanın ilk Türkiye Cumhuriyeti büyükelçiliğine atanan Joseph C. Grew aynı zamanda ABD Senatosu tarafından onaylanmayan Türk-Amerikan Dostluk ve Ticaret antlaşmasını Lozan’da İsmet İnönü ile imzalayan ABD Delegasyonu başkanıydı..

Crew oldukça gürültülü bir hava içinde Leviathan gemisiyle 1 Ağustos 1927 Pazar günü Newyork’tan Türkiye’ye hareket etti. Bazı fanatik Ermeniler bu kez  bir mitingle, Türkiye’nin Amerika’daki elçisini (ki henüz Amerika’ya gelmemişti) ya da  Türkiye’ye hareket eden Amerikan elçisini veya ikisini birden vurma fikrini ortaya attılar. Bu şekilde sözde Ermeni soykırımına karşı dünyanın merhametini ve ilgisini çekmek istiyorlardı. Bunu 1973 – 1984 yılları arasında ABD’nin Santa Barbara Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir’den başlayarak Türkiye dışında çok sayıda Türk diplomat ve görevliyi/aile üyelerini şehit ederek gerçekleştireceklerdi.

22 Eylül 1927’de Amerikan elçisi Crew, Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey’i ziyaret etti. Bakan Twvfik Rüştü bey elçiyi selamladıktan sonra Birleşik Amerika temsilcisi olarak kendisini kabul etmekten, özellikle Lozan Antlaşması’na imza koymuş bir insan olarak mutluluk duyduğunu, İsmet Paşa’nın kendisinden daima iltifatlı sözlerle bahsettiğini, Lozan Konferansı’nda derin bir anlayış gösterdiğini sık sık söylediğini ifade etti. Büyükelçi Crew, Tevfik Rüştü Bey’e cevaben: Konferans sırasında Türkiye’yi az çok tanıdığını, konferansta büyük bir ustalık ve anlayış göstermiş olan İsmet Paşa’nın kişiliğine karşı büyük bir sempati ve hayranlık duymakta olduğunu, Türkiye’nin birkaç yıl içindeki gelişmelerini yakın bir ilgi ile izlemekte olduğunu söyledikten sonra: “Amiral Bristol’dan sizi o kadar dinledim ki, daha önceden de zaten sizi iyice tanımış bulunuyordum”, dedi.

Elçi Grew, 12 Ekim 1927’de itimatnamesini vermek için Çankaya’ya çıktı, itimatnamesini verdikten sonra Atatürk, Elçiye: “Daha önce Türkiye’ye gelip gelmediğini ve Ankara’yı nasıl bulduğunu sordu”.

Merasim bittikten sonra Büyükelçi Grew Tevfik Rüştü Bey’i tekrar ziyaret etti. Grew Tevfik Rüştü Bey’i ziyaretini anlatıyor: “Tevfik Rüştü bey bana Atatürk üzerinde çok iyi bir izlenim bırakmış olduğumu, kendisini şimdiye kadar bu derece memnun görmediğini, Atatürk’ü memnun etmenin kolay bir şey olmadığını söyledi. Ben de kendisine: Cumhurbaşkanının üzerimde fevkalâde bir etki bırakmış olduğunu, özellikle çehresindeki kudret ve irade ifadesini hiç unutmayacağımı, gerçekten de Atatürk’te hedefine erişmek için her güçlüyü yenebilecek bir insan çehresi var yanıtını verdim“. 

Tevfik Bey’in yanından ayrıldıktan sonra Büyükelçi Grew  İsmet Paşa’yı Bakanlıktaki odasında ziyaretini anlatıyor: “İsmet Paşa beni büyük bir sıcaklıkla selamladıktan sonra tercümansız olarak Fransızca konuştuk. Beni eskisinden daha genç gördüğünü söyledi, ben de, üzerinde taşıdığı ağır sorumluluklara rağmen kendisinin hiç yaşlanmamış olduğunu işaret ettim. Gerçekten ihtiyarlamamış, yalnız saçları daha aklaşmış ve biraz şişmanlamış, yüzünde aynı tebessüm ve gözlerinin çevresinde aynı kırışıklıklar vardı. Fakat kulakları daha ağırlaşmıştı.”

Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ne atanan Ahmet Muhtar Bey (Mollaoğlu) elçilik binasının hazırlanmasını bekledikten sonra aynı yıl Kasım sonunda ABD’ye giderek Başkan Calvin Coolidge’e güven mektubunu sundu.

Ahmet Muhtar bey anlatıyor: “İskeleye vürudumuzda etrafımızda kordon altına alındığı mahsus idi. Orada muntazır bulunan otomobillere hemen atladık. Zırhlı ve mitralyözlü motosikletlere rakib ve dört tarafımızı muhat uzun bir polis kafilesi bizimle berabere harekete geldi. Caddelerde bu mürakibin ıslıkları ile hep birden kopardıkları bir vaveylâ içinde istasyona doğru koşuyorduk. Rehgüzarımıza müsadif bütün tramvaylar, otomobiller, arabalar bize yol vermekle mükelleftir. Otomobilimizi vaktiyle İngiltere veliahdını taşıyan, şoför yıldırım süratiyle idare ediyordu. İstasyonda yine kesif bir kordon içinde, etrafımız bütün sivil memurlarla muhat olarak trene bindik. Bu geşt ü güzar esnasında fotoğrafçılar her taraftan magnezyumlar tutuşturuyorlar, istasyon adeta yanıyordu. Washington’a kadar refakatimizde bulunan aynı memur bu istikbalin yalnız rüesa-yı hükümete yapıldığı izah ediyordu.”

Amerika’da yaşananları Türkiye’den takip etmeye çalışan J. Grew’in günlüğüne düştüğü not oldukça ilginçtir: “Amerika’daki Ermeniler yaşlı Muhtar’ı öldürürlerse, Hükümet benim cesedimi buradan aldırmak için hemen bir savaş gemisi gönderebilir, çünkü (öldürülmem) uzun sürmez.”

Yeni Büyükelçi Grew de Bristol’un uzlaşma politikasını gütmeye başladı. Ancak Bristol, Amerikan sermayesini Türkiye’ye çekmek için çaba harcamıştı. Aynı isteği J. Grew göstermedi.


Ticari ilişkiler

Ulen Corporation, Kuhn Loeb ve The Fox Corporation özel olarak Türkiye’ye Türk yetkililerle görüşmek üzere temsilciler gönderdiler. Bunların arasında olan Ulen Corporation’dan Kuhn Loeb, Türkiye tarımı üzerinde incelemeler yaptı. Ulen Corporation Henry Ford’a serbest bölge liman inşaatı için mali destek sağlaması yolunda teşebbüste bulundu. Bu serbest bölgede Ford otomobil fabrikası kuracak ve üretimini yakın ve Uzak Doğu’da ihraç için dağıtım merkezi oluşturacaktı.

1928 yılında Amerika ile Türkiye arasında ticarî ilişkiler geçici antlaşmaya göre yürütülüyordu. Yalnız uzlaşma ve hakemlik görüşmeleri yıl boyunca sürdüğü halde bir antlaşma olmadı. Türkiye’de Amerikan düşmanlığı az olmasına karşın, düzgün antlaşma yapmama niyeti Amerikalılar’dan kaynaklanıyordu. Fakat, Türkiye’ye gelen Amerikalı girişimciler, Türkiye ile antlaşma yapılmasını istiyorlardı. Ermeniler’in Hristiyan mezhepleri ve kiliseleri arasında yürüttükleri Türkiye aleyhtarı kampanyalar Amerikalılar’ın Türkiye ile antlaşma yapmamasında belli bir ölçüde başarılı olmuştu.

Resmî ilişkilerden bu zorluklara rağmen Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı otomobil ve makina ihracatı devamlı artış göstermiştir. Henry Ford’a İstanbul’da serbest bölge kurulması garantisi verildi. Bu serbest bölgede Henry Ford bir otomobil fabrikası kuracaktı. Ayrıca Yakın ve Orta Doğu’ya dağıtım yapacak bir merkez de burada inşa edilecekti.

1928 yılında Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında Uzlaşma ve Hakemlik Antlaşması yapmak için görüşmeler sürdürülüyordu. Bu arada Çin ile Sovyet Rusya arasındaki Mançurya sorunu görüşmelerine Amerika Kellogg Paktı’nı imzalayan devletlerle birlikte Türkiye’yi de davet etti. Türkiye böyle bir görüşme için hazır olmadığı gibi, Rusya’nın tepkisinden çekindiği için delege göndermemişti.

İlişkilerin olumlu yönde ilerlemesi ABD ile Türkiye arasında 1 Ekim 1929 Ticaret ve Seyr-ü Sefain (denizcilik)” antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlandı. Beş maddeden oluşan antlaşma her iki taraf için de bir ayrıcalık idi.  Amerika, en fazla mazhara lâyık ülke muamelesini hem ticarette, hem de gemicilik meselelerinde görecekti.

Cumhuriyet Hükümetinin dış politikası dürüstlük, açıklık ve bilhassa barış fikrine dayanıyordu. Atatürk, 1 Kasım 1929’da TBMM’nin üçüncü dönem, üçüncü toplantısını açarken: “Beynelmilel herhangi bir meselemizi sulh vasıtalarıyla halletmeyi aramak, bizim menfaat ve zihniyetimize uyan bir yoldur. Bu yol haricinde bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, emniyet prensibine ve onun vasıtalarına çok ehemmiyet veriyoruz. Beynelmilel sulh havasının mahfuziyeti için Türkiye Cumhuriyeti iktidarı dahilinde herhangi bir hizmetten geri kalmayacaktır” diyerek devletin politikasını açıklamıştır.

1929 yılında ortaya çıkan Dünya Ekonomik Bunalımı, Türk ekonomisini sıkıntıya sokmuş ve Türkiye, kredi arayışı içine girmiştir. Bu bağlamda ilk akla gelen ülkelerden birisi Amerika Birleşik Devletleri olmuş ve alınması düşünülen kredi teklifi, Başbakan İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey tarafından Nisan 1930’da Büyükelçi Grew iletilmiştir. Grew cevabını Amerika Birleşik Devletleri ziyareti dönüşünden sonra bildirmiş ve ilk adım olarak Türkiye’deki durumu incelemek üzere bir heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bu meyanda 1930 yılının sonlarına doğru Amerikan Ticaret Bakan yardımcısı Julius Klein başkanlığında bir heyet Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Bu sırada Atatürk’le bir görüşmede yapan J. Klein kredi konularını konuşmak üzere Amerika Birleşik Devletlerine iki üç kişilik bir heyet gönderilmesini teklif etmiştir.

1 Ekim 1929 tarihli  Türkiye -ABD Ticaret Antlaşması karşılıklı olarak onaylanarak 22 Nisan 1930’da yürürlüğe girdi. Antlaşmanın Senato’daki onay süreci, Amerika’nın Türkiye Büyük Elçisi Grew başta olmak üzere bazı kişilerde endişelere neden olmuştur. Grew, Amerikalı yetkililere yazdığı mektupta “Hadi dua edelim, eğer Senato antlaşmayı reddederse bilmiyorum Türk hükümet yetkililerinin suratına nasıl bakacağım…” diyerek bunu dile getirecektir. Ancak beklenildiği gibi olmamış ve sadece birkaç Senatör söz konu antlaşmaya karşı çıkmıştır. Büyükelçi Grew bu antlaşmadaki Amerikan çıkarları önceki onaylanmayandakinin dörtte biri bile değil buna rağmen Senato’da kayda değer muhalefet görmedi diyor ve ekliyordu: “Politika böyle bir şey işte“. Türkiye’de ise bu 7 yıllık gecikme unutulmadı. Amerikanın dostane ve demokratik Türkiye Cumhuriyetini destekleyici tutumda olmadığı şeklinde mütalaa edildi.

1930 yılında Amerika Türkiye’ye çok uzak olmasına rağmen politik açıdan Türk basınında iyi bir saygınlığı vardı. Sonbaharda Amerikalı Chester iş amacıyla Türkiye’ye ziyarette bulunması Curtis uçak filosunun Ankara’yı ziyareti iki ülke arasındaki iyi ilişkileri sürdürdü. İsveç Kibrit Tröstünün bir şubesi olan Türk – Amerikan Yatırım ortaklığına 10 milyon dolar karşılığında kibrit tekeli imtiyazı verildi. Bu firma da, böylece Türkiye’de iş yapan yabancı şirketler arasında en büyük mali desteğe erişti. 1930’da ABD’den 10 milyon dolar borç alındı.

Amerikan Ticaret Bakan yardımcısı Julius Klein’ın teklifi uyarınca Şükrü Saraçoğlu başkanlığında bir heyet, 7 Ekim 1931’de Amerika Birleşik Devletlerine gitmiştir. Ziyaret esnasında Türkiye’deki bayındırlık işleri, banka kredisi ve pamuk endüstrisi gibi konularda iyileştirme için 50-100 milyon dolar kredi alınması gündeme gelmiştir. J. Grew, bu ziyarete büyük önem vermekte ve ilişkilerin iyileştirilmesi için bir fırsat olarak görmektedir. Heyet yılın sonuna doğru fazla bir başarı elde edemeden geriye döndü. Türk Hükümeti, Amerikan finans yardımı yanında demiryolu, liman ve sulama sistemlerinin yapımında Amerikalı ilgili kuruluşların ilgisini çekmek istiyordu.

Ekim 1931’de Amerika ile Türkiye arasında geçici olarak, kuruluş ve oturum antlaşması imzalandı. İki ülkenin göçmen yasaları dikkate alınmaksızın bu Antlaşma imza edildi. Çünkü, Amerika 1925 yılında Avrupa’dan göçmen almayı durdurmuştur. Bu Antlaşma ile iki ülke, en fazla mazhara sahip ülke davranışını karşılıklı olarak birbirlerine yapacaklardı.

Amerikalı Henry Ford, Türkiye’nin çağrılarına kulak asarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Galata’da Otomobil Montaj Fabrikası kurma girişiminde bulunmuş, ancak bu teşebbüs, gümrük idaresi ile başgösteren anlaşmazlıklar yüzünden 1931 yılında akamete uğramış, Ford’un İstanbul’daki faaliyeti İskenderiye’ye geçmiştir.


New York – İstanbul ilk non-stop uçuşu

Bu olaydan sonra, iki ülkeyi ilgilendiren başka bir olay oldu. 28 Temmuz 1931’de Russel Boardman ve John Polando adlı iki Amerikalı havacı kullandıkları “Cape Cod” uçağı ile New York’tan havalanıp hiç bir yerde durmaksızın İstanbul – Yeşilköy hava limanına inişleri insanlarda heyecan yaşattı. Atatürk bu havacıları Yalova’da kabul etti. Halbuki çok seçkin yabancılar, generaller, amiraller, bakanlar, onunla Ankara’da resmen konuşmak isteğinde bulunduklarında bile çoğunlukla Çankaya’ya çıkamazlar, en az günlerce bekletilirlerdi. Fakat bu iki genci Atatürk hemen görüşmek üzere davet edişi Atatürk’ün Amerika’ya karşı gösterdiği dostluğun bir nişanesiydi. Atatürk bu pilotlarla görüştükten sonra Başkan Hoover’e şu telgrafı göndermiştir: “Amerikalı kahramanlar Türk Ulusu’nun kalbini sevinçle doldurmuştur. Başarmış oldukları harikulade işin sonunda bu cesur gençlerin yüzlerinde gördüğüm neşe ve azim ifadesi bana şu inancı verdi ki, insanlık için kazandıkları bir büyük zafer onlar için yalnız bir başlangıçtır. Asil ve muhterem şahsiyetiniz aracılığı ile bu büyük kahramanları yetiştiren şanlı ulusunuzu kutlamak benim için büyük bir zevktir”.

Atatürk’nün telgrafına Başkan Hoover şu cevabı verdi: “Newyork’tan İstanbul’a yaptıkları başarılı bir uçuştan sonra Amerikan pilotları Boardman ve Polando’ya karşı göstermiş olduğunuz nezaketten ötürü samimi takdirlerimi ifade etmek isterim”.

Bu tarihlerde Türkiye’nin dış politikası basit ve açıktı; herkesle dost geçinmek, gruplaşmaya girmemekti. Bu politikanın sonucu görüldü. Türkiye 1923’ten önce  düşmanlarla, 1931’de ise güvenilir dostlarla çevrilmişti.

Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1932’de TBMM’nin dördüncü dönem ikinci toplanma yılını açarken: “Bizim kanaatimizce beynelmilel siyasi emniyetin inkişafı için ilk ve en mühim şartı, milletlerin hiç olmazsa sulhu muhafaza fikrinde samimi olarak birleşmesidir”. Cumhurbaşkanı Türkiye’yi çağdaş medeniyet düzeyine eriştirmek için barışın temel olduğunu iyi anlamıştı. Zira, silahlanmaya gidecek para ülkenin kalkınmasına harcanırsa halkın hayat standardı artacaktı. Aksi halde, nüfusu kalabalık, kalkınmamış ülke olarak kalınması kaçınılmazdı.

Türkiye’nin 18 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olmasından
sonra Türk-Amerikan ilişkileri daha da iyi bir düzeye gelmiştir.


Mac Arthur Türkiye’de

1932  Eylül ayı içinde ABD Genel Kurmay Başkanı Douglas Mac Arthur, Türkiye’ye üç günlük resmî bir ziyarette bulundu. Türk Hükümetinin davetlisi olmakla birlikte Türk askerî otoritelerinin de oldukça ilgilenmelerine neden oldu. Bu cümleden olmak üzere Mareşal Fevzi Paşa misafirinin onuruna Ankara’da öğle yemeği verdi. Askerî kuruluşlar gezdirildi. İstanbul’da da özel olarak Atatürk ile çok samimi geçen bir görüşme yaptı. Konuk Genel Kurmay Başkanı Türkiye’de bulunduğu sırada büyük bir özenle Türk Ordusu’nu övdü. Türk Ordusu’nun düzen ve disiplinini umduğunun çok daha ötesinde bulduğunu dile getirdi. Böyle askerlere başka bir ülkede rastlamadığını ifade etti.

Yeni Elçi

1932 yılında General Charles Sherrill, J. Grew’in yerine elçi olarak atandı. Yeni Büyükelçi, Türkler’e ait her şeyi aşırı derecede övme fırsatını hiç kaçırmıyordu. Atatürk’ün Mussolini’den daha büyük bir insan olduğunu devamlı söylemesini bir alışkanlık haline getirdi. Bundan başka Atatürk ile George Washington arasında bir paralellik kurmak için çalışma da yapıyordu. Türk basınında da, Amerika’yı geniş çapta öven yazılar çıkıyordu. Açıkça, Türk devlet adamlarının ağzında Amerika’dan Türkiye’ye mâli yardım geleceği ümidi yaşanıyordu. Bu arada, Türkiye’de değişik sahalarda çalışmak üzere Amerika’dan uzmanların geleceği söylentileri de vardı. Bunlar arasında demiryolları ve tarım uzmanlarının da yeralacağı belirtiliyordu. Hatta, bazı bakanlıklara da danışmanların geleceği söylentileri de vardı. Fakat yalnızca bir gümrük danışmanı geldi. Bu arada uçak ve pilotu Amerikalı olmak üzere Ankara ve İstanbul arasında uçak seferlerinin başlaması için hazırlıklar da yapıldı.


Amerikalı danışmanlar gelmeye başlıyor

1933’te Türk yöneticileri, Türkiye dışında komşusu Rusya ile iyi ilişkiler içinde olmak isterken, yönetim yönünden de Amerika’yı beğeniyorlardı. 1933 yılı boyunca çeşitli bakanlıklarda havacılık, madencilik, gümrük işlerinde ve demiryollarında danışmanlık yapmak üzere çok sayıda Amerika’lı aileleriyle birlikte Ankara’ya gelerek yerleştiler.

1933 yılının Ekim ayında Mr. Sherriel’in yerine atanan yeni Amerikan Büyük Elçisi Mr. Skiner itimatnamesini Atatürk’e verirken yaptığı konuşmada Amerikalılar’ın sıkıcı sorunlara ilgi duyduğu gibi tarihe, güzel sanatlara, arkeolojiye, Türk mimarisine ve ekonomisine de ilgi duyduğunu belirtti. Başkan Roosevelt, biri Mayıs ayında dünya ekonomik krizi nedeniyle, diğeri de Ekim ayında, Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılı dolayısıyla Atatürk’e  iki mesaj gönderdi.

Ticarî ilişkilerde Türkiye İspanya’ya en fazla imtiyaza lâyık ülke muamelesini yapınca, Amerika hakkı elinden alındı diye bunu protesto etti. Türkiye bunun üzerine harekete geçerek ticarî alanda Amerika’ya ayrıcalıklar tanıdı. Çünkü, Türk-Amerikan ticarî ilişkilerinde denge Türkiye lehine idi. Bu nedenle, Amerika’yı tatmin etmek için bazı ticarî imtiyazlar sunmak zorunluğu hissedildi.

Ford motor fabrikasının İskenderiye’ye nakline kızan Türk bürokratlar Türkiye’de çalışan yabancı uyruklulara bazı kısıtlamalar getirdiler. Bununla ilgili olarak Türkiye’de sivil havacılık işleriyle uğraşan Amerikalılar da bazı zorluklarla karşılaştılar.

Bu arada, 1933 yılında iki ülke arasında I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların Türkiye’de uğradıkları zararların karşılanması için görüşmeler sürüyordu. Söz gelimi, Türkiye’de faaliyet gösteren Gerry Tabacao Company’nin esas sahipleri Yunan asıllı Amerikalı idi. 13 Eylül 1922’de başlayan İzmir yangınında büyük zarar gördüklerini iddia ederek Türkiye’den para koparmaya çalışıyorlardı.

Atatürk, TBMM’nin dördüncü dönem üçüncü toplantı yılını 1 Kasım 1933’te açarken: “müteselli olabiliriz ki, sulh ülküsü: bizim içinde bulunduğumuz yakın muhitte memnun olunacak terakkiler kaydedilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, beynelmilel sulh ve emniyeti kuvvetlendirmek için kendi tesiri ve iktidarı olan sahada ve aynı arzuda olanlarla beraber hayırlı faaliyetlerde bulunmuştur. Londra’da imzalanan Mütecavizin Tarifi muahedeleri beynelmilel ademi tecavüz fikrini teşvik eden diğer mukavelelere hakiki bir canlılık vermektedir. BMM’nin bu büyük eseri takdir buyuracağına şüphe yoktur. Böylece dışişlerindeki arasız çalışmalarımız da genel siyasamıza, ulusal ülkümüze uygun olarak başarılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer devletlerle münasebetlerinin, aradaki muahedelerin hükümlerine ve beynelmilel dostluk icaplarına uygun olarak umumiyetle iyi olduğunu söyleyebilirim” diyerek, Türk dış politikasının gidişatından mutluydu. Çünkü hükümet dış politikayı, Atatürk’ün yönergeleri doğrultusunda uyguluyordu. 1934 yılı boyunca Türk-Amerikan ilişkileri çok mükemmeldi. Amerikan eğitim kuruluşları, yabancı bir kuruluşun hak ve yetkilerine sahip olarak eğitimlerini sürdürdüler. Birkaç Amerikalı danışman Bakanlıklardaki görevlerine devam ederken, bir kısmı da görev süreleri dolduğu için Amerika’ya geri döndüler.


Suçluların İadesi Antlaşması

6 Ağustos 1923’te, Lozan’da Türkiye ile Amerika arasında imza edilen Suçluların İadesini Antlaşması sonunda  5 Şubat 1934’te ABD Senatosu tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Amerikan Senatosunun bunu onaylamadaki amacı, yargılanmak istemeyen batık kaçak banker Samuel Insull’a karşı Türkiye’deki açık kapıyı kapatmak idi. Nitekim, Samuel Insull, bir Yunan yolcu vapuruyla, 29 Mart’ta İstanbul açıklarına geldi. 11 Nisan’da yürürlüğe giren Suçluların iadesi Antlaşması’nın onayından önce, Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi Türk Hükümeti’ne derhal bir nota vererek, Mr. Insull’un hileli iflas ettiğini, bu nedenle Amerikan adlî yetkililerince tevkif müzekkeresi çıkarıldığını belirterek kaçak Banker’in Amerika’ya iadesini istedi. Buna karşı Ankara biraz endişe gösterdi. Türk Ceza Kanununun 9. maddesi uyarınca birçok hukuki formalitelerin yerine getirilmesi gerekiyordu. Her ne kadar Yunan gemisi kaptanı “Ben Boğaz’dan transit geçiyorum” demesine rağmen Mr. Insull gemiden Türk yetkililerince alınarak Sulh Ceza hakimi önüne çıkarıldı. Bazı hazırlıklar yapıldıktan sonra nihayet Mr. Insull bir Amerikan yolcu vapuru ile Amerikan Elçiliği’nden birinin refakatinde Newyork’a gönderildi.

1934 yılı Temmuz ayında Türk Hükümeti gümrüklerine verdiği bir talimatla, son zamanlarda Türk Hükümetinin değişik ülkelerle imzalamış olduğu ticarî antlaşmalara eklediği serbest listelerde belirtilen mallar çerçevesi içerisinde, Amerika Türkiye’ye bir kısıtlamaya tâbi olmadan mallarını ihraç edebilecekti. Türkiye’nin Amerika’ya bu imtiyazı tanımasının nedeni, iki ülke arasındaki ticaretin Türkiye lehine fazlalık vermesiydi.


Amerika’ya tazminat

25 Ekim 1934’de, Türkiye ile Amerika arasında I. Dünya Savaşında İzmir’de yangından zarar gören Amerikan vatandaşlarına yıllık 100 000 dolar taksitle 13 yılda ödenmek kaydiyle, toplam 1 300 000 dolar tazminat vermeyi öngören Antlaşma imzalandı.

Atatürk, 1 Kasım 1934’de TBMM’nin dördüncü dönem dördüncü toplanma yılını açarken: “Uluslararası siyasa acunu, geçen yıl içinde kazanma kaygısına düştü. Bu yüzden bütün ülkelerde silahlanmaya hız verildi. Cumhuriyet Hükümeti de bundan dolayı bir yandan ulusal korunma gücünü pekleştirmeye çalışırken, bir yandan da barışın sarsılmaması için ulusların birlikte çalışmasına umut veren yoldan ayrılmamak uğrunda elinden geleni esirgememiştir.

Cumhuriyet Türkiyesi’nin dostluklarının çözülmez bağlılığı, geçmiş yıllarda türlü işlerde denenmiştir. Ulusumuzun acunca tanınmış özlüğünün gereği de karşılıklı verilmiş sözü tutmaktır. Buna ne türlü özenildiği, bundan böyle özenileceği bellidir”, diyerek dış politikayı kısaca özetlemiştir.

1937 yılında Türk-Amerikan ilişkileri yeni bir hareketliliğe şahit oldu. Yaz ayı içerisinde Başkan T. Roosevelt ile Atatürk arasında rahatlatıcı ve samimi mesajlar teati edildi. Yılın sonuna doğru Ankara’daki Amerikan Maslahatgüzarı Cordell Hull, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na giderek, Amerika Dışişleri Bakanı adına Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin komşu ülkelerle ilişkilerini geliştirip devam ettirmesini ve Saadâbat Paktı’nın imzalanmasından duyduğu memnuniyeti iletmiştir. Bu politikayı Amerika’nın destekleyeceğini de ilan etti. Bu mesaj, Türk basını tarafından iyi karşılandığı gibi, Türk Hükümeti de mesajı aynı sıcaklıkla cevaplandırdı.

1937 Ağustos ayından itibaren Türkiye’nin Amerika ile olan ticareti daha önceki yıllara göre Türkiye aleyhinde büyük ölçüde açık vermeye başladı. Dolayısıyle Amerika’dan ithal edilen malların parasını ödemede gözle görülür bir zorluk ve belli bir gecikme olmaya başladı. Bu durum karşısında Amerika, Türkiye ile arasındaki Clearing antlaşmasını gözden geçirmek zorunda kaldı. 2 Kasım’da Amerika Türkiye ile olan ticarî antlaşmasını gözden geçireceğini Türkiye’ye bildirdi.

Atatürk 1 Kasım 1937’de TBMM’nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açarken: “Diyebilirim ki, tuttuğumuz siyasi yol ve hedeften ayrılmıyoruz. Son senelerde arşı ulusal münasebetlerde daimi değişiklikler olmasına rağmen, biz bu karışıklığın ortasında daima değişiklikler olmasına rağmen biz bunun ortasında sulhseverlikle duygulu olarak karşılıklı dostluklarımıza riayet ediyoruz. Onların maiyet ve dairelerini genişletmeye müsait zihniyetle arzu ulusal vaziyet ve vazifemizi gözönünde tutarak çalışıyoruz. Bu yolda itina ile çalışmaya devam etmenin hükümete tavsiye edeceğim en doğru karar olduğu kanaatindeyim”, diyerek dış politikayı açık bir şekilde ifade etmiştir.

Diğer taraftan, Türkiye ile Amerika arasında uzun zamandan beri görüşülen Ticaret Antlaşması 8 Aralık 1938’de imzalandı. Bu Antlaşmaya göre, gümrük tarifeleri mümkün olan en alt dengeye indirgendi ve Türkiye’nin Amerika’dan ithal edeceği malların bedelini serbest dövizle ödeyecekti.

Amerika Türkiye’ye Cumhuriyet döneminde elçi olarak asker kökenli kişileri göndermiştir. Bunlar Türk Ordusu’nu ve Atatürk’ü sürekli övmüşlerdi.  Türkiye Amerika’nın askerî kanadında büyük ölçüde sözü geçiyordu. Fakat Amerika’nın sivil kanadı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaçarak Amerika’ya giden Bulgar, Ermeni ve Lübnanlıların Osmanlı aleyhtarı propagandalarının etkisi altında kalmıştır. Özellikle Ermeniller, Rum Ortodoks kilisesini de kullanarak Türkiye aleyhtarlığını yaymakta etkili olmuşlardır. Amerikan Kongresi’nin 6 Ağustos 1924 Lozan Dostluk ve Ticaret Antlaşması’nın  onaylanmamasında etkin sebep buydu.

Türkiye, Amerika’nın olumsuz tavrına karşı uysal davranmıştır. Çünkü Avrupa, Türkiye’ye karşıydı. Türkiye dengeyi ancak Amerika’ya yakınlaşmakla sağlamıştır. Ayrıca, Türk ihraç mallan olan halı, tütün, incir ve kurutulmuş meyveler için Amerika iyi bir pazar olduğu gibi, Türkiye Amerika’dan aldığından çok mal satıyor, peşin döviz elde ediyordu. Bu, Türkiye için çok önemliydi. Zira Türkiye, 1565’den beri dış ticarette dengeyi sağlayamadığı gibi, istikrarlı para ve düzgün ödemeyi başaramamıştır.

Sürdürülen politika Atatürk’ün ölümünden sonra da devam etti. 1 Nisan 1939’da Türkiye ve ABD arasında imzalanan ticaret antlaşması bunda etkili oldu.


Atatürk döneminde Amerikan okulları

24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kaldırılınca 3 Mart 1924’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim birleştirilerek ülkedeki farklı isimler altında faaliyette bulunan bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlanmıştır. Medreselerin de kapatıldığı bu kanunla eğitim ve öğretimde millilik ve laiklik esasları benimsenmiştir. Bu yüzden sayıları eskiye göre oldukça azalan bu kurumlar için getirilen düzenlemelerden bazıları şunlardı:

  • Misyoner/Yabancı okullarda, ibadethaneler dışında dershane ve salonlarda bulunan dini semboller; haç, heykel, dini tasvirler vs. kaldırıldı.

  • Müslümanların ve başka mezhepten öğrencilerin okullardaki dini ayinlere katılmaları yasaklandı.

  • Yetişecek nesilleri misyonerlere ait yabancı okullardaki yabancı kültürün tesirlerinden korumak ve onlara küçük yaşta milli bir ruh ve fikir eğitimi vermek amacıyla Türk çocuklarının yabancı misyoner okullarına gitmelerini yasaklayan bir kanun çıkarıldı.

  • 23 Mart 1931 tarih ve 1778 sayılı kanunla Türkiye’de ilkokula gidecek Türk vatandaşı çocukların ancak Türk okullarına gitmeleri sağlandı. Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra çok sayıda misyoner okullarının ilkokulları öğrencisizlik yüzünden kapanmak zorunda kaldı.

  • Milli kültürün korunması amacıyla Türkçe, Türk tarih ve coğrafyası ile yurt bilgisi derslerinin Türkçe olarak Türk öğretmenler tarafından okutulması sağlandı.

  • Türk öğretmenlerin MEB tarafından atanması, yabancı müdür yanında bir Türk müdür yardımcısının bulunması zorunluluğu getirildi.

American Board’un 1923 tarihli yıllık raporunda konuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

Kapitülasyonların kaldırılmasının misyonerler üzerindeki etkisi çok derin oldu. Bir kere Türkiye’de misyonerlikle meşgul olan herkesin zihniyetini değiştirmesi gerekir. Artık kurumlarının ecnebi ve yabancı devlet himayesinde olduğunu akıllarından çıkarmasınlar. Bu kurumlar ülkenin kanunlarına ve herkese karşı aynı olan adalete göre kendilerini yeniden düzenlesinler. Hayatlarının ve mülklerinin ülkenin diğer insanlarınınkine göre hiçbir üstünlüğü yoktur. Artık misyonerler kendilerinin dışarıdan teminat altına alınmış bir adaletin imtiyazlı savunucuları oldukları fikrini bıraksınlar. İnsanların içinde inşa edilen adalet duygusunun cazip destekleyicisi olsunlar. Misyoner teşkilatımıza maddi manevi yardımda bulunanların Türk yönetimi altındaki Amerikan misyonerlerinin bu durumlarına karşı tavırlarını yeniden ayarlamaları imkansız değil sadece güç olacaktır.”

Board’un 1924 tarihli bir raporunda ise şöyle denilmektedir: “Hıristiyan öğretmenler, Hıristiyan düşünce ve yaşam temelinde yatan prensipleri öğrencilere aktaracaklar, böylece misyonerlik Türk öğrencilerinin hayatına Hıristiyan karakterini sokma fırsatına kavuşacaktır”.

Atatürk, yabancı kolejlere alternatif olarak  31 Ocak 1928 tarihinde “Türk Maarif Cemiyeti”ni (günümüz Türk Eğitim Derneği – TED) kurdurdu. Bursa Amerikan Kız Koleji  din propagandası yapıldığı gerekçesiyle 1928 yılında kapatıldı. Sonunda  faaliyetine devam eden Amerikalılara ait İstanbul’da Robert Kolej, Üsküdar Amerikan Kız Koleji, Tarsus ve İzmir Göztepe’deki Amerikan Kolejleri kaldı.

Elçi Grew’in Türkiye’ye atanmasından sonra Türk hükümeti, Amerikan okullarına daha az müfettiş gönderdi. Yalnız Amerikan okullarındaki Türk öğretmenlerin sayısının arttırılması, Türkçe ders saatlerinin fazlalaştırılması, bazı kitaplara sansür uygulaması da ortadan kalkmış değildi. Robert College’in makina bölümüne bazı Türk öğrenciler alındı.

1927 yılının sonlarına doğru, Bursa’daki Amerikan Kız Okulu’nun bazı görevlileri burada okuyan Türk kızlarını Müslümanlıktan döndürmek için çalıştıkları iddiası Türkiye’de büyük bir yankı uyandırdı. Bu iddia, Amerikan Elçiliği tarafından ciddiye alınmadı. Çünkü Elçilik, Modern Türkiye’de Hristiyanlık propagandasının yapılmaması şeklindeki Türkiye görüşünü benimsemişti.

28 Ocak 1928’de Associated Press Ajansı muhabiri Miss Priscilla Ring, Büyükelçi J. Crew’i ziyaret ederek: “Türkiye’de çıkan bütün sabah gazetelerinin Bursa’daki Amerikan okulunda üç kız öğrencinin Hristiyan olduğu, Türk makamlarının olay hakkında soruşturma açtıklarını, eğer okulda Türk çocuklarının Hristiyanlaştırma çabası tesbit edilecek olursa, okulun kapatılacağı haberini” verdi. Büyükelçi haberin Amerikan senatörlerince duyulmasından korkuyordu. Zira bazı senatörlerin bunu büyük ölçüde istismar ederek Senato’nun Lozan Antlaşması’nı onaylamamasından korkuyordu. Bu tarihlerde Amerikan okullarının din propagandasını yasaklayan kanuna titizlikle uyuyorlardı. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu devrinde Beyrut Üniversitesi, İstanbul Kız ve Erkek Kolejleri ve İzmir Koleji’nden başka Yakındoğu’da beş yüzden fazla Amerikan Okulu vardı. Ana okulundan üniversiteye kadar her derecesi bulunan bu öğretim müesseselerinde 25 binden fazla öğrenci okuyordu. Lozan’da Kapitülasyonlar sisteminin kaldırılmasıyla bu okullardan ancak birkaç tanesi Cumhuriyet Türkiye’sine intikal etmişti. J. Grew, hiç olmazsa bunların devamını sağlamak için gayret sarfediyordu.

14 Şubat 1928’de Merzifon’da başka bir olay ortaya çıktı: Türk müfettişler, Türk Bayrağı ile birlikte dalgalanan Amerikan bayrağının indirilmesini, pazar günleri ders yapılmasını, Pazartesi ve Perşembe günleri öğleden sonraları tatil verilmesi için direnmişlerdir. Bilindiği gibi bu tarihlerde resmî tatil Cuma günü idi. Ayrıca müfettişler, öğretmenlerin oturma odalarında Türkçe bir İncil bulunca durum daha da gerginleşti. Bu olumsuzluklar zamanla uzlaşma ile aşılmıştır.

Bir başka olay da Robert Kolej’de ortaya çıktı. Kolej’in hazırlık sınıfında bulunan 10 yaşlarında iki çocuk, çalışma salonunda asılı duran bir Türkiye Haritası üzerinde delikler açmışlar ve Türkiye hakkında yakışıksız işaretler yapmışlardı. Bu öğrencilerden birisi Rum, diğeri de Maltalı idi. Polis soruşturma yaparak sorunu kapatmıştır.

1930 yılında Türkiye’deki Amerikan eğitim kuruluşları  fazla eleştirilmediği gibi, seçkin Türk gençlerinin bu okullara gitmeleri öğütleniyordu. 1931 yılı boyunca  Türkiye’deki Amerikan dinî kuruluşları aşırı derecede gelişti. Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji Türkler arasında özel bir ilgi görüyordu. Bu nedenle, Amerikan eğitim kuruluşlarına karşı Türk Millî Eğitim Bakanlığı çok az zorluk çıkarmıştır. Şüphesiz ki, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde Anglo-Saxon eğitimi çok gözde idi. Bunlar arasında İngilizler’in İstanbul’daki okulları da vardı.

1932’de İstanbul’daki Amerikan Robert Koleji ile Amerikan Kız Kolejinde, çoğunluğu Türk yönetici sınıfının çocukları olmak üzere eğitim görüyorlardı. Bu nedenle, Amerikan ve İngiliz hayranlığı oldukça fazla idi.

1933 yılı gerek bütün dünyada, gerekse Amerika’daki mâli kriz nedeniyle Türkiye’de bulunan Amerikan okulları ve diğer Amerikan kuruluşları yardım alamadıkları için etkilendiler. Hatta bazıları parasızlık nedeniyle kapandılar. Eğitim ve öğretime devam eden Amerikan okulları Türk öğrenciler arasında seçkin bir yere sahiptiler. Bir miktar Türk öğrenci Türk Hükümeti adına Amerika’ya eğitime gönderildi.

1933 yılında Robert College’in Amerikalı bir tarih profesörü Amerika’dan Türkiye’ye dönerken bir Amerikan gazetesinde Atatürk’ün tarih teorisini tuhaf bir şekilde eleştirmesinden dolayı Robert Kolej’de sıkıntılı bir an yaşandı. Söz konusu teoride Atatürk, Türk Halkını bu topraklara bağlamak ve halka bir tarih bilinci vermek istiyordu. Tezini sağlam bir zemine oturtmak için Güneş dil teorisini, Sümer ve Etiler’in Türk olduğu düşüncesini ileri sürmüştü. Buna bağlı olarak Ankara’da Sümer Sokağı, İstanbul’da Eti Yokuşu isimleri konulmuş, Sümerbank ve Etibank kurulmuştu. Kolej’deki sıkıntıyı işiten Amerikalı Profesör, haberi Atina’da duyunca ülkesine geri döndü. Çünkü, Türkiye’ye girişi yasaklanmıştı.


4. Atatürk’ten sonra Soğuk Savaşa kadar Amerika ile ilişkiler


Yeni Ticaret antlaşması

Türkiye ve ABD arasında yeni bir ticaret antlaşması imzalanması için 1938 yılında başlayan görüşmeler sonucu 1 Nisan 1939 tarihinde Antlaşma imzalanmıştı. TBMM’nin 16 Haziran 1939 tarihinde onayladığı antlaşmada, bu Antlaşma ile yürürlükte kalkan 1929 Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması’nda olduğu gibi “ABD en ziyade müsaadeye mazhar millet” olduğu vurgulandı.


2. Dünya savaşı başlıyor

2. Dünya savaşı sırasında ABD Başkanı Roosevelt 9 Şubat tarihinde İsmet İnönü’ye gönderdiği mesajda, kurulması düşünülen Balkan Birliğine katılarak Türkiye’nin de savaşa girmesini istedi. Türkiye buna olumsuz yanıt verdi.

ABD, Türkiye’nin olası Almanya saldırısına direnme gücünü artırmak için İngiltere’nin girişimiyle Amerika’nın “Ödünç Verme ve Kiralama Programı” kapsamına alarak 1941 Mart ayından itibaren Türkiye’ye yardım göndermeye başladı.  Ancak sonradan Türkiyenin Almanya ile Saldırmazlık Antlaşması imzalamasına tepki olarak Türkiye’yi önce Ödünç Verme ve Kiralama Programı kapsamından çıkarttı, İngiltere’nin ısrarı üzerine 3 Aralık 1941 tarihinden itibaren Türkiye’ye tekrar yardım göndermeye başladı.

Türkiye’ye savaşa gir baskıları

ABD 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbour baskınından sonra 2. Dünya Savaşına girdi. ABD Moskova Konferansı’nda, Sovyetler Birliği’nin “Türkiye savaşa katılmalı” yönündeki isteğini, savaş esnasında tüm dikkatini Batı Avrupa çıkarmasına verecek olmasından dolayı, Türkiye’ye gerekli askeri desteği sağlayamayacağı için kabul etmedi. 1944 yılında İngiltere’nin ısrarına rağmen Türkiye savaşa katılmak istemeyince ABD, İngiltere ile birlikte, Türkiye’ye askeri malzeme gönderimini durdurdu. Türkiye, İngiltere ve Amerika’nın baskıları karşısında 20 Nisan 1944’de Almanya’ya krom ihracatını durdurdu, 2 Ağustos 1944’te Almanya ile, 6 Ocak 1945’de Japonya ile diplomatik ve ticari ilişkilerini kesti.


Savaşta sona yaklaşılıyor

23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye ile Amerika arasında Ödünç Verme ve Kiralama Antlaşması imzalandı. 9 maddeden oluşan bu antlaşma, Amerika’nın 11 Mart 1941 tarihli yasaya dayanarak, Türkiye’ye askeri amaçlı yardımda bulunmaya karar vermesiyle başlayan sürecin, hangi ilkeler, koşullar ve kapsam çerçevesinde gelişeceğini ortaya koyan bir ön antlaşmaydı. Söz konusu antlaşma, TBMM tarafından 25 Haziran 1945’te kabul edilerek yürürlüğe girdi.

Roosevelt’in Rus aşkı

II. Dünya Savaşı sırasında, Roosevelt yönetimi altındaki Amerika’da Sovyetlerle romantik filmleri aratmayacak bir flört yaşanıyordu. Roosevelt’in bizzat kendisi tam bir Stalin hayranıydı. Gizli örgütler birlikte çalışıyordu. Ama ABD’nin bu hayranlığı ve tüm saflıkları yüzünden Sovyet İçişleri Halk Komiserliği – NKVD, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosunun (Office Strategic Services – OSS) içine kadar sızmıştı.

Kuzey Afrika’da Çöl Tilkisi olarak efsane yapmış Alman Komutan Rommel’i püskürterek Sicilya’ya çıkıp, Berlin’e kadar savaşa savaşa giden, tarihin büyük ve efsanevi Amerikan komutanı General George S. Patton ise Rusları hiç sevmemiş, dünyanın başına bela olacaklarını anlamıştı. Amerikan ve Müttefik orduları hazırken Sovyetler de yorgunken onları tepeleyelim diyordu. Bu ABD Başkanı Roosevelt’in ve Genel Kurmay Başkanı Eisenhower’ın kabul edebileceği birşey değildi. Patton Almanya’da Manheim yakınlarında ıssız bir bölgede bir kamyonun makam aracının üzerine kırmasıyla ağır yaralandı. Daha sonra kaldırıldığı hastanede önce iyileşme belirtileri gösterdi sonra da bir anda hayata veda etti. Generalin 21 Aralık 1945’de ölümünün ardından ne kaza için soruşturma yapıldı, ne de hastanede neler olduğuna dair bir inceleme.


Yalta Konferansı

Savaş sonunda ABD, Sovyetleri müttefik olarak görmeyi sürdürüyor, yakınlaşmak istiyordu. 3 Şubat 1945’de Yalta Konferansı’nda ABD Başkanı Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Churchill, Sovyetler Birliği’nin Boğazlar rejiminin oluşan yeni şartlar çerçevesinde değiştirilmesi gerektiği yönündeki isteğini haklı buldular.

Yalta konferansında, Stalin’in baskısıyla, daha önce Sovyetler Birliği vatandaşı olup Avrupa’da kalmış olanların hepsinin Sovyetlere iadesi kabul edilmişti. 450 bin civarında Türk soydaş bundan etkilenecekti. Aralarında savaşa önce mecburen Kızılordu’da başlayıp Almanlara esir düşen ve sonra da çaresiz Almanlar safında kendi milli lejyonuna katılıp Sovyetler’e karşı savaşmış olanlar, Kızılordu’nun şerrinden korkarak ailece topraklarını terk edip Batı’ya sığınanlar vardı. Hepsi Sovyetler Birliği tarafından ‘vatan haini’ kabul edilmişler, ele geçtiklerinde en ağır şekilde cezalandırılmaları öngörülmüştü. ABD ordusu yukarıdan kesin emir aldığı için, kendilerine sığınan ya da yakaladıkları Türk soyluların bir bölümünü Ruslara teslim etti. Bazı Amerikalı komutanların vicdanı bunu yapmaya elvermemişti. Bu konudaki ayrıntılı yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


Stalin çok şey istiyor

TBMM, BM’nin kurucu üyeleri arasında yer almak için, Almanya ve Japonya’ya 1 Mart 1945 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere savaş ilan edilmesine karar vermişti. Sovyetler, Türkiye’nin böyle bir karar almasını savaşın seyri üzerinde hiçbir tesiri olmadığı gerekçesiyle fırsatçılık olarak değerlendirdi.  Sovyet Hükümeti, daha sonra Türkiye’ye verdiği 19 Mart 1945 tarihli notada, Atatürk’ün güttüğü siyaset ve yakın  ilgisiyle imzalanan, süresi 7 Kasım 1945 tarihinde bitecek olan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı yenilemek istemediğini bildirdi.  Sovyetler Birliği Lideri Stalin Antlaşmayı yenilemek için Kars, Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlarda askeri üs isteyerek Türkiye’ye ağır tehditler yöneltti. Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Sovyet taleplerine karşı mecliste “Açıkça söyleriz ki Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak öleceğiz” diyordu.

29 Mart 1945’de Türkiye’de Sovyet karşıtı Turancıların yargılanması tamamlandı ve “ırkçı” suçlaması ile 10 Türkçü-Turancı mahkûm edildi. Mahkeme, Başkurt asıllı Zeki Velidi Togan’a 10, Nihal Adsız’a 6,5 ve Reha Oğuz’a 6 yıl mahkumiyet verdi.  Sovyet karşıtı oldukları bilinen Turancıların hapsedilmesi ile Sovyetlerle ilişkilerin yumuşatılabileceği ümit ediliyordu. Bu konu ayrı bir yazımızda ayrıntılı anlatılmıştır OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Avrupa’da savaş bitmişti ve Sovyet ordularının terhis edilmeyerek karargâhların Türk sınırları yakınına kaydırılması, Stalin’in asıl niyetini ortaya koymaktaydı. Potsdam öncesi Türkiye ile Sovyetler arasında bir sinir savaşı yaşanıyordu. Gelinen durum, Stalin’in Türkiye’yi tehditlerle yıldırmaya yönelik uygulamaya koyduğu politikanın işe yaradığını gösteriyordu.

Sovyetler Birliği, 7 Haziran 1945’de Dışişleri Bakanları (Molotov ve Sarper) düzeyindeki görüşmelerde Boğazlar rejiminde kendileri lehine değişiklik yapılması ve Doğuda sınır düzeltmeleri kapsamında Kars ve Ardahan’ın SSCB’ye verilmesini gündeme getirmiştir. Molotov’un bu istekleri üzerine ABD ve İngiltere’nin tutumunu o günlerde San Francisco’daki Türk delegasyonunda bulunan Nihat Erim anlatıyor:
Türkiye derhal ABD’ye başvurdu ve dedi ki “Stalin’in isteklerine hayır diyeceğim, bana yardım edebilir misiniz?” Hasan Saka başkanlığındaki kurulda ben de vardım. Amerika bize, “Savaştan yorgun çıktık, herkes terhis edilmek istiyor. On bin mili aşıp size yardım olanaksız. Ruslarla anlaşın dedi. Dönüşte Londra’ya uğradık. Dışişleri bakanı Eden ile görüştük. Ondan da aynı cevabı aldık. Eden, neredeyse birliklerimizde isyan çıkacak anlaşın diyordu… Ankara’da Batılı diplomatlar toplanıp sabaha kadar Rus Ordularının sınırı aşmasını beklemişler.

7 Temmuz’da Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Hüseyin R. Baydur, Bakan Yardımcısı Grew ile görüşerek Sovyet talepleri karşısında Ankara’nın ABD’den destek isteğini yineledi. Grew bu talebi diplomatik bir dille reddetti. ABD, Sovyetlerle ters düşmek istemediği gibi Sovyetler’in üs taleplerine de karşı çıkmıyordu. Zira kendisinin Brezilya, Ekvator ve Portekiz başta olmak üzere çok sayıda ülkede üsleri vardı. Bu sırada atom bombası geliştirme çalışmaları büyük bir gizlilik içinde devam ediyordu. ABD atom bombası sayesinde kendini güvende hissediyor, bu da kendisine yetiyordu.

Ancak İngiltere ve ABD Yalta Konferansı’ndan sonra geçen dört aylık sürede Stalin’e güvenlerini kaybetmişlerdi fakat ABD, Sovyetlere karşı Türkiye’yi desteklemeyerek orta bir yol tutmuştu. Müttefikler arasındaki güven bunalımında Stalin’in Yalta sonrasındaki davranışları ve vermiş olduğu taahhütleri tutmamasının büyük etkisi vardı.


Potsdam Konferansı

ABD başkanı Franklin D. Roosevelt’in görev başında ölmesi üzerine Başkan Yardımcısı Harry S. Truman Başkan oldu ve16 Temmuz 1945’de düzenlenen Potsdam Konferansına katıldı. Truman açılışta yapmış olduğu konuşmada; Romanya, Polonya, Yunanistan, Bulgaristan ve İtalya ile ilgili konulara değinmiş, fakat Türkiye’den ya
da Boğazlardan bahsetmemişti. Stalin de ilk başta ne Türkiye ne de Boğazlardan bahsetmemişti. Toplantının sonlarına doğru Churchill’in Sovyetler’i uyaran nota sertliğindeki sözlerine Stalin ile Molotov ikilisi aynı sertlikte cevap verdiler, hatta Türk Boğazları’nda bir fait accompli (emrivaki) düzenleme yapılmasından çekinilmeyeceği vurguladılar. Truman ise “ABD Montrö’nün değiştirilmesine taraftardır, Boğazlar üç büyük güç tarafından güvenliği garanti edilen tüm dünya seyrüseferine açık suyolları olmalıdır, tüm dünyada boğazlar dahil iç sularda seyrüsefer serbestisinin gerektiği kanaatini taşıyorum…toprak sorunu Türkiye ile Rusya arasında çözülecek bir meseledir” dedi. Bunun anlamı Sovyetlerin Türkiye’den toprak isteklerinin yalnızca bu iki devleti ilgilendiren bir sorun olduğu ve ikisi arasında çözülmesi gerektiği, Boğazların ise ABD’yi ve bütün dünyayı ilgilendirdiği, yapılacak yeni düzenlemeye ABD’nin de katılması gerektiği şeklindeydi.

Yemek sırasında Sovyetler Birliği lideri Stalin, Birleşik Krallık lideri Churchill’e, Türkiye-SSCB arasındaki bir ittifakın ancak aralarındaki anlaşmazlıkların çözülmesiyle mümkün olacağını, fakat Türkiye’nin  Kars ve Ardahan’ı SSCB’ye geri vermeyi, Montreux Antlaşması’nı tartışmayı reddettiğini söyledi.

Toplantı sonunda Montrö’nün değiştirilerek Türk Boğazları’nın egemenliğinin Sovyetlerle paylaşılması konusunda anlaşmaya varıldı. Alınan karara göre; Montrö Sözleşmesi’nin tekrar gözden geçirilerek bazı maddelerinin değiştirilmesi kabul edilmişti ve bu konuda her üç devlet ayrı ayrı Türkiye ile görüşecekti.

O sıralarda Japonya ile savaşa devam etmekte olan ABD, henüz etliye sütlüye karışmak istemeyen hele hele, Wilson ilkelerinin çöpe atılmasının, Türkiye’deki beşyüze yakın Amerikan okullarının, dördü dışında, Atatürk döneminde kapatılmasının kuyruk acısı ve  Türkiye’nin savaşa girmemesi yüzünden bana ne Türkiye’den ne halleri varsa görsünler havasındaydı.

Bu arada Washington’da, kapalı kapılar ardında gayrı resmi olarak, Amerika’nın Türkiye’ye ilgisizliği yumuşatılmaya çalışılmaktaydı.  Amerika ise Potsdam’dan iki ay sonra Komünizmin yayılmaya başlamasından rahatsız olmaya başlamıştı, bu nedenle tutumunu gözden geçirmekteydi. Japonya’nın da teslim olmasıyla gelişmeler, Sovyetler’in karşısında blok oluşturma gereğine işaret ediyordu. 1946 yılına gelindiğinde Truman, Sovyet yayılmacı eylemlerine tolerans göstermemeye karar
verdi. Artık ABD Türkiye’ye yönelik dış politika değerlerini yeniden şekillendirebilirdi.


Missouri geliyor

Sonunda iki yıl önce vefat etmiş olan Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşının Missouri Zırhlısı ile İstanbul’a gönderilmesi formülü bulundu. Missouri, Japonya’nın teslim antlaşmasının imzalandığı gemiydi. 21 Mart 1946’da Washington Lahit odasından çıkarılan Ertegün’ün naaşı küçük bir törenin ardından trenle New Jersey’e götürüldü ve oradan da Missouri’ye kondu. Ertesi gün dul eşi ve üç çocuğunun da bulunduğu törenle yola çıktı. 1 Nisanda Cebelitarık Boğazını geçen donanmanın 45 000 tonluk  sembol muharebe gemisi Missouri ve ona eşlik eden Providence ve Power savaş gemileri, Sisam açıklarında Türk donanmasına bağlı Muavenet, Sultanhisar, Demirhisar muhriplerince karşılandılar ve 5 Nisan 1946 sabahı saat 8’de İstanbul’a vardılar. 

Amerikan gemilerinin gelişinden önce İstanbul’da önemli hazırlıklar yapılmıştı. Belediye büyük bir temizlik kampanyası başlatmış Beyoğlu’ndaki eğlence yerleri yeniden düzenlenmişti. Genelevler beyaza boyanıp hayat kadınları muayene edilmiş, Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nin minareleri arasına “Welcome” mahyası asılmıştı. Tekel, Amerikalı konuklar için özel Missouri sigaralarını piyasaya sürmüş, hatıra posta pulları bastırılmış, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü çeşitli spor karşılaşmaları için düzenlemeler yapmıştı. 

Cumhurbaşkanını temsilen İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, Oramiral Hewitt, Truman’ın özel temsilcisi Weddell ve diğer yetkililerin katılımıyla Dolmabahçe’de başlayan cenaze töreni Beşiktaş Sinanpaşa Camii önünde sona erdi. Törenden sonra Missouri’nin komutanı Oramiral Hewitt ve özel temsilci Wendell trenle Ankara’ya geçtiler. 6 Nisan günü konuklar Cumhurbaşkanı İnönü ve Başbakan Saraçoğlu tarafından kabul edildiler. Konuklarla birlikte gelen yabancı gazetecilere İnönü’nü şunları söyledi: “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa, o kadar iyi olur”.

Cumhuriyet gazetesi yazarı Metin Toker gemiler İstanbul’dan ayrılırken yaşananları şöyle anlatmıştı: “Missouri kafilenin başına geçiyor, Providence, Power ve bizim harp gemilerimiz onu takip ediyorlar. Denizyolları vapurları kafilenin iki tarafından gidiyorlar. Sirkeciden Yeşilköy’e kadar uzanan sahiller aynı heyecanlı kalabalıklarla dolu. Misafirlerimiz müthiş bir alkış tufanı arasında İstanbul’u arkalarında bırakıyorlar. Yeşilköy açıklarında denizyollarının on vapuru düdük çalarak dostlarımızı selamlıyor, dönüyorlar. Misafir gemiler bir gelin alayı halinde Marmara’dan yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Yolunuz açık olsun dostlarımız….

Missouri olayı tarihte Stalin’e verilen gözdağı olarak kabul edilirken Batıya ve ABD’ye yönelik Türkiye dış politikası ve statükoculuk bir daha geri dönülmez şekilde yavaş yavaş kendini göstermeye başlayacaktır.


Missouri çözümünün perde arkası

Missouri Zırhlısının İstanbul’a gelişi formülünün perde arkası hayli ilginçti:

  • Münir Ertegün’ün naaşı, Üsküdar’da bir bölümü Sabetayistlere ait olan Bülbülderesi Mezarlığına bakan Özbekler Tekkesine defnedildi.

  • Özbekler Tekkesinin şeyhi Ata Efendi, Münir Ertegün’ün ağabeyiydi, 1776 da Kabalacıların kurduğu dünyayı yönetme amacı güden İlluminate tarikatı üyesi ve  33. dereceden mason olduğu Soner Yalçın tarafından iddia ediliyor.

  • Özbekler Tekkesi’nin son dönemine, Şeyh Küçük Hüseyin Efendi vasıtasıyla Nakşibendi tarikatının Halidiyye Kolu egemen olmuştu. Küçük Hüseyin Efendi ile ilgili daha geniş bilgiler başka bir yazımızın konusu edilmiştir. OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

  • Münir Ertegün’ün oğlu Ahmet Ertegün de Özbekler Tekkesine defnedilmişti.  Eşi Ioana Maria Mica’nın, Macar asıllı bir Yahudi ailesinin Romanya doğumlu kızı olduğu Soner Yalçın tarafından iddia ediliyor. (Not: Ahmet Ertegün’ün kız kardeşi Selma Göksel’in “Ailemde mason, Yahudi ve ajan yoktur. Aileme çamur atanları, iddialarını ispata davet ediyorum” şeklinde beyanı var)

  • Ahmet Ertegün’ün ABD’de Atlantic plak şirketinde iş ortağı Arif Mardin, Ömer Fevzi Mardin’in yeğeniydi.

  • Ömer Fevzi Mardin, amacı “Dinler Arası Diyalog” olan Kadıköy’deki  İlahiyat Kültür Telifleri Derneğinin kurucusu ve Arusi Şeyhiydi. Amerika’yı “Babil’den dünyaya dağılmak için yayılan ırklar sanki Allah’a hizmet için Amerika’da buluşuyor ve en özgür demokrat koşullar içinde birleşiyor” olarak anlatan, Yahudileri “…Allah’tan başka kimse kendiliğinden değil bir milleti, hatta bir ferdi bile tahkir, tezlil etmek hakkını haiz değildir. Allah filan kavme ağır tenkitte bulunmuştur diye onlara karşı aynı lisanı kullanmak kimsenin hakkı ve haddi değildir” diyerek savunan, Mehmetçik’in Kore’ye gitmesini isteyen “Kore Savunmasına Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret” kitabının, Varlık Vergisinden zarar gören “Musevilere Çıkış Yolu” kitabının yazarıydı.

  • Ömer Mardin’in yeğeni Şerif Mardin, Boğaziçi, Stanford ve Sabancı üniversitelerinde görev yapmış dünyaca ünlü bir sosyolog,  1989 yılında Amerika’da İngilizce olarak yayınlanan ve 1992 yılında Bediüzzaman “Said Nursi Olayı / Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim” adıyla Türkçe’ye çevrilen Said-i Nursi’yi öven kitabın yazarı. Bu konuda daha geniş bilgileri  OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

  • Ömer Mardin’den sonra Dinler Arası Diyalog’un bayrağını devralan ABD’nin Truva atı Fethullah Gülen’di. Diyalog, Türkiye Yahudi Cemaatinin önde gelen ismi, 33. dereceden mason Üzeyir Garih tarafından büyük destek görmüştü. Bu konuda daha geniş bilgileri OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN. CIA denetiminde yürütülen bu projenin ilk başarılı örneği Moon tarikatıydı. Bu konuda daha geniş bilgileri  OKUMAK İÇİN  LÜTFEN TIKLAYIN.

  • Gülen’in Yahudi dostluğu ile ilgili yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


Soğuk savaş adımları

Missouri ziyaretinin ardından Başkan Truman, 1945 Nisan ayı Ordu Günü’nde yapmış olduğu konuşmada “Ortadoğu, enerji kaynaklarıyla ekonomik ve stratejik önemdedir ve buradaki güçsüz devletler desteklenecektir” şeklinde bir beyanda bulunuyordu. Ardından 12 Mart 1947’de Başkan’ın Truman Doktrini olarak adlandırılacak beyanı Türkiye Cumhuriyetinin dışa bağımlılığının miladı aynı zamanda Soğuk Savaşın da başlangıcı olacaktır.

5. Soğuk Savaş süresince Türkiye – Amerika ilişkileri


Demir Perde ve Truman Doktrini

5 Mart 1946’da, İngiltere eski Başbakanı  Winston Churchill, Amerika’nın Missouri eyaletinin Fulton kasabasında, Başkan Harry Truman’ın yanında Sovyetler Birliği’ne karşı siyasal savaş ilan eden ve Demir Perde ifadesine yer veren ünlü konuşmasını yaptı.

Sovyetler Birliği 07 Ağustos 1946 tarihinde Türk Boğazlarındaki geçişi düzenleyen 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili olarak Türkiye, ABD ve İngiltere’ye birer nota göndermiştir. Bu nota ile özetle; Boğazların Türkiye ile ortak savunulmasını, Boğazlar rejiminin Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından belirlenmesini ve Boğazların özel durumların dışında Karadeniz’e kıyısı olmayan ülke savaş gemilerine kapanmasını talep ediyordu. Bu isteklere Türkiye tarafından olumsuz yanıt verilmiştir. 24 Eylül 1946’da SSCB’den aynı nitelikte ikinci bir nota alan Türkiye yine talepleri reddetmiştir.

ABD Başkanı Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de kendi adıyla anılacak “Truman Doktrini”ni (dış politika beyanını) açıkladı. ABD, komünizm ile silahlı mücadele veren ve komünist ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardım yapmaya karar vermişti. Burada kastedilen ülkeler Yunanistan ve Türkiye idi. Bu amaçla Truman, Kongre’den 400 milyon dolar kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs 1947’de bu isteği kabul etti. 75 sayılı yasa olarak anılan Kararda “Madem ki Türkiye ulusal bütünlüğünü, bağımsızlık ve hürriyetini korumak için ABD’den acil yardım talep etmiştir…” ifadesiyle talebin Türkiye’den geldiği özellikle vurgulanmıştır.


Komünizm geliyoor!

O sıralarda ABD Wisconsin eyaleti Cumhuriyetçi parti Senatörü Joseph Raymond McCarthy, tarihe “McCarthycilik” olarak geçecek olan bir anti-komünizm hareketi başlatmıştır. Bu hareket ABD Kongresinde Türkiye’ye bakış açısının değişmesinde önemli etki yapmıştır.  Hareket Türkiye’de de uygulamaları tetiklemiş ve komünizmi dinsizlik, ülkeye ihanetle özdeşleştirecek bir atmosferin yaratılmasına çok önemli bir katkı sağlamıştır.


Marshall Planı

ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, 5 Haziran 1947’de savaşta tahrip olan, ekonomik kaynaklarını tüketen ve Sovyet tehdidi altında kalan Avrupa ülkelerine yardım edileceğini açıkladı.

Türkiye Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasında 12 Temmuz 1947’de Ankara’da “Türkiye’ye Yapılacak Yardım” Anlaşması imzalandı.

01 Eylül 1947’de TBMM tarafından onaylanan Anlaşma ile ilgili olarak Mecliste Nihat Erim:
Bugün Türkiye’nin ve Türkiye ile beraber dünyanın maruz bulunduğu tehlike, açıkça bu kürsüden ifade edebilirim ki, Amerika Birleşik Devletlerinin yardımı olmadan önlenemez… Bu vesika, Amerika Hükümeti tarafından verilecek ve şu kadar milyon dolarla ifade edilen bir askerî malzeme yardımı şeklinde, dar mütalaa edilmemek lazımdır. Bu vesika, bundan sonra, Türk-Amerikan yakınlaşmasının ve münasebetlerinin inkişafının temel taşı telakki edilmelidir. Büyük Millet Meclisi bu kanunu kabul ettikten sonra Türk- Amerikan münasebetleri yeni bir devreye girmiş olacaktır ” diyordu.

Anlaşmaya göre Türkiye ABD’nin verdiklerini, ABD’nin iznini almadan, anlaşma amacı dışında kullanamayacak veya başka ülkelere aktaramayacak; yardımların izlenmesi ve denetlenmesi amacıyla Amerikan resmi yetkililerinin ve basın temsilcilerinin Türkiye’ye giriş ve çalışmalarını kolaylaştıracaktı. Bu şart 1964 yılında zamanın ABD Başkanı tarafından sert bir mektup uyarısıyla hatırlatılacaktı. Söz konusu mektup ve bağlantılı olaylar yazımızın ilerideki bölümlerinde analiz edilmiştir.

ABD Kongresi 11 Eylül 1947 de”Marshall Planı” olarak adlandırılan Avrupa Telafi Programını onayladı.

1948 Haziran sonuna kadar  Türkiye’ye 76 milyon doları teçhizat, 24 milyon doları diğer masraflar olmak üzere 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapıldı. Diğer taraftan ABD bu süreçte, Anadolu’nun Sovyet istilasına uğraması durumunda bölgeye yığınak yapmayı ve ikmali kolaylaştıracak İskenderun – Ulukışla – Toprakkale ve Erzurum yollarının yapılmasına önem ve öncelik vererek yol yapımı için 5 milyon dolar tahsis etmiştir.

Askerî yardım programı başlangıçta Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernize edilmesi ve eğitilmesine yönlendirilmiştir. Bu süreçte, Türk ordusunun eğitimi için ABD’den birçok uzman personel Türkiye’ye gelmiş deniz, hava ve kara birliklerinde eğitim vermiştir. Marshall Planı kapsamında Türkiye'ye buğday, süt tozu, peynir gibi tarım ve gıda sanayi ürünleri de gönderilmişti. Kimyasal işlemlerle elde edilen süt tozları 1940'ların sonu, 1950'lerin başında sulandırılıp ilkokul öğrencilerine içiriliyordu.  


Fulbright Antlaşması

27 Aralık 1947'de imzalanan "Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma" Türkiye’nin Milli Eğitiminin Amerikalı uzmanlar ve CIA tarafından, Amerikan çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmesini öngörmekteydi. Antlaşmanın Eğitim Komisyonu’yla ilgili 5. maddesi şöyleydi:

"Komisyon, dördü TC vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulu olacaktır. Bunlara ek olarak Türkiye’deki ABD diplomatik heyetin başı, (Amerikan Büyükelçisi) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Komisyonda oyların eşit oluşması durumunda kesin oyu misyon şefi (Amerikan Büyükelçisi) verecektir.”

 

İsrail – ABD – Türkiye

Birleşmiş Milletler Genel Kurul’unda 29 Kasım 1947’de 13 ret, 10 çekimser, 33 kabul oyuyla Filistin’in topraklarının taksimiyle İsrail ve Filistin devletlerinin kurulmasına karar verildi. Kudüs ise uluslararası statüde kabul edildi. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve Fransa taksim lehinde oy kullanırken İngiltere çekimser kaldı. Türkiye ise Arap ülkeleriyle birlikte taksime ret oyu verdi. David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıkladı. Amerika Birleşik Devletleri aynı gün İsrail’i tanıdı.

4 Temmuz 1948’de Türkiye ile ABD arasında Türkiye’nin Marshall Planı’na dahil edilmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Türkiye 3 yıl içerisinde 137 milyon dolar yardım aldı. Fakat bunlar Türkiye açısında Sovyet tehdidinden korunmak için yeterli değildi. O yüzden Türkiye’nin İsrail-Arap politikasını değiştirmesi, 28 Mart 1949’da ilk Müslüman ülke olarak İsrail’in tanıyarak Ortadoğu’da müttefiklerinin yanında olduğunu göstermesi gerekiyordu. Ama bu da yeterli olmadı. ABD için Türkiye’de İnönü iktidarı miadını (süresini) doldurmuştu.


Amerika Patrikhane'ye el atıyor


1453’de İstanbul'un Fethi'nden sonra, Fatih Sultan Mehmet'in çıkardığı fermanla Fener Rum Patrikhanesi de denilen Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin yasal statüsü belirlenmişti.

1918’de Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı Devleti’nin peş peşe girdiği savaşlar sonucunda epeyce yıprandığını ve bir daha toparlanamayacağını düşünüyordu. Megalo ideayı hayata geçirmek için faaliyetlere başlamıştı. Fener Papazları “Hunhar, canavar suratlı, zalim Kemalistlerin zulümlerinden biz Hıristiyanları kurtarmaya gelin, Kemalistlerin Ankara’da ki zehirli yuvalarını bir an evvel yıkmak için acele edin” yazan broşürler dağıtıyor, Avrupa’dan yardım istiyorlardı.

Öte yandan Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurucusu 1884 Akdağmadeni doğumlu Papa Eftim: "Patrikhane'nin bize Türklüğümüzü unutturmak ve dilimizi değiştirtmek için aldığı bunca tedbirler hiç kar etti mi? İşte Türk tabiiyetimiz ve dilimiz olduğu gibi bakidir. Halis Türk ve Türk evlatları olduğumuzu her halimizle ispat etmekteyiz." diyordu. Bu beyan üzerine İstanbul Hükumeti Papa Eftim hakkında yakalama kararı çıkardı. İstanbul'un emrini vatansever Keskin Kaymakamı Avni Bey yerine getirmedi. Papa Eftim'i teslim etmedi. Papa Eftim, delege olmadığı halde Sivas Kongresi'ne katıldı. Dönüşte Keskin'de bir miting düzenleyerek İstanbul Hükümetini tanımadığını ve yalnız Mustafa Kemal Paşa'dan emir alacağını bildirdi. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış duasını okuyan din adamları arasında Papa Eftim de vardı.

Cumhuriyet döneminde İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin etkinlik alanı sadece dinî konularla İstanbul'daki Rum cemaati ile sınırlandı.

1940’ların sonlarında Amerika Rusların bağlı olduğu Ortodoksluğu denetlemeye ve komünizme karşı kullanmaya karar verdi. Amerika, İstanbul’daki Fener Ortodoks Rum Patrikhanesini tüm dünya ve Rus Ortodokslarının bağlanacağı tek merkez haline getirerek Rusya’daki Ortodoksları komünizme karşı örgütlemeyi planlıyordu. İstanbul Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlı dönemindeki gibi Ekümenik statüsüyle donatılarak değişik ülkelerdeki tüm Ortodoksların merkezi yapılmalı ve Amerikan buyruğunda çalışması sağlanmalıydı.

ABD Başkanı Truman 21 Şubat 1946'dan beri Fener Patriği olan Maksimos’u Rus yanlısı bularak 18 Ekim 1948'de istifa ettirdi, yerine Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Athenagoras’ı 1 Kasım 1948’de Fener Rum Patriği olarak atadı. Athenagoras o sırada Amerika’daydı.

1886’da Yunanistan’da Aristoklis Mathias Spriyu adıyla doğmuş olan Athenagoras Heybeliada Ruhban Okulu'nda eğitim almış ardından Korfu Metropolitliği ve New York Metropoliti görevinde bulunmuştu. Milli Mücadele yıllarında Anadolu'daki Rum azınlıkları kışkırtmak üzere Fener Rum Patrikhanesinde kurulan Mavri Mira teşkilatının yönetimindeydi. M. Kemal Atatürk, bunu NUTUK’ta şöyle anlatır (20. Bölüm Vesika 1): “Pek mevsûk elde edilen ma’lumâta (belgeye dayanan bilgiye) göre Rum Patrikhanesi’nde Mavri Mira isminde bir heyet teşekkül etmiştir. Bunun reisi Patrik Vekili Droteos, azaları: Atenagoras, Enez Metropoliti, Yunan Kaymakamı Giritli Katekhakis, Katelopulos, Dipasimas, Ayinpa, Polimitis, Siyari ismindeki zevâttır.”

Athenagoras Kıbrıs'ta İngiliz hakimiyetine ve Kıbrıs Türklerine karşı eylemler yapan EOKA'cı katillerin de baş tahrikçisiydi. Amerikan vatandaşıydı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığı için de patrik olması Lozan Antlaşması uyarınca mümkün değildi. Başkan Truman’ın İnönü’den özel talebi üzerine bir gecede ’fevkalade telsik’ (olağanüstü vatandaşlığa alma) yoluyla Türk vatandaşı yapıldı.
Truman ve Athenagoras

Athenagoras, 26 Ocak 1949’da Başkan Truman’ın özel uçağıyla Türkiye’ye geldi ve ertesi gün törenle taç giydi. Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü’ye Truman’ın özel mektubunu sunarken, “Ben Truman Doktrini’nin dini bölümünü teşkil etmekteyim” diyordu. Lozan’da Eyüp Kaymakamlığına bağlı bir kurum haline getirilmiş olan Patrikhanenin başı böylece Cumhurbaşkanlığı düzeyine çıkarılmış oldu.
Athenagoras'ı topluma ve üst düzey muhafakâr çevrelere hazmettirme işini Said-i Nursi üstlendi. Namı diğer Kürt Sait’e göre Athenagoras, tam bir "gizli Müslüman"dı. Öyle tepki verilecek bir adam değil, bilakis baştâcı yapılması gereken bir papazdı. Sait hemen Fener Patrikhanesine giderek Patrik Athenagoras'ı ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, 'Siz Kur'ân'ı Allah'ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul etseniz ve Hıristiyanlığın da dini hakikîsiyle amel etseniz ehl-i necat olacaksınız' demiş. O da 'Ben kabul ediyorum' diye cevap vermiş. Sait tekrar 'Dünyadaki diğer ruhanî reisler de kabul ediyorlar mı?' diye sormuş. O, 'Onlar kabul etmiyorlar' demiş. Sait'e göre Papaz kendisini gayet hürmetle karşılamış.

Sonuçta Athenagoras, Fener'e Patrik oluverdi. Yetinmedi tabii; Fener, Patriğe dar geliyor, Eyüp nahiyesinin tamamını istiyordu. Ekümeniklik sevdalısıydı. Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasında da ısrarlıydı. Yakın zamanda çıkan Belgeler Papazın katıksız CIA ajanı olduğunu netleştirdi.

Demokrat Parti iktidarında Fener’e verilen tavizler daha da artarken Fener Patrikhanesi karşıtı, Kurtuluş Savaşına destek olmuş Papa Eftim’in kurucusu olduğu Türk Ortodoks Patrikhanesi ise Türkiye Hükümeti nazarındaki itibarını iyiden iyide yitirmeye başladı. Menderes döneminde Papa Eftim’e Hizmeti Vataniye Kanunu uyarınca Atatürk tarafından bağlanan maaş kesildi. Papa Eftim’in oğlu Turgut Erenerol bu dönemi şöyle anlatıyordu: “Demokrat Parti dönemi bizim için en berbat dönemlerden biri oldu. Adnan Menderes o dönemlerde Athenagoras’ın ayağına gidip elini öptü. Athenagoras’ın elini öperek Amerika’dan hep dolarları alacağını zannediyordu.” Ayrıca Fener Patrikhanesini, İstanbul Rumlarını ve “Yunanistan’ı gücendirmemek” için 1953’teki Fethin 500. yılı törenlerine Menderes hükümeti katılmıyordu.


 

Menderes dönemi

14 Mayıs 1950’de Adnan Menderes iktidara geldi. Menderes, ayağının tozuyla Meclis kararı almadan 25 Haziran 1950’de, ABD ordusuna destek olarak, Güney Kore’ye  5000 kişilik kolordu gönderdi. Türk askerleri Güney Kore ve Çin birliklerine karşı çatışmalarda toplam 734 şehit, 2147 yaralı, 234 esir ve 175 kayıp  verdi. Bunlara karşılık Başbakan Menderes, New York’ta yapılacak NATO toplantısında Türkiye’nin üyeliğinin kabul edilmesini ummaktaydı. Fakat öyle olmadı, istek reddedildi, ABD yetkilileri sadece Türkiye’den askeri planlamalarını NATO komutanları ile birlikte koordine etmelerini istedi. Akdeniz devleti olan İtalya’nın NATO’ya alınıp, Türkiye’nin alınmaması Menderes’i hayal kırıklığına uğratmıştı.

Bu arada, ABD’nin Sovyetler’in hava ve kara saldırılarından bir an önce korunacak önlemleri alması da gerekiyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri USAF, Sovyetlerden gizli olarak, başta Adana olmak üzere Diyarbakır, Balıkesir, Bandırma, Kayseri, Eskişehir, Afyon ve Balıkesir’de hava üsleri tasarlamıştı. Fakat Türkiye NATO’ya alınmadığı sürece bunların hayata geçirilmesi mümkün kılmadı.  Sonunda ABD, savaş durumunda Türkiye’deki üsleri ve diğer tesisleri kullanmanın ve Boğazların Sovyetler’e kapatılmasını sağlamanın önemini zorunlu olarak kabul etti ve nihayet 18 Şubat 1952’de Türkiye NATO’ya alındı.

Böylece Soğuk Savaşla mücadele gereği ABD’nin Sovyetlerin komşusu Türkiye siyasetinde aktif rol almasına hiçbir engel kalmayacaktı. Ancak ABD, Türkiye’nin ileri gidip kendisini Sovyetlerle askeri çatışmaya sokacak bir eylem yapmasını önlemeye de azami dikkat sarfedecekti. O yüzden ilerde Türkiye’nin Suriye ve Irak’a askeri müdahalede bulunmasını istemeyecekti.

Türkiye’de ki misyon şefliğinde görev yapan ABD personel sayısı 1948 yılının Ekim ayı sonunda 374 iken bu sayı 1 Nisan 1952’de 1364 olmuştur.

Zamanında Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tan kalma, İtalyanlar gelir diyerek Akdeniz’den Anadolu’ya yol inşa ettirmeyen politikayı terk eden Menderes, Amerika’dan gelen makinelerle karayolları hamlesine başladı.

17-25 Ocak 1954’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar ABD’ye resmi ziyarette bulundu. ABD ile Türkiye arasında 23 Haziran 1954’de “Askerî Tesisler Anlaşması (Military Facilities
Agreement)” imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Türkiye kendi topraklarında Amerikalıların uygun görecekleri yerlere üs kurma yetkisi vermiştir. Ardından 5 Mart 1955’de Adana’daki İncirlik Havaalanı tamamlandı, USAF-ABD Hava Kuvvetleri üsse yerleşti.


Arap Milliyetçiliği doğuyor

Baas Partisi 1940 yılında Şam’da Rum-Ortodoks inancında olan Mişel Eflak ve Sünni Selahaddin Bitar tarafından kuruldu. Baas’ın kuruluş ideolojisi Pan-Arabizmin iki destekleyici yan unsuru sosyalizm ve sekülarizmdi. Baas, inancı ne olursa olsun herkesin eşit olacağı laik bir Arap toplumu kurmayı hedefliyordu. Ancak İslam’a önem vermekten de geri durmuyordu. Baas’a göre İslam “Arap ulusal kültürünün temel ve ayrılmaz bir parçasıydı”. Baas 1947’de İskenderunlu Nusayri olan Zeki Arsuzi’nin de katılımıyla ilk kongresini yaptı.

Ortadoğu/Kuzey Afrika (Middle East North Africa – MENA) – ABD – Türkiye

Suriye’de 25 Şubat 1954 darbesiyle Batı yanlısı Albay Edip Çiçekli devrildi, komünist ve Arap milliyetçisi siviller duruma hakim oldular. 1954 seçiminden sonra Suriye’de politik dengelerin hızla Baas lehine değişmeye başlamasını ABD ve Türkiye, Ortadoğu’da komünist genişlemesi açısından endişe ile izliyorlardı.

ABD’nin inisiyatifiyle 1955’de Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik NATO’nun Orta-Yakın Doğu linkini oluşturan Bağdat Paktı – Cento kuruldu. Irak dışında, hiçbir Arap ülkesinin katılmadığı Paktın Arap alemindeki etkileri genelde olumlu olmamış, Arap ülkeleri içinde Pakta en fazla Mısır tepki göstermiş, onu Suriye ile Suudi Arabistan izlemiştir. Lübnan ve Ürdün Bağdat Paktı’na katılmamış ancak karşı bir tavır da takınmamıştır. İki ülke de bir anlamda tarafsızlık politikası izlemeye çalışıyordu. Böylece Bağdat Paktı, Orta Doğu’da ve özellikle Arap kuşağında birleştirici bir rol oynamak bir yana, bu kuşağın parçalanmasına aracı olmuştur.

Türkiye, Bağdat Paktı ile Ortadoğu’da aktif bir politika içine girmişti. Pakt Ortadoğu’da yükselen Nasır hareketine karşı Türkiye’nin Batı adına üstlendiği bir misyon haline gelmişti. Bağdat Paktı, Türk-Arap dostluğunu sarsmış, Türkiye’nin Arap dünyasında imajını genelde olumsuz etkilemiş, Mısır ve Suriye’nin Sovyetler Birliği ile uyumunu hızlandırarak Sovyetlerin bölgeye girmesine imkân sağlamış ve Türk-Sovyet ilişkilerine de gölge düşürmüştü.

Yıllar sonra Marsilya’ya sözde Ermeni soykırım anıtı dikilmesine izin vererek Türkiye’ye kazık atacak olan, o zamanların güya dostu ve NATO müttefiki Fransa’yı gücendirmemek uğruna Menderes Hükümeti 1955’de Birleşmiş Milletlerde Cezayir’in bağımsızlığına karşı  oy veriyordu.

1956 Temmuzunda Süveyş kanalının denetimini yürüten Fransa ve İngiltere ile kanalı devletleştirmeye kalkan Mısır arasında kanlı çatışmalar meydana geldi. İsrail de savaşa Mısır’a karşı katıldı. Türkiye Mısır’ın karşısında, İngiltere ve Fransa’nın yanında yer alırken ABD ise İngiltere ve Fransa’yı kınamış ve Mısır’a ılımlı davranmıştır.

ABD, 5 Ocak 1957’de ikili ya da kolektif ilişkiler yoluyla Ortadoğu ülkelerini uluslararası komünizmden korumayı amaçlayan Eisenhower Doktrinini açıkladı. Lübnan ve Ürdün 1957 Eisenhower Doktrinine karşı sempati ile yaklaşmıştır. Lübnan söz konusu doktrine ilk destek veren ülkelerin başında yer almıştır.


Amerikanın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’in ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 25 Nisan 1957 tarihli rapor

Süveyş Kanalı krizinin etkisiyle  Suriye, Sovyetler Birliği ile yakınlaşarak, Sovyetlerden askeri teknoloji almaya başlamıştı.  Güçlenecek Suriye ordusunun Hatay’ı işgale kalkması olasılığı Türkiye’yi korkutuyordu. Nisan 1957’de Menderes Suriye’ye girmeye, hükümetini değiştirmeye karar verdi. Askeri müdahale için 14. Zırhlı Tümen tanklarını Hatay – Suriye sınırına yığdı. Ancak Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren, Bakanlar Kurulu ile toplantı halinde olan Başbakan Menderes’e giderek, “Askerlerinizi sınırın ötesinde görmek istemiyoruz, bu bir rica değil” ültimatomuyla harekatı önledi ve tanklar geri döndü. O zamanlar İskenderun’da yaşayan küçük çocuktum, tankların gece yarısı evimizin önünden geçtiklerini çok iyi hatırlıyorum. İşin aslı şuydu, O sırada ABD de CIA kanalıyla Suriye Cumhurbaşkanı Şükrü Kuvvetli’yi devirecek bir darbenin peşindeydi. Menderes’in işi karıştırıp planı alt üst etmesini istememişti. Ancak Kuvvetli darbeyi haber alıp darbeye karışacak Suriyelileri tutukladı, Amerikalı diplomatları da sınır dışı etti. Menderes ve ABD de böylece havalarını almış oldular.

1 Şubat 1958’de Suriye ile Cemal Abdülnasır’ın yönetimindeki Mısır, “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleştiklerini ilan ettiler. Suriye daha sonra 1961’de Birlikten ayrılacaktı.

ABD Dışişleri Bakanı Dulles, 17 Temmuz 1958’de ABD’nin Bağdat Paktı’na destek vereceğine dair bir deklarasyon yayınlamıştır.

Lübnan’da 1958 yılında iç karışıklık yaşanmıştır. Yarısı Müslüman yarısı Hıristiyan olan halk Nasır taraftarı olanlar olmayanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Eisenhower Doktrini’ne karşı olan halk ayaklanmış ve gösteriler yapmaya başlamıştır. Bunun üzerine Lübnan’ın Hristiyan Cumhurbaşkanı Chamoun batılı ülkelerden yardım isteyerek Türkiye ve Irak’ın Lübnan’a müdahale etmesini istemiştir.

Irak Başbakanı Nuri Said Paşa askeri birliklerini Irak’ın güneyine sevk ederken General Kasım ve Abdüsselam Arif bir darbe ile 14 Temmuz 1958’de hükümeti ele geçirmiştir. Bu darbe sırasında Kral Faysal, Prens Abdullah ve Başbakan Nuri Said Paşa öldürülmüş Irak Bağdat Paktından çekilmiştir, Rusya’nın Irak’a sızabilme olasılığının doğması ABD’yi endişeye sevk etti. ABD 15 Temmuzdan itibaren Lübnan’a 5 bin deniz piyadesi çıkarmaya başlamıştır. Bu olaydan Ürdün de etkilenmiş ve Kral Hüseyin ABD ve İngiltere’den yardım istemiştir. İngiltere bu çağrı üzerine 2200 kişilik askeri bir kuvvet göndermiştir. ABD gereksinim olmadıkça Türkiye’nin bölgede bir harekette bulunmamasını istedi.

Bu dönemde Cemal Abdül Nasır önderliğinde Amerikan karşıtı Arap uyanışı Türk halkına “Araplar pistir, ne Arabın yüzü ne Şamın şekeri, onlar bizi arkadan vurmuştu” olarak empoze ediliyor, Türk halkı Araplara düşman oluyor, en azından sevmiyor uzak duruyordu. Araplar da aynı şekilde Türklere karşılık veriyorlardı.

27 Mayıs 1960 ihtilali

ABD yardımlarından kısa vadeli kazanımlar uğruna, orta ve uzun vadede Türkiye’nin ulusal savunma stratejileri ABD’ye bağımlı kılınmış ve 1920’li ve 1930’lu yıllarda büyük özverilerle elde edilen ulusal savunma sanayimiz ihmal edilmiştir. 1959 yılına gelindiğinde Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, dış politikada alternatif arayışlara yönelmesi gerektiğini ifade etmeye başlamıştır: “En büyük hatamız, kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. … Adnan Bey ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliği yapılmasını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti. Ben de Başbakan Menderes’in Moskova’yı resmen ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde bulundum. Bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini biliyorum.”

Cumhurbaşkanı Bayar da 1 Kasım 1959’da Meclis’te yaptığı konuşmada, sonraki dönemde Menderes’in konuşmalarında da benzer vurgular vardı .

ABD’nin Türkiye’ye verdiği yardım ve kredilerin nasıl kullanılacağı konusunda görüş ayrılığı vardı. Dönemin Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Melih Esenbel’e göre, ABD Türkiye’nin ithalatı kısıp kalkınma hızını düşürmesini istiyor, sanayileşmesine ve hatta inşa edilmesi planlanan yeni baraj projelerine karşı çıkıyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ise başlanan projeleri tamamlamak istiyordu.Sadece yol açarak bu işin gitmeyeceğini anlayan ve ağır sanayi kurmak isteyen Menderes ABD’den para alamayıp, Ruslara göz kırpmaya falan niyetleniyordu. 1960 Temmuz ayında Moskova’ya gideceğini açıkladı.

ABD, Türkiye’den kaçak yollardan ülkesine sokulduğunu iddia ettiği haşhaş üretimini yasaklamasını istiyordu. Bu talep, 1959’da Washington’daki CENTO toplantısında Menderes’e iletildi, yanıt retti.

6-7 Aralık 1959’da  ABD Başkanı Eisenhower Türkiye’yi ziyaret etti. Ardından 28-29 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da öğrenci eylemleri başladı ve şiddetli bir şekilde bastırıldı. Olaylar nedeniyle İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi. Gösteriler 5 Mayıs’ta Ankara Kızılay meydanında tekrarlandı. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri sokağa çıkıp yürüdüler. Sonunda 27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti askeri darbeyle iktidardan indiriliyor, Menderes’i deviren cuntanın ilk mesajı NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız oluyordu.

İç politika açısından da zor günlerdi. Hükümet karşıtı gösteriler düzenleniyordu. Bu gösterilere Türkiye’deki ABD ve NATO kurumlarında çalışan muhalif subay ve memurlar da aktif biçimde katılıyordu. ABD bu kişilere engel olmadı, 5 Mart 1959 tarihli Türk-Amerikan Güvenlik Anlaşması’nın verdiği yetkiyi de kullanmadı. 27 Mayıs’tan 18 gün önce, ABD’yi olağanüstü hallerde müdahaleye yetkili kılan başka bir anlaşma daha imzalandı. Fakat ABD’li yetkililer önceden haber almış olmalarına rağmen Menderes’e darbeyi ihbar etmediler, Türk hükümeti de ABD’den yardım talep edemedi.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden 6 ay önce Ankara’ya gelmiş olan  Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) Türkiye masası şefi Ruzi Nazar, anlatıyor: “Türkiye’ye uzun zaman kalmak için gitmedim. Ama gittiğimde siyasi vaziyet çok kötüydü. Demokratlar ile Halk Partililer Meclis’te yumruk yumruğa kavga ediyorlardı. Halk Partisi üniversitelerde çok tesirliydi. 1960’ın Mart ayından sonra Atatürk Bulvarı’nda üniversite talebeleri yürüyüş yapmaya başladı. ‘Ya ya ya, şa şa şa İsmet Paşa çok yaşa’ diye bağırırlardı. Kardeş muharebesi çıktı. ABD Büyükelçisi Ankara civarındaki ABD vatandaşlarını elçiliğin arkasındaki park yerine toplayarak ‘Biz Amerikalılar Türk halkının dostuyuz. Türk devleti de bizim devletimizin dostudur. Ama Türkiye’de kardeş kavgası var. Ben sizden rica ediyorum Türk dostlarınızla bir süre yanlış anlaşılacak görüşmeler yapmayın. Davetlere toplantılara gitmeyin. Taraflardan birini destekler mahiyetteki davranışlardan kaçının‘ diyen konuşma yaptı. Bunun üzerine herkes çok dikkatli davrandı. 27 Mayıs ihtilalinin ardından ihtilalin önde gelen isimlerinden Cemal Madanoğlu görevden uzaklaştırılmıştı. Bir gece Mebusevlerdeki evimin zili çaldı. Bir baktım kapıda Madanoğlu var. İçeri buyur ettim. Viski ikram ettim. Madanoğlu ordu içerisinde kendisini destekleyen subaylar olduğunu ve onlarla birlikte ihtilal yapmak istediğini anlatarak Amerika’nın desteğini istedi. Madanoğlu’na dedim ki; ‘Paşam yanlış kapıyı çalmışsınız’.  Madanoğlu, Türkeş ve arkadaşlarının idam edilmesini istiyordu. Bunun üzerine biz ve Alman Büyükelçiliği devreye girerek Cemal Gürsel’den idamın durdurulmasını istedik.

Özbekistan doğumlu Ruzi Nazar 2. Dünya savaşında Sovyet ordusunda asteğmenken, Ukrayna cephesinde ağır yaralanmış, sonrasında esir kampına düşmemek için karşı taraf olan Alman ordusuna bağlı Türkistan Tugayları’nda savaşa katılmış, savaş sonunda da ortada kalan Türkistanlı soydaşlarının Sovyetlere iade edilmemeleri çalışmalarında oldukça başarılı olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğindeki Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanabilmesi için CIA ajanlığı yapmış, o dönemde Sovyetleri yıkma merkezi olarak faaliyet gösteren Ankara Kızılay’daki “Amerikan Haber Ajansı“nda da çalışmıştı. Ruzi Nazar’ın hikayesi başka bir yazımızda anlatılmaktadır: OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

CIA ve askeri müdahaleler

Anlaşılan şuydu ki CIA 1960 ihtilalinin istihbaratını almış, Cunta’dan aldığı güvenceyle ABD çıkarlarına daha yararlı olacağına kanaat getirdiği için engel olmayı düşünmemişti. CIA, ileriki yıllarda Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı oluşturulan Ergenekon, Balyoz, Fuhuş kumpas davalarını, 15 Temmuz 2015 olaylarını yakından izlemekle yetindi. Ancak 12 Mart 1971 askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesinde durum farklıydı ve CIA o zamanlarda iktidar değişikliğini yararına görerek aktif rol almıştı.

Ankara’da küçük Amerika

Darbeden iki ay sonra ABD Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirdi. Sovyet propagandası yapan radyo istasyonlarına karşı yeni radyo istasyonları kurulmaya başlandı. DP hükümeti döneminde kısıtlanan dış yardım ve krediler, darbe sonrası artarak devam etti. 27 Mayıs’tan sonraki altı ayda yapılan Amerikan yardımı 279 milyon doları buldu.

1960’larda Amerikalı ve diğer yabancıların yoğunlukla yaşadıkları Ankara Kocatepe semti, Sıhhiye’deki PX-Post Exchange özel Amerikan marketi,  Kızılırmak sokaktaki Amerikan sineması, öğrencilerini Amerika’dan getirtilmiş sarı okul servis otobüslerinin taşıdığı ilk okul – orta okul – lise American Elementary American High School (Department of Defense Education Activity -DoDEA’ya bağlı), Mithatpaşa caddesinde TUSLOG (The United States Logistics Group), JUSMMAT (Joint United States Military Mission for Aid to Turkey), Cinnah’da AID (American International Development), Peace Corps (Barış Gönüllüleri), Balgat’ta lojistik Amerikan üssü ile küçük bir Amerika kuruluvermişti. Adana’da İncirlik’te ve birçok yerdeki üslerde Amerikan askerlerinin, aileleriyle, tamamen Amerika’dan uçakla getirilen yiyecek, coca-cola dahil içecekleriyle kendilerini ülkelerinde hissetmeleri sağlanmaktaydı. Ankara İtfaiye meydanında, ülkelerine dönecek olan Amerikalıların 2. el eşyalarını ve paket meyve sularına kadar ellerinde kalanları satan dükkanlara halk PX’den esinlenerek Bit-X adını vermişti.

I Love Amerika

Soğuk savaş sırasında Türkiye’de yoğun şekilde Moskofların düşman, gözlerinin Türkiye topraklarında olduğu, Rusya’da hayatın cehennemden farksız olduğu gibi  propagandalar yapılıyordu. Bir yandan da anti-komünist cadı avı sürdürülüyordu. Ruslar ve komünizm ucundan, kıyısından bile övülemezdi.

Amerika’dan gelen süt tozları, yıllarca tatsız, sert kevgir çiğnemeye alışmış halkın ilk kez tanıştığı şekerli uzun ince yassı jikletler, mentollü hafif içimli Salem sigarası radyolarda “I love America” şarkıları, “Amerika dostumuz, onlar olmasa Kuruçef bizi çoktan yutardı” söylevleri gırla gidiyordu.

Rita Hayworth’lı, Clark Gable’lı Amerikan filmlerini seyreden halka, tek katlı, garajında yayla gibi bir araba duran, uzun geniş çim bahçeli, marketlerden devasa kese kağıtlarla taşınan yiyeceklerle dolu dev derin donduruculu, birkaç yatak odalı Amerikan evleri  “American Way of Life – Amerikan Hayat Tarzı” olarak sunuluyordu. Zenginlik, fırsatlar ve özgürlük ülkesi olarak gösterilen Amerika “Bakın biz böyle yaptık, siz de bize takılın hayatınızı yaşayın”, “Biz bu işi biliriz, biz ne dersek onu yapın” mesajları veriyordu.

Amerika kızmasın diye Rus Salatasının adı Amerikan salatası oluveriyordu. Amerika, zeytinyağından vazgeçin soya yağına alışın diyordu.

Western filmlerinde, gerçekte bir kısmı Türk genleri taşıyan, sonunda soykırıma uğrayan Amerika yerlileri  “beyazların kafa derilerini soyan, katil, ilkel vahşiler” olarak halka empoze ediliyordu. Henüz seri okumayı yeni öğrenmiş bir çok Türk çocuğunun ilk kitaplarının arasında Teksas, Tom Miks, Pekos Bill gibi vahşi! olarak adlandırılan Kızılderililere karşı kahramanca savaşan, fazilet timsali, medeni beyazların maceralarını içeren çizgi romanlarla, Türk çocuklarının kafalarında Kızılderili düşmanı ve Amerikan sempatizanı imajı oluşturuluyordu.

Atatürk döneminde sekteye uğrayan Amerikan okullarına Barış Gönüllüleri alternatifi

Atatürk döneminde misyoner/yabancı okullarının yabancı dil dışında Türk müfredatına bağlanması üzerine alternatif olarak ABD’nin, güya eğitime yardım amaçlı olarak 1962 yılında Türkiye’ye gönderdiği 1201 Barış Gönüllüsü, Anadolu’nun feodal, etnik ve mezhepsel yapısını, sosyal durumunu, bölgesel etnik ve inanç farklılıklarını, politik yapıyı incelemelerine kalınan yerden devam ettiler. Geçmiş etnik olayların izlerini araştırdılar. Doğu Anadolu’da eski Ermeni mezarlarının fotoğraflarını çekerek yıllar sonra “işte bunlar Türklerin soykırım yaptığının kanıtı” diye Dünya’ya afişe ettiler. Günümüzün ayrılıkçı Kürt  hareketinin temellerini attılar. Bir bölümü de boş günlerinde misyonerlik faaliyetler yürüttüler, Amerika’nın ideolojisi için altyapı oluşturmaya çalıştılar. Sonunda 1970 yılında daha fazla dayanamayan Süleyman Demirel hükümeti tarafından Türkiye’yi terk etmeleri istendi. Ancak geç kalınmıştı. Barış Gönüllülerinin ektikleri tohumlar 8 yıl sonra PKK olarak semeresini  vermeye başlayacaktı.  Barış Gönüllüleri ile ilgili araştırma yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Türkiye'de Jüpiter füzeleri

ABD Türkiye arasında Ekim 1959’da varılan anlaşmayla İzmir’deki Çiğli Hava Üssü etrafındaki beş tesiste toplam 15 Amerikan Jupiter nükleer füzesi  Nisan 1962’de konuşlandırıldı. Bu orta menzilli füzelerin kumandası Amerikalı komutanlarda olsa da Türkiye, olası Sovyet saldırısına karşı kendini daha güvende hissediyordu. Moskova ise Türkiye’deki bu durumdan fena halde rahatsız oldu. Kruşçev karşılığında ABD karşıtı Fidel Castro yönetimindeki Küba’ya Jupiter’lere benzer nitelikte Sovyet nükleer füzeleri yerleştirmeye karar verdi.

14 Ekim 1962'de ABD istihbaratı  Küba'da inşaatı devam eden söz konusu nükleer füze rampalarının fotoğraflarını elde etti. Sovyet füzeleri yerleştirilmeye başlanmıştı ama ateşlemeye hazır hale gelmeleri için bazı parçaların Küba’ya gelmesi gerekiyordu. O sırada ABD Başkanı olan J.F. Kennedy bu parçaların Küba'ya erişmesini engellemek için 22 Ekim 1962'de Küba'ya denizden ablukaya aldırttı. Bu sırada, Atlantik Okyanusu’nda seyreden Sovyet gemileri Küba’ya yaklaşmaktaydı. Kennedy bu gemilerin ablukaya uymadıkları takdirde batırılması emrini verdi. Dönemin Sovyetler Birliği lideri Kruşçev gemilerin saldırı değil, savunma silahı taşıdığını, gemilerin durması için emir vermeyeceği yanıtını verdi. ABD ve Sovyetler Birliği arasında Küba krizi bu şekilde patlak verdi.

Kruşçev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini belirtti ve Küba’daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD’nin de aynı güvenceleri Küba açısından vermesi gerektiğini ekledi. Kennedy, son derece gizli yürütülen görüşmelerde, Sovyet füzelerinin Küba’dan çekilmesi karşılığında tam da Kruşçev’in istediği gibi Türkiye’de konuşlu Jüpiterleri etkisiz hale getireceğine dair söz vermişti. Kennedy'nin bir koşulu vardı: Bu taahhüt kesinlikle gizli tutulacaktı,

Kennedy beş altı ay sonra, ‘eskidiklerini’ gerekçe göstererek Türkiye'deki Jüpiterlerin ‘sökülmesi’ talimatını verdi. Kruşçev de Kennedy’nin taahhüdünü mezara götürdü. Zamanın Başbakanı İsmet İnönü açıklamasında: “Biz tehlike karşısında bulunduğumuz vakit, müttefiklerimizden tesanüt vazifelerini yapmalarını isteyeceğimiz gibi, müttefiklerimizden biri vazifemizi ifa etmemizi talebettiği vakit, biz de mükellefiyetimizi elbet yerine getireceğiz.” demekle yetinmişti. Türk halkına Jüpiter füzelerinin sökülmesinden ancak 40 yıl sonra haberdar oldu. Ayrıca  Türkiye'nin, Jupiter’lerini ‘kaptırmamak’ için epey direndiği, ancak sonunda pes ettiği de ortaya çıktı. ‘Nükleer Türkiye’nin ömrü bir yıldan kısa sürmüştü.


Kıbrıs’ta Kanlı Noel

1 Temmuz 1878’de devletler hukukunda görülmemiş garip bir antlaşmayla Osmanlının sultanı 2. Abdülhamid Kıbrıs adasını İngiltere’ye verdi. İngiltere, buna karşılık her yıl Osmanlı’ya 22 bin 936 kese altın ödeyecekti.

Kıbrıs Rumları, Enosis yani Yunanistan ile birleşmek amacıyla, İngiltere yönetimine karşı 1955’de EOKA örgütünü kurdular. EOKA, İngilizlere olduğu kadar adada varlıklarını istemedikleri Türklere karşı da saldırılarda bulundu.

Menderes Hükümeti’nin 11 Şubat 1959’de imzaladığı Zürih ve Londra antlaşmalarıyla Kıbrıs iki toplumlu ortak yönetimli bağımsız devlet oldu. Antlaşmalara göre Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Kıbrısta garantör devlet oldular ve asker bulundurdular.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olan Papaz Makarios 1961 yılında mevcut anayasa ile Kıbrıs’ın yönetilemeyeceğini, anayasada on üç maddelik bir değişiklik yapılması gerektiğini tek yanlı olarak ilan etti. Kıbrıs Türk Cemaatinin bu değişiklikleri kabul etmemesi üzerine 21 Aralık 1963’de EOKA adayı Yunanistan’a bağlamayı amaç edinen Akritas planı çerçevesinde Türk tarafına karşı etnik temizlik çalışmalarını  başlattı. Lefkoşe’nin Türk kesimi kuşatma altına alındı. Kanlıdere bölgesinde Türklere karşı “temizlik” operasyonları yapıldı. Bu olaylar arasında en vahşi olanı  o sırada binbaşı olan Emekli Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan’ın, evinin banyo küvetinde eşinin ve üç çocuğu ile katledilmeleridir. Küçük Kaymaklı’da ve Ayvasıl’da ise Türklere saldırılar yapıldı. 103 Türk köyü yakılıp yıkıldı, Türkler evlerini köylerini terk edip kaçmak zorunda bırakıldı.

O sırada Türkiye’de İsmet İnönü Başbakandı. 25 Aralık 1963’te Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları Lefkoşe üzerinde ihtar uçuşu gerçekleştirdiler. Bunun üzerine İngiltere ve Yunanistan  adaya barış gücü gönderilmesine razı oldular. Ancak saldırılar durmuyordu.

Amerika güya Kıbrıs sorununu çözmeye kalkışıyor

Türkiye, Kıbrıs’taki “vahşetin derhal durdurulması için ABD ve İngiltere’den gerekli girişimlerde bulunmalarını” istedi. İngiltere her zamanki gibi kendisinden ayrılmış sömürgelerle pek fazla ilgilenmeme havasındaydı. Artık iş Amerika’ya kalacaktı.

28 Ocak 1964’te, İnönü, ABD Ankara Büyükelçisi Raymond Here’ye, Kıbrıs’taki durumla ilgili teminat verilmemesi halinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale edeceğini bildirdi.

Kıbrıs’ta hiçbir zaman taraf olmamış Amerika iki NATO ülkesinin silahlı çatışmaya girmesini önlemek için ilk kez işe karışmaya karar verdi. ABD  İngiltere ile danışarak 31 Ocak 1964’de ortak bir plan sundular. Bu plana göre adaya gelecek 10 bin kişilik bir NATO birliği ile 1200 kişilik bir ABD birliği de Türk, Yunan, İngiltere birliklerine katılacak, bu birlikler bir İngiliz Komutanın emrinde olacak ve NATO bir arabulucu tayin edecektir. Planın Makarios tarafından reddinden sonra, ABD Dışişleri Bakanı George Ball tarafından sunulan bir diğer barış planı da, Makarios tarafından reddedildi.

Bu sırada Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırılar yeniden başladı. 150’den fazla Türk öldürüldü. Hükümet, 16 Şubat 1964’te meclisten yetki almayı beklemeden askeri birlikleri İskenderun’dan çıkarma gemilerine bindirdi. 9 savaş gemisinden oluşan bir donanma Kıbrıs’a doğru hareket etti. Rumlara gözdağı vermek için Kıbrıs açıklarına gelmiş olan Türk gemileri ertesi gün geri döndüler. 10 Mart 1964’te TBBM’de 5.5 saat süren gizli oturumda Hükümete gerektiğinde Kıbrıs’a müdahale yetkisi verildi. Ardından 1930 tarihli Türk Yunan ticaret ve vize antlaşmaları kaldırıldı.  Ortodoks Patriği ve Yunan uyruklular sınır dışı edildi. Yasal düzenlemeyle Türk karasuları 6 mile, balıkçı alanları da 12 mile çıkarıldı.

Amerika’nın önderliğine inanmak

Makarios, 4 Nisan 1964’de Türkleri Kıbrıs yönetiminden çıkardığını açıkladı. Bu tek taraflı karar Londra ve Zürih antlaşmalarına aykırıydı. İnönü, 15 Nisan’da Time dergisine verdiği mülakatta “İttifakın içinde mesuliyeti olan Amerika’nın önderliğine inanıyordum, bunun cezasını çekiyorum” dedi.

Bakanlar Kurulu 2 Haziran 1964’te Kıbrıs’a müdahale kararı aldı. 6 Haziran 1964’te çıkarma yapılacaktı. Askeri hazırlıklara başlandı.

Johnson’un mektubu

Tam bu sırada 5 Haziran 1964’de ABD Başkanı Johnson, Kıbrıs’a müdahale etmeye hazırlanan Başbakan İnönü’ye “Tek taraflı harekete geçemezsiniz”, “Sovyetler müdahale ederse karışmayabiliriz”, “Sert tepki göreceksiniz”, “Bizim silahları kullanamazsınız”, “ Müdahale ederseniz Kıbrıslı Türkler toptan imha edilirler”, “Güvenlik ve refahınızı düşünüyoruz”, “Çıkarlarınızla ilgileniyoruz”, “Geniş çaplı savaşa yol açar” ve “Her türlü kararı geri bırakın” tehditlerini içeren bir mektup gönderdi. Mektubun tam metni şöyleydi:

Sayın Bay Başkan,

Türkiye hükümetinin Kıbrıs’ın bir kısmını askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığı hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi şekilde endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki, geniş çapta sonuçlar doğurabilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından izlenmesini, hükümetinizin bizimle önceden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile uyuşur saymıyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere kararınızı birkaç saat geciktirmiş olduğunuzu bana bildirdi.

Yıllar boyunca Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini kanıtlamış olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde sonuçları olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının hükümetiniz bakımından doğru olduğuna gerçekten inanıp inanmadığınızı size sorarım. Bundan ötürü böyle bir harekete girişmeden önce, Birleşik Amerika Devletleriyle tam istişarede bulunmak sorumluluğunu kabul etmenizi özellikle rica etmek mecburiyetindeyim.

1960 tarihli Garanti Antlaşması hükümleri gereğince, böyle bir müdahalenin uygun olduğu kanaatinde bulunduğunuz kanısındayım. Bununla beraber, Türkiye’nin düşündüğü müdahalesinin, Garanti Antlaşması tarafından açıkça yasaklanan bir çözüm olan taksimi gerçekleştirme amacına yönelmiş olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi çekmek zorundayım.

Ayrıca söz konusu antlaşma güvence veren devletler arasında danışmayı gerektirmektedir. Birleşik Amerika bu durumda bütün danışma olanaklarının hiçbir şekilde tüketilmediği ve dolayısıyla tek taraflı harekete geçme hakkının henüz kullanılamayacağı inancındadır.

Diğer taraftan Bay Başbakan, NATO vecibelerine de dikkatlerinizi çekmek zorunluluğundayım. Kıbrıs’a gerçekleşecek Türk müdahalesinin Türk- Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya götüreceği konusunda aklınızda en küçük bir kararsızlık olmamalıdır. Dışişleri Bakanı Rusk, Lahey’da yapılan son NATO Bakanlar Kurulu toplantısında Türkiye ile Yunanistan arasında bir savaşın kelimenin tam anlamıyla düşünülemez olarak kabul edilmesi gerektiğini söylemişti. NATO’ya katılım esası icabı olarak, NATO memleketlerinin birbirleriyle savaşamayacaklarını benimsemek demektir. Almanya ve Fransa, NATO’da müttefik olmakla 100 yıllık husumet ve düşmanlıklarını gömmüşlerdir. Aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye’den de beklenilmesi gerekir. Ayrıca Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale Sovyetler Birliği’nin soruna doğrudan doğruya karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin, tam rıza ve onayı olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket sonucunda, ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’yi savunmak yükümlülükleri olup olmadığı konusunda fikir alışverişi etmek fırsatını bulmamış olduklarını değerlendireceğiniz kanısındayım.

Öte yandan Bay Başbakan, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak Türkiye’nin yükümlülükleri dolayısıyla da endişe duymaktayım. Birleşmiş Milletler Ada’da barışı korumak için kuvvet sağlamıştır. Bu kuvvetin görevi zor olmuştur, fakat geçen son birkaç hafta süresince Ada’daki şiddet hareketlerinin azaltılmasında giderek başarılı olmuşlardır. Birleşmiş Milletler arabulucusu henüz işini bitirememiştir. Hiç kuşku yok ki, Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğu, Birleşmiş Milletler çabalarını baltalayacak olan ve bu çetin soruna Birleşmiş Milletler tarafından akla uygun ve barışçı bir çözüm bulunmasına yardım edebilecek herhangi bir umudu yıkacak olan, Türkiye’nin tek taraflı hareketine en sert bir şekilde tepki gösterecektir.

Aynı zamanda Bay Başbakan, askeri yardım alanında Türkiye ile Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye’yle aramızda mevcut Temmuz 1947 tarihli anlaşmanın 4. maddesi mucibince, askeri yardımın veriliş amaçlarından başka amaçlarla kullanılmaması için, hükümetinizin Birleşik Devletlerin onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış bulunduğunu çeşitli vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Var olan koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik Devletlerin onay vermeyeceğini size bütün içtenliğimizle bildirmek isterim.

Düşünülen Türk hareketinin fiili sonuçlarına gelince, böyle bir hareketin Kıbrıs Adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk’ün öldürülmesine yol açabileceği durumuna en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek zorunluluğunu duyuyorum. Tarafınızdan böyle bir harekete girişilmesi kızgınlık doğuracak ve girişeceğiniz askeri hareketin korumaya çalıştığınız kimselerin pek çoğunun toptan yok edilmesini önleyecek derecede etkisi olması olanaksızlaşacaktır. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin varlığı böyle bir faciayı önleyemeyecektir.

Sözlerimi pek fazla sert bulabilir ve bizim Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ilgisine karşı, ilgisiz olduğumuzu düşünebilirsiniz. Durumun böyle olmadığını size temin etmek isterim. Gerek açıkça gerek özel olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamakta ve Kıbrıs meselesinin kesin çözümünün konuyla doğrudan doğruya ilgili tarafların rızasına dayanması hususu üzerinde direnmekte çaba gösterdik. Amerika Birleşik Devletlerinin sizin lehinize yeter derecede eylem harcamadığı hissini taşımanız mümkündür.

Fakat herhalde bilirsiniz ki politikamız Atina’da en sert biçimde kızgınlığa yol açmış (Bizim aleyhimizde orada nümayişler yapılmış) ve Amerika Birleşik Devletleriyle Başpiskopos Makarios arasında, esaslı bir uzaklaşma doğurmuştur. Daha birkaç hafta önce, yaptığımız görüşme sırasında, Dışişleri Bakanınıza da söylediğim gibi, Türkiye ile olan ilişkilerimize çok büyük değer veriyoruz. Sizi kendisiyle temel olarak çıkarlarımız olan büyük bir müttefik saymışızdır. Sizin güvenlik ve refahınız Amerikan halkı için ciddi bir ilgi konusu olagelmiş ve bu ilgimiz en pratik şekillerde ifadesini bulmuştur. Siz ve biz, komünist dünyasının ihtiraslarına karşı koymak üzere birlikte dövüştük. Bu dayanışmanın bizim için çok büyük bir anlamı vardır ve bunun hükumetiniz ve halkımız için de aynı derecede bir anlam taşıdığını umarım. Kıbrıs’la ilgili olarak Türk toplumunu tehlikede bırakacak herhangi bir çözümü desteklemeyi düşünmüyoruz. Kesin bir çözüm yolu bulmayı başaramadık, zira bunun dünyadaki en karışık sorunlardan biri olduğu açıktır. Fakat Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin çıkarı konusunda, ciddi şekilde ilgilendiğimizi ve ilgili kalacağımız hususunda sizi temin etmek isterim.

Nihayet Bay Başbakan, en ciddi konuyu, savaş mı, barış mı, konusunu öne sürmüş bulunuyorsunuz. Bu konular Türkiye ve Birleşik Amerika arasındaki iki taraflı ilişkilerin çok ötesine giden konulardır. Bunlar yalnızca Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşı kesin olarak doğurmakla kalmayacak, fakat Kıbrıs’a tek taraflı bir müdahalenin doğuracağı önceden kestirilemeyen sonuçlar nedeniyle daha geniş çapta çarpışmalara yol açabilecektir. Sizin, Türkiye hükumetinin Başbakanı olarak sorumluluklarınız var, benim de Birleşik Amerika Başkanı olarak sorumluluklarım vardır. Bu nedenle en dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde danışmaksızın böyle bir harekete girişemeyeceğinize dair bana güvence verdiğiniz takdirde, konunun gizli tutulması hususunda Büyükelçi Hare’den isteğinizi kabul etmeyecek ve NATO Konseyiyle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin acele toplantıya çağrılmasını istemek zorunluluğunda kalacağım.

Bu sorun hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını isterdim. Ne yazık ki var olan Anayasa hükümlerimizin gereği dolayısıyla, Birleşik Amerika’dan ayrılamamaktayım.

Ayrıntılı görüşmeler için, siz buraya gelebilirseniz bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs sorununun sağduyu ve barış yoluyla çözümü hususlarında, sizinle benim çok ağır bir sorumluluk taşımakta olduğumuzu hissediyorum. Bu nedenle aramızda en geniş ve en içten danışmalarda bulununcaya kadar, sizin ve meslektaşlarınızın tasarladığınız her türlü kararı geri bırakmanızı rica ederim.

Saygılarımla,
Lyndon B. Johnson

Mektupta size verilen yardımları başka amaçlar için kullanamazsınız uyarısıyla adı geçen Temmuz 1947 tarihli anlaşmanın ilgili maddelerini resmi gazeteden aktaralım:

Anlaşmanın Türkçe metninin 2. maddesinde: “Türkiye Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler uğrunda kullanacaktır.” koşulu bulunmaktaydı. Söz konusu gayeler (amaçlar) Anlaşmanın giriş bölümünde şu şekilde belirlenmişti: “Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomisinin istikrarını muhafazaya devam...” Anlaşmanın 4. maddesi ise şöyleydi: “Bu Anlaşma gereğince Türkiye Hükümeti tarafından elde edilen her madde, hizmet veya malûmatın emniyetini sağlamak azminde bulunan ve bunda aynı derecede menfaattar olan Türkiye ve Birleşik Devletler Hükümetleri, badelmüşavere, bu uğurda diğer Hükümetin lüzumlu addedebileceği tedbirleri, karşılıklı olarak, alacaklardır.
Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümetinin muvafakati olmadan, bu neviden hiçbir madde veya malûmatın mülkiyet veya zilyedliğini devredemeyeceği gibi, aynı muvafakat olmadan Türkiye Hükünıetinin subay, memur veya ajanı sıfatını haiz bulunmayan bir kimse tarafından bu maddelerin veya malûmatın kullanılmasına veya bu malumatın bu sıfatı haiz olmayan bir kimseye açıklanmasına ve bu maddeler ve malûmatın verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmiyecektir.”

Amerika’nın Acheson Planları

Başbakan İnönü, 21 Haziran 1964’te Johnson’un gönderdiği bir özel uçakla Amerika’ya gidip Johnson’la görüştü. Fakat görüşmeden olumlu bir sonuç alınamadı. 15 Temmuz 1964’de A.B.D.’nin özel temsilcisi Dean Acheson,  Acheson Planı adı verilen çözüm önerileri sundu. Buna göre Karpas’da ada yüzölçümünün %5’ini oluşturan bir bölge üs olarak Türkiye’ye verilecekti. Türkiye buna karşılık Enosis’i kabul edecekti. Kıbrıs 6 yerel yönetime ayrılacak, bunlardan 2’si Türk denetiminde bırakılacaktı. Meis adası da Türkiye’ye verilecekti, bir kısım Kıbrıs Türkü Meis’e, Meis’teki Rumlar Kıbrıs’a göçeceklerdi. Kıbrıs’ta kalan Türklere azınlık hakları tanınacaktı.

Makarios, planı, “Enosis’i şartsız olarak öngörmediği için” reddetti. Yunanistan ise sunduğu karşı tekliflerde El-Greco burnunda 32.km. karelik bir alanı üs olarak 25-30 yıllık bir süre için Türkiye’ye vermeyi ve Türklere azınlık hakları önerdi. Türkiye bunu reddetti. Bunun üzerine Ağustos ayı içinde Acheson 2. planını sundu. Plana göre:

  • Komikebir’in (not: Karpaz’da Büyükkonuk) 2 mil batısından geçen bir Kuzey-Güney çizgisinin doğusu, yaklaşık 200 mil kare (not: 518 km kare, yani Karpaz bölgesi), 50 yıl için Türkiye’ye kiraya verilecekti.

  • Ada Türklerine azınlık hakları verilecek ve Lefkoşa’da Türk işlerine bakan bir yüksek memur bulunacaktı.

  • Ada Yunanistan’a verilecekti.

  • Türk Hakları ABD garantisi altına verilecekti.

Türkiye, yine incir çekirdeğini doldurmayan bu planı reddederken, Rum tarafı, Makarios “kayıtsız ve şartsız Enosis öngörmediği için” bu planı da kabul etmemiştir. Rumların nihai amacı koşulsuz Enosisti.

Amerika’ya rağmen sınırlı müdahale

Bu sırada Kıbrıslı Rumlar Türklerin yaşadığı Erenköy’e saldırdılar. BM Barış Gücü Türklere yönelik saldırıları durduramadı. Erenköy’deki Türkleri abluka altına aldı. Bunun üzerine Türk hükümeti, 7 Ağustos 1964’te BM ve NATO’ya başvurdu. Aynı gün Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uçmaya başladı. İnönü hükümeti, 8 Ağustos 1964’te Erenköy’de sıkıştırılan Türkleri kurtarmak için bir hava harekatı başlattı. 34 Türk uçağı Erenköy’deki Rum gemilerini ve birliklerini bombaladı. Sahra topu bataryaları, bazı ağır silahlar, beş Rum şilebi ve iki Yunan hücumbotu, 70 kamyon, Rum yardım birlikleri etkisiz hale getirildi. Buna karşın Yüzbaşı Cengiz Topel’in jeti vurularak kendisi şehit edildi. 9 Ağustos 1964 sabahı Yunan uçakları Erenköy’e ateş ettiler. Cami, okul ve bazı evlerin isabet aldığı Yunan hava saldırısında iki Türk şehit oldu. Türk jetleri, 9 Ağustos’ta da belirlenen hedefleri vurmaya devam ettiler. Hava harekatına katılan Türk jetleri sayısı 64’e çıkarıldı.

9 Ağustos’ta ABD Dışişleri Bakanı, Türk hükümetinden harekatı durdurmasını istedi.  İnönü, Amerika’ya, Kıbrıslı Rumların saldırılarına son vermeleri halinde hava harekatını bitireceklerini bildirdi. BM Güvenlik Konseyi, 12 Ağustos 1964’te Kıbrıs’ta ateşkes kararı aldı. Türk hava harekatıyla dersini alan Makarios ateşkesi kabul etti. Erenköy’deki ablukayı kaldırmasıyla Erenköy Türkleri kurtarıldı. Bu harekattan sonra, 1967’ye kadar, Kıbrıs’ta Türklere ciddi bir saldırı olmadı.

Mektubun ve ABD tutumlarının sonuçları

Johnson’un mektubu dahil olmak üzere ABD’nin tutumları, Türkiye’nin o zamana kadar dış politikada izlediği “yalnızca ABD’ye paralel çizgi takip etme” şeklindeki eğilimin yanlışlığını ortaya koymuştur. Mektupta, SSCB’nin saldırısı halinde NATO’nun Türkiye’nin yardımına gelmeyeceğinin iması, “İttifaka gözü kapalı sadakat” şeklindeki anlayışın sorgulanmasına neden olmuştur. O zamana kadar ülkede neredeyse tabu durumunda olan, “NATO’nun ve Türk dış politikasının sorgulanmaması” geleneğitarihe karışmıştır. Bu yönüyle Johnson’un mektubu dahil olmak üzere ABD’nin tutumları Türk dış politikasında çok yönlülüğe geçişin başlangıcı olmuştur.

Bu olaylar, biraz rahat ve cesaretli hareket etmeye başlayacak olan Türk solu açısından da dönüm noktası oluyor, halk ve gençlik gösterilerinde “Yankee Go Home, Hoşt Amerika-Puşt Amerika, Halk işçi gençlik devrim yapacak-Amerika bize selam duracak” sloganları atıyordu. Solun örgütlenmesine karşılık Amerika da sağı örgütlüyor ve aralarında yoğun ölümlerle sonuçlanan silahlı çatışmaları başlatıyordu. Bu çatışmalar giderek Ordunun ilerde ABD’nin inisiyatifiyle gerçekleşen 12 Mart müdahalesi ve 12 Eylül darbesine zemin kazandırıyordu.

ABD Türk hükümetini değiştiriyor

Bu arada Türkiye’nin istese de Kıbrıs’a çıkarma yapamayacağı anlaşılmıştı. Zira Amerika/NATO önceden ileriyi görmüş Türkiye’ye çıkarma gemisi vermemiş/yaptırtmamıştı. Bu yüzden kampanyalarla halktan para toplanıp çıkarma gemisi inşasına karar veriliyordu. ABD’nin tutumunu “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de o dünyada yerini alır” şeklinde eleştirmeye cesaret eden İnönü 1965’de düşürülüp, yerine Celal Bayar’ın “Şu bizim su müdürü” dediği Menderes döneminde Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Amerikan Morrison firması temsilciliğini yapmış, mason Süleyman Demirel oturtuluyordu.

ABD bu kez başarılı

1967’de Kıbrıs’ta Türkler tekrar yoğun katliamlara uğrayınca Demirel çıkarma kararı alıyor ve Mersin’den gemiler tekrar hareket ediyordu. ABD Başkanı Johnson tarafından çıkarmayı durdurmak için özel temsilci olarak görevlendirilen ABD’nin eski Savunma Bakan Yardımcısı Cyrus Vance Ankara’ya gelip 22 Kasım 1967’de gemileri yarı yoldan Mersin’e geri döndürüyordu.

Sonradan Dışişleri Bakanlığı yapmış İlter Türkmen bakın neler anlatmış: “…o tarihte Dışişleri Bakanlığı’nda Kıbrıs işlerinden de sorumlu müsteşar yardımcısı idim… 1967 Kasım’ında şimdi Güney Kıbrıs’ta kalan iki Türk köyüne Grivas’ın komutasında Ada’ya gönderilmiş olan Yunan kuvvetlerince girişilen saldırı anında çok ciddi bir buhrana yol açmıştı. Türk Hükümeti, Kıbrıs’a askeri müdahale kararını almış, fakat Dışişleri bürokrasisinin ısrarı ile diplomatik bir çözüme kapıyı bir ölçüde açık bırakmıştı. Türkiye’nin istediği anlaşmalarla adada bulunan 950 kişilik Yunan kontenjanının dışındaki 10-12 bin kişilik Yunan kuvvetlerinin derhal geri çekilmesiydi. Yunanistan’a bu maksatla bir nota verilmişti…Buhranın gittikçe tırmandığı bir sırada Amerikan Büyükelçisi bana telefon ederek Başkan Johnson’un krizin çözümüne yardımcı olmak üzere Cyrus Vance’ı atadığını ve Vance’ın ilk önce Ankara’ya geleceğini bildirdi. ‘‘Herhalde bizim iznimizi istiyorsunuz’’ dedim. Cevabı ilginçti: ‘‘Gayet tabii, ancak Vance’ın şu anda Türkiye’ye doğru uçtuğunu da bilmenizi isterim.’’ Bu haberi derhal Dışişleri Bakanı Çağlayangil’e ilettim. Pek beklemediğim bir tepki gösterdi. ‘‘Bakanlar Kurulu toplanmak üzere, orada görüşür kararımızı bildiririz’’ dedi. Toplantının bitiminde beni çağırdı ve ‘‘Amerikan Büyükelçisi’ne söyle, Vance’ı istemiyoruz’’ talimatını verdi. Donup kalmıştım, her zamanki hoşgörüsüne sığınırak itiraz ettimABD gibi bir devletin başkanının temsilcisini geri çeviremeyeceğimizi, fakat buraya gelince misyonuna ihtiyaç duymadığımızı kendisine söyleyebileceğimi belirttim. Çağlayangil bir türlü ikna olmuyordu. Bakanlar Kurulu’nda ‘‘Vance bir canlı Johnson mektubudur’’ görüşü hákim olmuş ve büyük infial duyulmuş, yapacak bir şey yokmuş. Neyse, tam o sırada Başbakan Demirel odaya girdi ve ona tartışmamızın konusunu naklettik. Hemen Bakanlar Kurulu’nu tekrar toplayarak meseleyi halletti. Ne var ki 1967’de yine bugünkü gibi profesyonel ABD ve Batı karşıtları vardı. Bazı gazeteler ‘‘Cyrus’’ isminin ‘‘Cyprus’’tan geldiğini, Vance’ın Rum asıllı olduğunu hemen iddia ettiler. Oysa Vance’ten daha tipik ve safkan bir anglo-sakson bulmak gerçekten zorduZavallı Vance, penceresiz bir tanker uçağında saatlerce kronik bel ağrılarının verdiği ıstırap içinde kıvranarak nihayet Mürted Havaalanı’na inebildi. Vakit geçirmeden Ankara, Atina ve Lefkoşa arasında yoğun bir mekik diplomasisine girişti. Her yerde inanılmaz güçlüklerle karşılaşıyordu. Ankara’da o zaman Bakanlar Kurulu’nda Demirel’in kontrolde sıkıntı çektiği bir şahinlik havası esmekteydi. Şahinler Yunan kuvvetlerinin çekilmesi için yetinilmesine razı değildiler. Bereket versin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay gerçekleri görüyordu. Bir gün beni yanına çağırarak ‘‘Oğlum, görüyorum savaşa gireceğiz diye endişe içindesin ve haklısın. Bu politikacılar savaş nedir bilmiyorlar. Merak etme savaşa müsaade etmeyeceğim’’ dedi. Sunay’ın müdahalesi Vance’ın büyük bir azimle yürüttüğü çabaların sonuçlanmasını sağladı. Yunan kuvvetleri Kıbrıs’ı terk etti. Türkiye bir kurşun atmadan 1974’teki askeri harekátı da kolaylaştıracak diplomatik bir başarı elde etmişti.” 

Bu anlatıma yapacağım bir tek yorum var, o da şu: ABD’nin istediklerini karşılıksız vermiş olan12 Eylül Cuntasının Dışişleri Bakanlığını ELBETTE Kİ başka kim yapabilirdi?  (Not: 12 Eylül anlatımı aşağıda)

6. filo eylemleri


6. Filo’yu Protesto Olaylarında denizden çıkarılan Amerikalı askerler

7 Ekim 1967’de 6. Filo İstanbul’a geldi. Üniversite Öğrencileri Amerika’yı protesto eden ve karaya çıkışlarını engellemeyi amaçlayan bir miting düzenlediler. Geç saatlere kadar beklendi fakat 6. Filo’dan tek bir Yankee Dolmabahçe’den karaya çıkmaya cesaret edemedi. Sabah Dolmabahçe’den karaya çıkması planlanan Filo komutanı Koramiral William İ. Martin de ancak helikopterle Amerikan konsolosluğuna gidip aynı biçimde gemisine dönmüştü. 6. Filo kaldığı süre boyunca öğrenciler Dolmabahçe’de açlık grevi yaptılar. 12 Ekim’de başlayan açlık grevine polis saldırdı. 16 Ekim gecesi Taksim Anıtı’nın önünde ABD bayrağı yakıldı.  6. Filo 17 Ekim’de İstanbul’dan ayrıldı.

18 Temmuz 1968’de Türkiye’de önemli bir ABD karşıtı eylemi gerçekleşti. Dolmabahçe rıhtımına yanaşan 6. Filo’nun askerleri Deniz Gezmiş’in başında bulunduğu gençler tarafından denize döküldüler.

29 Ağustos 1968’de İzmir’e, 10 Şubat 1969’da İstanbul’a gelen 6. filo da protestolarla karşılandı. 19 Aralık 1969’da İzmir’ gelen 6. filonun komutanı Downey protestolar yüzünden karaya çıkamadı. 28 Ocak 1971’de İzmir’de yine Amerikan 6. Filo’sunu protesto eylemleri yapıldı. Bu protestolar sırasında sağ-sol çatışmaları yaşandı. Solcular Amerika’yı sağcılar ise solcuları protesto ediyorlardı. Çatışmalarda ve polis saldırılarında ölen solcu öğrenciler oldu.

Büyükelçi Komer’in arabası yakılıyor

1968 sonbaharında Vietnam’da görev yapmış CIA uzmanı Robert Komer, Türkiye’ye büyükelçi olarak atandı. 6 Ocak 1969’da ODTÜ’ye gelen Komer’in arabası bir kısım ODTÜ öğrencileri tarafından ateşe verildi. O sıralarda ODTÜ’de öğrenciydim, olup bitenleri baştan sona izlemek fırsatını bulmuştum.

Amerikalılar kaçırılıyor

15 Şubat 1971’de Ankara Balgat’taki ABD üssünde görevli bir Amerikalı çavuş kaçırıldıktan sonra serbest bırakıldı. 4 Mart 1971’de Ankara Balgat’ta Tuslog üssünde görevli 4 Amerikan askeri Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın içinde bulunduğu Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) tarafından kaçırıldılar. ODTÜ’de tutuldukları gerekçesiyle 5 Martta askerler ODTÜ yurt binalarını sardı, öğrencilerin binaları terk etmemesi üzerine jandarma binalara ateş açtı. Bir öğrenci ve bir jandarma eri yaşamını yitirdi. Sonunda jandarma yurtlara girdi ve arama yaptı. Ancak herhangi bir şey bulamadılar. Gezmiş ve arkadaşlarının kaçırdıkları Amerikalılar ise daha sonra serbest bırakıldılar.

12 Martta Amerika vardı

Demirel’in sloganı “Böyyük Türkiye“ idi. Ama o da bir süre sonra Coca Cola fabrikaları ile büyünülemeyeceğini anlayıp sanayiye yönelmeye niyetleniyor, Amerika sanayileşmemizi istemediği için Moskova’ya gidiyordu. Halbuki o zaman kadar  “Gomonistler Moskovaya, Ortanın Solu-Moskova’nın yolu” denilirdi. Neyse onlar unutuluyordu.  Sovyet yardımıyla Seydişehir’de, Karadeniz’de, İskenderun’da, Aliağa’da aluminyum, demir çelik, rafineri, bakır kompleksi falan kurulmaya başlandı. Bu arada Demirel iktidarı ABD Kongre üyelerinin afyon tarlalarının bombalanması talebini kabul etmiyordu. Sol akımlar güçleniyordu, Türkiye İşçi Partisi meclise girmişti. Hem sol hem de sağ kesimlerde ABD’ye karşı olumsuz bakış gelişiyordu. Öğrenci eylemleri ve silahlı saldırılar artmıştı.

Demirel 12 Mart 1971 de muhtırayla, yani yumuşak darbeyle koltuğundan zorla indirildi. Demirel’in o zamanki Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil bir süre sonra “12 Martta Amerika vardı” deyip işin aslını açıklıyordu. Çağlayangil’e göre, haşhaş üretiminin yasaklanmasının reddi ve Amerikan üslerinin kullanımı ile NATO’ya ilişkin tartışmalardan endişe duyan ABD, hükümetin iç siyasî nedenlerle zayıflamasını fırsat bilerek düşüş sürecini hızlandırmıştı. Çağlayangil daha sonra o dönem gazetecilik yapan İsmail Cem’e de aynı döneme ilişkin “CIA altımızı oymuş, haberimiz olmamış” demişti.

12 Mart muhtırasında imzası olan Orgeneral Muhsin Batur Anılar ve Görüşler adlı kitabında, 12 Mart ortamının yaratılmasında CIA gibi dış faktörlerin etkisini şöyle anlatmıştı: “12 Mart’tan sonra bazı siyasîlerimiz ve düşünürlerimiz olayın oluşumunda dış etkenlerin ve hatta CIA gibi dış örgütlerin, haşhaş gibi konuların rolünün olduğundan bahsettiler. … Bu yönlendirmede ajanlar, ajan provokatörler ve hepsinden önemlisi basın yayın yolu ile propaganda ve istenilen ortamın oluşması sağlanabilir. Bu elemanlar 12 Mart ortamının yaratılmasında kullanılmış olabilir”.

Amerika’nın işbaşına getirttiği Nihat Erim muhtıra hükümeti zaman kaybetmeden ABD’nin Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanması isteğini 30 Haziran 1971’de yerine getirdi. Türkiye’deki NATO karşıtı tutumlar sona erdi, solcular ve NATO muhalifleri bastırıldı. Kalkınma girişimleri yavaşlatıldı ve SSCB ile ilişkiler duraksadı. Öğrenci ve işçi eylemleri bastırıldı, Türkiye İşçi Partisi kapatıldı. 1960’ların ortasında başlayan “dengeli bağımlılık” girişimleri yerini ABD’nin yeniden nüfuz kazanmasına bıraktı.

ABD bu kez iplenmiyor

1 Temmuz 1974’de iş başında olan Ecevit Hükümeti ABD’nin tepkisine aldırmayarak haşhaş ekimi yasağını kaldırıp 7 ilde haşhaş ekimine izin verdi. Ecevit o günleri anlatıyor: “Amerika’nın dayatmasıyla Türkiye’de haşhaş ekimi yasaklanmıştı. 1 Temmuz 1974’te bir Bakanlar Kurulu kararı yayınlandık. Haşhaş ekimi yasağı sona erdiriliyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nden buna çok yoğun tepki geldi. Fakat bu yasak yüzünden köylüler çok zor durumda kalmışlardı. Amerikalılar onların uğradıkları zarar dolayısıyla yardım vaadinde bulunmuşlar, ama bunu yerine getirmemişlerdi. Ayrıca bu yasağın karşılığı olarak bize askeri yardımın artırılacağı söylenmişti. Bu sözlerini de tutmamışlardı.

…koalisyon hükümeti programının en başında, haşhaş ekim yasağını kaldıracağımızı söylemiştik. Bunu yaptık. Amerika’dan müthiş tepkiler geldi… Amerikalı bazı yetkililer, çok ağır tehditlerle dolu demeçler veriyorlardı“Sultan Ahmet Cami’ni bombalarız”, “Haşhaş ekilen köyleri bombalarız”, “NATO’dan Türkiye’yi çıkarırız”, “Türkiye’ye saldırırız”, “Türkiye’yi bombalarız” gibi…

Fakat ben aldırış etmedim bu tehditlere, çünkü çok haklıydık… Bir yandan yasağı kaldırırken, bir yandan da haşhaş ekiminin gençliğe zarar vermemesi için gerekli bütün tedbirleri hazırlamıştık. Bu tedbirleri Birleşmiş Milletler’e sunduk. BM bizi haklı buldu ve hazırladığımız programı bütün dünyaya örnek gösterdi. Bununla beraber Amerika Birleşik Devletleri bize saldırıya devam etti, çünkü onlar da haksız olduklarını biliyorlardı. O sırada Cumhurbaşkanı Nixon’un başı dertteydi. Halkını avutacak, oyalayacak bir şey bulmaya ihtiyaçları vardı. Bizim haşhaş yetiştiren köylülerimizi gözlerine kestirmişlerdi.”

Amerika’ya rağmen Kıbrıs harekatı

Ardından 15 Temmuz’da, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla, Yunanistan askeri rejimi  öncülüğünde, Papaz Makarios’a karşı darbe yapıldı. Halbuki Papaz, sabırlı olun ben Türkiye’yi uyutarak Türklerin işini bitiriyorum, az kaldı bekleyin diyordu. O sırada Yunanistan ABD tarafından 1967’de darbe ile iktidara getirilmiş albaylar cuntası tarafından yönetiliyordu. Papazı Amerika ve Cunta hiç sevmemişti.

Ecevit hükümeti ABD’nin şiddetli muhalefetine karşın, ABD Başkanının kendinden gayet emin olarak Ankara’ya yine “iznimiz olmadan yapamazsınız” demeye gönderdiği Joseph Cisco’yu, yani efendisini,  dinlemeyip Türk ordusunu Kıbrıs’a çıkarttı.

Ecevit o günleri anlatıyor: “15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta darbe oldu. Yunanistan adına yapılan bir darbe… Yunanistan’da cunta hükümeti vardı 6 yıldır. Türkleri tamamen yok etmeyi planlıyorlardı, bunu açıklamışlardı. Makarios da Türkleri yok etmek niyetindeydi, fakat Enosis’i, yani Yunanistan’la birleşmeyi istemiyordu. O sırada Yunanistan’da bir cunta yönetimi olduğu ve Kıbrıslı Rumlara da baskı rejimi uygulanacağını düşündüğü için istemiyordu. Ama cunta da Makarios da Türklere soykırım planlıyordu.

Cuntacılar, “Amerika şu sırada Türkiye’ye çok kızgın, Kıbrıs’ta darbe yapmamızın tam zamanı, Amerika da bize destek olur veya karşı çıkmaz” düşüncesindeydiler. 15 Temmuz darbesinin çok kanlı olacağı belliydi. Rumlar yalnız Türklere karşı bir soykırıma başlamakla kalmamıştı. Aynı zamanda Rum gerillaların kendi aralarında çok ciddi kavgalar vardı. Barış Harekatı’ndan kısa bir süre sonra Kıbrıs’a, Lefkoşe’ye, Girne’ye gittiğimde, duvarlarda Rum gerillalarının birbirlerine karşı tehdit dolu yazılarını gördüm.

Ben 15 Temmuz günü Afyon ve Denizli’ye gidecektim, haşhaş ekimi ile ilgili karar verirken aldığımız tedbirleri anlatacaktım. Etimesgut’taki askeri hava meydanına gittiğimizde bana Başbakanlık’tan Yunan cuntasının darbesiyle ilgili mesaj geldi. Onun üzerine Denizli gezimi iptal ettim, sadece Afyon’a gittim. Orada hem köylülere gereken bilgileri verdim, telkinlerde bulundum hem de Kıbrıs’taki Türklerin haklarını sonuna kadar koruyacağımızı söyledim.

Afyon’a hareket etmeden önce Ankara’da gerekli talimatı vermiştim. Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay, kendi aralarında durumu tespit etsinler, neler yapılabilir bunları görüşsünler, ben dönünce bir araya gelelim, demiştim. Döner dönmez hemen Başbakanlık’ta Milli Güvenlik Kurulu’nu toplantıya çağırdık.

Aslında hükümeti kurduğumuzda ilk yaptığım işlerden biri, Kıbrıs’ta Türkler bir saldırıya uğrarsa, tehditlerle karşılaşırlarsa, ne gibi tedbirler alınabileceği ile ilgili incelemeler yapmıştım. Bu yüzden içim rahattı… O incelemeler sırasında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bu işin üstesinden gelebileceği sonucuna varmıştım. Bu beni rahatlatmıştı.

Üç garantör devleti var Kıbrıs’ın; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere… Bir adım atmadan önce mutlaka onlarla görüşmem gerekiyordu ama Yunanistan saldırgan ülkeydi… Derhal İngiltere’ye gitme kararı verdim, yani onlardan davet beklemeksizin… “Geliyoruz…”deyip, zannederim 16 Temmuz’da Londra’ya gittim. Bunun öncesinde de Harekat için hazırlıkların hemen başlamasını söyledik. Çok kısa bir sürede çıkarma yapabilecek duruma gelmemiz gerekiyordu. Gerekli birliklerin, hava ve deniz kuvvetlerinin hazırlıklarının üç gün içinde gerçekleşmesini istemiştik. Bizim bu hazırlıklarımız tabii göz önünde gerçekleşiyordu, çünkü uzaydan da izliyorlardı. Fakat daha önceki yıllarda benzer hazırlıkları yapıp, çıkarma yapmadığımızı gören Yunanistan, İngiltere, Amerika, ciddi bir harekatta bulunmayacağımızı düşünüyorlardı. Böyle düşünmeleri de bizim işimize geliyordu.

Temmuz’un 16’sını 17’sine bağlayan gece Londra’da İngiltere Başbakan’ı James Callaghan ve Dışişleri Bakanı ile biraraya geldik.  Dışişleri Bakanımız rahmetli Turan Güneş, o sırada Çin’de idi. Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık (CHP), İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (MSP) gelmişti benimle Londra’ya. Uzun bir görüşme yaptık İngilizlerle ertesi sabaha kadar… Kıbrıs’taki Yunan darbesinden dolayı fazla rahatsızlık duymaz gibi bir havadaydılar, beraber müdahale etme düşüncesini kabul etmediler. Görüşmeler sırasında Başbakan da diğerleri de sık sık dışarı gidiyorlardı. Sonradan anladık ki, bu gidişler, Amerikalılarla yapılan görüşmeler içinmiş

İngilizler, bu gidiş-dönüşlerin sonunda Amerika’nın bir mesajını getirdiler. Önemli bir Amerikalı danışman Cisco’nun toplantıya dahil olmak istediğini söylediler. Ben, Amerika’nın müttefikimiz olduğunu ve her konuyu görüşebileceğimizi ama Kıbrıs’ta garantör olmadığı için bu toplantıya katılamayacağını ama isterlerse daha sonra ayrıca görüşebileceğimizi anlattım. Ertesi gün Cisco Türkiye’ye geldi. Onunla ve beraber gelen yetkililerle uzun bir görüşme yaptık. Görüşmelerimiz sırasında bir askeri harekata çok da hazırlıklı olmadığımız havasını vermeye çalışıyordum ki, bizi engellemeye kalkışmasınlar… Cisco da ikide bir kalkıp Amerika ile konuşuyordu. Sonunda dedi ki, “Ben Atina’ya gideyim, Yunanlılarla görüşeyim, herhalde bir sonuç alabiliriz.” Ben de, bizim böyle bir görüşmeyi istemediğimizi ama onların Yunanlılarla görüşebileceklerini söyledim. “Ama en geç Cuma günü gelin, daha fazla geç kalmayın.” dedim. Neden bu süreye ihtiyaç duyduğumuzu sordu. Meclis’te toplantı olduğunu belirterek “bu toplantı sırasında sizin Ankara’da bulunmanız doğru olmaz.” dedim. Kendisini o şekilde idare ettik. Atina’dan sonra tekrar bize geldi. Ama Atina’da hiçbir ciddi görüşme yapamamış, cunta komutanlarının başları son derecede havadaymış ve gayet sert konuşmalar yapmışlar. Yani oradan hiçbir sonuç alamamış. Alamayacağı belliydi. Bize geldi, verilen saatten çok geç geldi, gece yarısını geçmişti. Bizi bir askeri harekata başvurmamamız konusunda ikna etmeye çalıştı.

Cisco ile görüşmelerin sonlarına doğru harekatı söyledik… 1967’de Kıbrıs’ta Türkler soykırımla karşılaştığı zaman, Türkiye’nin bazı girişimlerde bulunmak istediğini ama Amerika’nın Türkiye’nin elini kolunu bağladığını ve sonucun ortada olduğunu anlattık. “Onun için bu sefer sizi dinlemeyeceğiz!” dedim. “Yani… Siz askeri harekata kararlı mısınız?” diye sordu. “Kararlıyız…” dedim. “Ne zaman yapacaksınız bu harekatı?” dedi. Saatime baktım, “Şu sıralarda başlamış olması gerekir…” dedim. Çok üzüldü tabii, kapkara oldu yüzü… Amerika da böyle bir şeye alışmamış… “Siz şimdi hava yollarını da kapatırsınız.” dedi. “Evet” dedim. “O zaman ben bir an önce gidiyim” dedi. “İyi olur… Daha güzel bir zamanda sizi bekleriz” dedim.

Vedalaşmak üzere Başbakanlık kapısına birlikte yürüdük, tam ayrılacak, durdu; dedi ki, Dışarıda gazeteciler doludur, onlara ne diyeceğim?” dedi. “Bir şey söylemek istemiyor musunuz?” dedim. “Ne diyebilirim?” dedi. “O zaman ben bir eski gazeteci olarak, gazetecilerle görüşürüm size müdahale etmezler.” dedim. Sabahtan rica etmiştim gazetecilere, “Bugün bana hiçbir şey sormayın… diye… Bu sözlerini tuttular. Yabancı gazeteciler de ne olduğunu anlamadıkları için soru sormadılar. O şekilde uğurladık. Cisco Yunanistan’a gitti, ama artık orada da rejim değişmişti. Oradan tekrar Ankara’ya geldi. Rahmetli Turan Güneş görüştü onlarla… Ben kapıdan uğrayıp, “Hoşgeldiniz!” dedim ve ellerini sıktım. Ayrılırken, Cisco’nun yardımcılarından biri kulağıma eğildi, “Sizi kutlarım” dedi.

NATO dışında bir harekat

1964’de başlayan EOKA katliamlarından sonra Türk ordusunun Kıbrıs’a müdahale planları yapmak aklına gelmişti. O zamana kadar Türk ordusu NATO’nun özellikle Amerika’nın bilgisi dışında nefes alamıyordu.

Libya’dan uçaklar için motor yağı, napalm malzemesi, 20 mm’lik top mühimmatı; İran’dan roketatarlar; Pakistan’dan mühimmat ve sağlık malzemesi temin edilmişti. Adada ikiye bölünmüş olan Rumlar ise “Amerika bu sefer de Türk gemilerini geri döndürür”düşüncesiyle hazırlık yapmamışlardı. Buna rağmen harekatta koordinasyon eksikliği yüzünden Türk Hava Kuvvetleri Kocatepe savaş gemisini batırıyor, Adatepe Savaş gemisine de ağır hasar veriyordu. Bu Türk ordusunun stratejilerinin NATO’ya bağlı olmasının sonucuydu.

Ordunuz Kıbrıs’ın esiri olacaktır tehdidi

Harekat, ABD baskısıyla kabul edilen ateşkes yüzünden durmuştu. Cenevre’de başlayan görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, Lozan’da İsmet İnönü’ye “Kabul etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum; zamanı gelince birer birer karşınıza çıkaracağım” diyen Lord Curzon’dan 51 yıl sonra yine bir İngiltere Dışişleri Bakanı, James Callaghan “Bugün, Kıbrıs ordunuzun esiridir. Ancak yarın, ordunuz Kıbrıs’ın esiri olacaktır” diyerek Türkiye’yi tehdit ediyordu.

İkinci harekat

Birinci harekattan sonra Yunanistan’da cunta, Kıbrıs’ta darbeci Nikos Sampson iktidarı bırakmak zorunda kalmışlardı. ABD, böylece Türkiye’nin istediğini elde ettiğini düşünüyordu. Ancak Konferansı’nın yapılmakta olduğu zamanda Türklerin Limasol ve Larnaka civarında bir miktar köyü boşaltmış olmalarına rağmen, Rum Millî Muhafız Alayı ve EOKA-B ele geçirdikleri yerleri tahliye etmedikleri gibi ellerindeki esirleri de serbest bırakmamışlardır. 13 Ağustos’ta Türk birlikleri tekrar ilerlemeye başladılar. Türk birlikleri 14 Ağustos’ta başkent Lefkoşa’ya, 15 Ağustos’ta Lefke ve Magosa’ya girdiler. Amerika, İngiltere ve birçok ülkede siyasiler buna tepki gösterdiler. İlk harekatta Türkiye’yi haklı görmüş olan dünya bu kez tam tersini düşünüyordu.

Amerikan üsleri ve Ambargo 

Türkiye’deki ABD üslerine ilk Amerikan güdümlü füzeleri 9 Aralık 1957’de girmişti. 23 Ekim 1962’de ABD ile Küba arasında yaşanan füze krizi sırasında, Sovyetler Birliği’nin Küba’daki füzelerini çekmesine karşılık ABD Başkanı Kennedy Türkiye’ye sormadan Türkiye’deki Jüpiter füzelerini söktürttü. Kamuoyu gerçeği yıllar sonra Hollywood filmlerinden öğrenebildi.


Türkiye’deki ABD ve NATO üsleri

5 Şubat 1975’de Türkiye’nin NATO/Amerikan silahlarını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmesi ve askerini çekmemesi gerekçesiyle ABD Kongresi Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması kararını kabul etti. ABD’nin bu kararı üzerine 25 Temmuz 1975’de Türkiye, ortak savunma tesislerine ilişkin 1969 Türk-Amerikan anlaşmasına son verdi ve İncirlik Üssü dışındaki (NATO göreviyle) diğer üs ve tesislerin çalışmalarını durdurdu.

İlerleyen süreçte Sovyetler Birliği Akdeniz’deki, Mısır, Libya ve Suriye’deki varlığını artırmaya başlayınca 26 Eylül 1978′ de Türkiye’ye uygulanmakta olan silah ambargosu ABD Kongresi tarafından kaldırıldı, buna karşılık Türkiye’de kapatılan Amerikan üs ve tesisleri açıldı. Bu arada Türk ordusunun teçhizat, araç, gereç durumu ambargo yüzünden hiç de iyi durumda değildi.

Yeşil Kuşak Projesi

Yeşil Kuşak Projesi, Amerika Birleşik Devletleri başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski tarafından Soğuk Savaş döneminde 1977’de tasarlanan bir projeydi. Amacı, Sovyetler Birliğinin güney komşularında İslam’ı komünizme karşı güçlendirerek, İslam çatı birleşimi altında, bu ülkelerin sol ve sosyalizme yönelmelerini engellemekti. Projede Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan öncelikle, Kafkasya, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tackistan, Kazakistan, Uygur Özerk bölgesi ikincil olarak hedeflenmişti. Suudi Arabistan bu projenin finansörü olması yanında Müslüman Kardeşler gibi radikal İslam unsurlarını barındırıyordu.

İran’da Şubat 1979’da İslami devrimi oldu ve devlet İslam Cumhuriyetine dönüştürüldü. Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesiyle sola ve sosyalizme büyük darbe indirilirken İslami kesimin önü açıldı. Okullarda din derslerinin öğretilmesi zorunlu hale geldi.

Sovyetlerin 25 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgaliyle Yeşil Kuşak Projesi büyük önem kazandı. Afganistan’daki direnişçilere Pakistan’dan lojistik destek sağlandı. Dağınık mücadele etmeye çalışan mücahitler İslam çatısı altında birleştirilip Pakistan’da eğitildiler.  Ancak bunlar yeterli olmadı. Karşılarında düzenli bir ordu vardı.

1985 yılının Mart ayında Reagan yönetimi, artırılmış örtülü askeri yardımı onaylayan ve Afganistan’daki Sovyet ordusunu örtülü bir eylemle yenip, Sovyetler Birliği’nin geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan 166 sayılı Ulusal Güvenlik kararı direktifini imzaladı. Bu bağlamda;  Mücahitlere Amerikan danışmanları ve Amerikan yapımı Stinger uçaksavar füzeleri sağlandı. Stringer füzeleri Afgan direnişinin kaderini değiştirdi.  Afgan mücahitleri Stringerlerle Sovyetlerin Afganistandaki hava gücünü adeta yok ettiler. Sonunda Sovyetler 15 Şubat 1989’da Afganistan’ı terketmek zorunda kaldılar. Afganistan işgali süresince büyük maddi, parasal, güç ve prestij kaybı yaşayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği bir süre sonra tasfiyeye gitmek zorunda kaldı.

Sovyetlerin çöküşüyle soğuk savaş sona ermiş Yeşil Kuşağa artık gereksinim kalmamıştı. Ancak başka bir sorun ortaya çıktı. Projeyle beslenmiş, palazlanmış siyasi radikal İslam ile Taliban, El Kaide, IŞİD gibi cihatçı İslami cihat örgütleri.

12 Eylül darbesi

Kıbrıs Barış harekatı sırasında Yunanistan NATO’ya ve Amerika’ya tepki göstererek NATO’nun askeri kanadından çıkmıştı. Başbakan Demirel iktidarı boyunca ABD’nin “Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü veto etmeyin” talimatını yerine getirmiyor, vetosunu sürekli kullanıyor, Yunanistan bu yüzden NATO’nun askeri kanadına dönemiyordu.

12 Eylül 1980’de Cunta darbe ile Demirel’i devirdi. Cuntacılık 1971 Martında Genel Kurmay’da geniş katılımlı askeri üst düzey toplantılar sonucunda ordu komuta kademesine taşındığı için ihtilal yapmak çok kolay olmuştu. O sırada üç bin Amerikan askeri Anvil Express tatbikatı harekâtı için Trakya’daydı. İhtilale izin veren Amerika, darbe haberini dünyaya cuntadan bile önce veriyordu. CIA’in Ankara şefi Paul Henze’in dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a darbeyi “bizim çocuklar yaptı” sözleriyle haber veriyordu. Darbe sırasında ABD’nin Ankara Büyükelçisi olan James Spain, darbeden birkaç saat sonra ABD’ye gönderdiği diplomatik notta askeri lideri iyi tanıdıklarını ve Türkiye’nin gerek dış politika gerekse de savunma politikalarının değişeceği yönünde endişe yaratacak bir neden olmadığını yazıyordu. Gizlilik derecesine sahip iken daha sonra tasnif dışı bırakılmış Amerikan belgelerinde yapılan son araştırmalar da, Washington’un doğrudan müdahil olmasa dahi 12 Eylül darbesini beklediğini, muhtemel aktörlerini tanıdığını ve darbenin gerçekleşmesini çıkarları açısından olumlu görerek engelleme ihtiyacı duymadığını ortaya koyuyor.

Başkan Carter, darbe sonrası memnundu: 12 Eylül’den önce Türkiye savunma anlamında kritik bir vaziyetteydi. SSCB’nin Afganistan’a müdahalesi ve İran’da Şah rejiminin devrilmesinden sonra Türkiye’ye istikrarı getiren bu hareket bizi oldukça rahatlattı.

Darbe sonrası ABD’nin Türkiye’ye ekonomik ve askerî yardımları arttı. 1981’de Türkiye’ye yapılan Amerikan yardımı, 1974 Kıbrıs müdahalesinin öncesi ile karşılaştırıldığında dört kat artmıştı. Ecevit’e göre, yardım musluklarını ellerinde tutan bazı çevreler musluğu açmak için böyle bir durumu beklemişlerdi. Darbe sonrası Türk-Amerikan Savunma Konseyi kuruldu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde askerî amaçlı havaalanlarının inşa edilmesini içeren bir mutabakat belgesi imzalandı. Türkiye’de neoliberal rüzgarlar eserken, ABD’nin istekleri birer birer gerçekleşiyordu. ABD’li ve çokuluslu şirketlerin baskısıyla tütün tekeli kaldırıldı, Demirel ve Ecevit daha önce bunu pek çok kez reddetmişti.

Rogers Planı

NATO’nun askeri kanadından çıktığına pişman olup geri dönmek isteyen ancak Demirel Hükumetinin vetosu ile karşılaşan Yunanistan, Cunta veto etmeyince 12 Eylül darbesinden 38 gün sonra NATO’ya geri alınıyordu.

Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter sonraki yıllarda yaptığı bir açıklamada, Demirel kuvvetli bir liderdi. Çok da dikkatliydi. Asıl zorlandığım konu Yunanistan’ın Nato’nun askeri kanadına re-entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun daha sonraları kolay çözüldü” der.

Nasıl kolay çözüldü?” sorusunu ise şöyle cevaplandırır:

Biraz General Rogers sayesinde… Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı bu sorun çözülemezdi. Tamamen iki askerin dostluğu sayesinde gerçekleşti. Yıllarca uğraşıp, vaadler yapıp, telkinde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 12 Eylül harekatı olmasaydı bu mümkün olmazdı.”

Peki dönemin NATO Başkomutanı ABD’li General Rogers bunu nasıl başarmıştı?

“Rogers Planı”nda, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü için Türk vetosunu kaldırmanın yanısıra NATO’dan bağımsız tek Türk ordusu olan Ege Ordusu  başta olmak üzere TSK’nın tasfiyesine yönelik hususlar olduğu öne sürülmekteydi. Nitekim ilerleyen yıllarda önce Balyoz-Ergenekon-Fuhuş kumpasları ardından Ordu 15 Temmuz 2015’de büyük darbe yemiştir.

Rogers planın meşhur ve bilinen kısmı; 12 Eylül 1980 darbesinden sonra General Rogers’ın 1 ay içinde Ankara’yı 4 kez ziyaret etmesi ve Yunanistan’ın Türkiye’nin AB ile ilişkilerini engellemeyeceği yönünde dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren’e şifai olarak “asker sözü” vermiş olmasıdır. İşte bu söz üzerine Evren, Türkiye’nin vetosunu kaldırır ve 1980 darbesinden sadece 5 hafta sonra Yunanistan yeniden NATO’ya döner.  İlginçtir; Bu dönüş kararından önce darbenin olduğu gün Yunan Dışişleri Bakanı Micotakis, Artık Yunanistan Nato’nun askeri kanadına dönebilecek iddiasında bulunmuş, bu bilgiyi nasıl sağladığı sorulunca da, “Harekattan 2-3 saat önce Türkiye kaynaklı bir mesaj aldım” demiştir. Keza Brüksel’deki kaynaklar ve bazı Yunan gazeteleri, Türkiye’nin yönetime el koyduğu haberini, Türkiye’de darbe oldu; Yunanistan NATO’ya dönüyor başlığıyla vermiş, New York Times Gazetesi ise 12 Eylül’le ilgili şu yorumu yapmıştır: Türk politikacıların AET (AB)’ye girmek için koz olarak askıya aldığı Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü için izin vermeleri konusu, Türk Ordusunun modernizasyonu masaya geldiği gün çözülebilecektir.”

Aynı gazetenin 13 Eylül tarihli başmakalesinde ise özetle şunlar anlatılmıştır: “Son 1 aydır çantasından eksik etmediği Atatürk’ün Nutuk’unun İngilizce nüshası ile Yunanistan’ın NATO’ya dönüş planının taslağı ile artık Devlet Başkanlığı sıfatı da olan Evren’le son görüşmesini yapmak üzere Genelkurmay Başkanlığına giden Rogers’ın ilk sözleri, “Atatürk sağlığında Venizelos ile iyi ilişkiler geliştirmiş, Türkiye ile Yunanistan arasında yüzyıllar boyu süren düşmanlığı sona erdirmişti. Şimdi aynı şeyi yapmak sizin elinizde Sayın Evren. Bu anlaşılmaz düşmanlığı sona erdirin. Ege’de barış tohumları yeşersin. NATO’da birlik ve beraberlik ruhunu tesis edelim” olmuş, Evren de, “Biz zaten meseleye olumlu bakıyoruz. Ama Yunanistan sorun çıkarıyor” demiştir… Evren, Türkiye’nin karşılık beklemeden bir iyi niyet jesti yapacağını belirterek, bu jestin ‘dostlarımızca iyi değerlendirilmesi‘ temennisinde bulunmuş, Rogers da, ‘Hiç kuşkunuz olmasın‘ teminatını vermiştir. Evren sözlerini, “Atatürk ne kadar büyük, ne kadar ileri görüşlü bir insandı ki, yurdunu istilaya gelen ve onları destekleyenlere, onları mağlup ettikten hemen sonra dostluk elini uzatabilmişti. Çünkü o büyük insan hisleriyle, duygularıyla hareket etmezdi. Düşmanlıkları unutur, doğruyu tatbik ederdi. Tarih göstermiştir ki, bu iki ülkenin dost olması her iki ülkeye de fayda sağlamıştır” diye sürdürmüş, Rogers, “Haklısınız Sayın Evren. Atatürk de yaşasa sanırım meseleye böyle yaklaşırdı” takviyesini yapmıştır.

Dönüşün gerçekleştiği gün ise Yunan Başbakanı Rallis, “Türkiye’ye karşı diplomatik bir zafer elde edildiğini” vurgulamakla kalmaz, “Artık Kıbrıs sorununa NATO içinde de sahip çıkabileceğiz” der.

Yunanistan yine bildiğini okumaya ve hedeflerini büyütmeye devam eder… 2 yıl sonra General Rogers, “O görüştüklerim şimdi hükumette değil, bu yüzden bir şey yapamıyorum” itirafında bulunurken, Yunanistan Başbakanı Papandreu, “Kara sularını 12 mile çıkarma niyetinde olduklarını” açıklar. Ege kıta sahanlığı, Kıbrıs sorunu hiçbir zaman çözülmez. Yunanistan üstüne üstlük Ege’de 18 adayı işgal eder… Ne diyelim? Yatacak yerin yok Evren mi?

Bir ABD baskısı daha

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 15 Kasım 1983’te bağımsızlığını ilan etti.  Pakistan ve Bangladeş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıdıktan sonra, ABD ve İngiltere’nin baskıları ile bu kararlarından vazgeçtiler.

ABD’ye kolu kaptırmanın bedelleri

Süreç, ABD’nin Truman Doktrini ile 1947 de başlamıştı. O yılda Köy Enstitülerinin tasfiye kararı da alınmıştı. Tesadüf mü? Elbette değil. Tersi olsaydı, yani Köy Enstitüleri kapatılmasa, Amerika’ya teslim olunmasaydı Türkiye çok farklı bir konumda olurdu. Bütün bunları Türkiye’nin başına açan Stalin miydi? Bir nesil, Soğuk Savaşı Amerika’ya teslim olarak boşu boşuna yaşadı ve maalesef ülkenin en verimli olabilecek yıllarını Amerika’ya selam durarak geçirmek zorunda bırakıldı.

Daha bunlar iyi yıllardı. Beterin beteri yoldaydı. 1990 da Demirperde’nin yıkılmasıyla Amerika’nın dünya liderliği hülyası projelerinin revize edilmesi.

6. ABD’nin BOP – Büyük Orta Doğu Projesi

Türkiye’ye gerek kalmıyor

1990 da Sovyetler Birliği çöktükten sonra Türk-ABD ilişkilerinde hakim olan “ortak çıkar” kavramının içeriği kısmen boşalmış ve Türkiye, ABD’nin gözünde kollanacak bağlaşık (müttefik) olmaktan çıkmaya başlamıştır.

Demirperdenin yıkılması Amerika’ya tek başına dünya lideri olma fırsatını doğurdu. Liderliğin gerçekleştirilmesi için yeni stratejilerin, BOP – Büyük Orta Doğu Projesi  projesinin genişletilerek Orta Doğu ve Kuzey Afrika (Middle East and North Africa – MENA) ve uzantısında Kafkasya haritasının yeniden düzenlenmesinin (U.S. Broader Middle East and North Africa Initiative – BMEI) hayata geçirilmesi gerekiyordu. Bu projelerin Türkiye’yi ilgilendiren ayağında Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan alınacak topraklarla Kürdistan kurulması ve sonraki aşamada Kürdistan’ın İsrail ile birleşmesi, bu birliğe Ermenistan’ın da dahil edilmesi yani 72 yıllık gecikmeyle 1918 Wilson ilkelerinin, Sevr’in, Türkiye ile diğer Türk Cumhuriyetlerinin coğrafik bağlantısını kesecek olan Kafkas Seddinin hayata geçirilmesi öngörülüyordu. Bunun için Kürtler hazırlandı, desteklendi, desteklenmeye de devam ediliyor.

Yeni Dünya Düzeni

Yeni Dünya Düzeni’nin teorik temelleri, Harward’lı Profesör Samuel Huntington tarafından 1996 yılında yayımlanan “Uygarlıklar Çatışması” adlı çalışmasıyla atılmıştır.  Prof. Huntington bu çalışmasında, Soğuk Savaş yıllarında “kapitalizm ile komünizm arasında” olduğu değerlendirilen temel çelişkinin din ekseninde tarif ettiği “uygarlıklar arasına” taşındığını öne sürmüştür.  Çözümleme sonucunda Prof. Huntington, Hıristiyan uygarlığının İslam dışındaki bütün dinlerle uzlaştığını, bu nedenle günümüzün temel çelişkisinin “Hıristiyanlık ile İslam arasında” keskinleştiğini öne sürmüştür.

Prof. Huntigton’un “uygarlıklar çatışması” tezi 1996’dan itibaren Yeni Dünya Düzeni’nin temel felsefesi olmuş ve ABD dış politikasını yönlendirmiştir. Bu gelişmenin iki temel sonucu olmuştur.  Bir sonuç genelde İslam coğrafyasını, diğer sonuç ise doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmektedir.

İslam coğrafyasını genelde etkileyen sonuç, 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısıyla yaşama geçirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) İnisiyatifi (kararı) dır. Türkiye’yi doğrudan etkileyen bir diğer sonuç ise, 2002 yılı sonrasının AKP iktidarlarıyla bütünleştirilen “Ilımlı İslam” tuzağıdır.

İslam ne haldedir?

Önceki bölümde anlatılan Amerika’nın Yeşil Kuşak projesi, siyasi İslam ile Taliban, El Kaide, IŞİD gibi cihatçı İslami cihat örgütleri beslemiş, palazlandırmış, Sovyetlerin dağılıp soğuk savaşın sona ermesiyle de terkedilmişti.

Projenin terk edilmesiyle finans kaynakları kesilen İslami teröristler 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler, Pentagon vb. uçak saldırılarından başlamak üzere Amerika’nın ve Batılı ülkelerin başlarına büyük belalar açmaya başladılar. Türkiye de bundan İstanbul Aksaray,  Reyna, Ankara Gar gibi katliamlarla nasibini aldı. Suudi Arabistan da El Kaide’ye parasal desteği kesmenin bedelini 1996 ve 2004’de Al Khobar’da 4 adet, 2003’de Riyad’da 4 adet olmak üzere kanlı compound baskınlarıyla ödüyordu.

ABD’nin Ilımlı İslam Eylem Planı

ABD’de RAND Düşünce Kuruluşu’nun (Research ANDevelopment – RAND Corporation), Milli Güvenlik Araştırmaları Dairesinin 2003 yılında yayımladığı Uygar ve demokratik İslam, partnerler, kaynaklar ve stratejiler başlıklı araştırmasından alıntılar:

İslam, değerleri, kimliği ve dünyadaki yeri ile ilgili iç ve dış çatışmaların sürdüğü istikrarsız bir duruma gelmiştir. Bu çatışmanın getirdiği ciddi bir maliyet vardır ve bu çatışma dünyanın geri kalanını ekonomik, toplumsal, siyasi ve güvenlik açılarından etkilemektedir. ABD ve diğer endüstriyel ülkeler ve elbette ki uluslararası toplum, sistemin geri kalanı ile uyumlu, ekonomik olarak güvenilir, siyasi olarak istikrarlı ve uluslararası kurallara ve normlara uyan bir İslam dünyasını tercih eder.

Arap milliyetçiliği, Arap sosyalizmi gibi sonuçsuz kalmış girişimlerin doğurduğu öfkenin de etkisiyle ayrışma ve çatışma hızlanmıştır. İslam dünyasında dört farklı görüş birbiriyle çatışma halindedir. Bu görüşler, köktendincilergelenekçilermodernistler ve laikler olarak sıralanır. Köktendinciler Batıya ve ABD’ye karşı düşmanca tavır sergilerler. Gelenekçiler daha ılımlı tavır sergilerler ancak yer yer köktendincilere yakın dururlar. Modernist ve sekülaristler, değerler ve davranışlarda Batı’ya en yakın olanlardır ancak toplumda örgütlenme, etkinlik ve finans olarak diğerleri kadar etkin değildirler. Laikler geniş ideolojik eğilimleri yanında toplumdaki İslamcılara karşı kendilerini kabul ettirebilme güçleri olmamaları sebebiyle kabul edilebilir müttefikler değildirler.

Ilımlı İslam’ın demokratik unsurları, köktendinci İslamcıların otoriter ve baskıcı yanlarını karşılamaya yeterli değildir. Burada görev modernist İslamcılara düşmektedir.

Rapor Batı ve Amerika İslam ülkelerinde daha sağlam bir demokrasinin, uluslararası dünya düzeninin çağdaş batı değerlerinin yerleşmesi için İslami unsurlar içinde hangisini destekleyeceği, hangilerini himaye edeceği ve kendisine potansiyel müttefik seçeceğini irdelemiştir. Bunun için dört aşamalı bir eylem planı öngörmekte ve tavsiye etmektedir:

  • Önce modernistleri destekle

  • Gelenekçileri köktencilere karşı destekle

  • Köktencilere karşı koy

  • Laikleri seçici destekle

Büyük Ortadoğu Projesi

Büyük Ortadoğu Projesi, bilinen kısa adıyla BOP, Ortadoğu eksenli enerji zengini İslam coğrafyasını kapsamaktadır. Sınırları, petrol ve doğalgaz kaynaklarına bağlı olarak Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar genişletilmiştir (U.S. Broader Middle East and North Africa Initiative) Proje ABD tarafından, “uluslararası teröre karşı mücadele ediyoruz” ve “bölgeye demokrasi getireceğiz” denilerek pazarlanmaktadır.  Ancak, ABD’nin bu pazarlama stratejisi durumu farkedenler açısından inandırıcı değildir. Projenin gerçek amacı, bölgenin petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinde kontrol kurmaktır. Bu amaç doğrultusunda, gerektiğinde askeri karışma (müdahale) yolu da açık tutulmaktadır.

ABD enerji zengini İslam coğrafyasında kendisine bağlı yeni bir düzen kurmak istemektedir. Hedefi de Suriye, Irak ve İran ile sınırlı değildir. ABD, bölgede 22 ülkenin ekonomik ve siyasi coğrafyasını, etnik ve dini cemaat temelinde değiştirmeyi öngörmektedir.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını İsrail’in yanında bir Kürt varlığına dayandırılmasını, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki Kürt topraklarının katılımıyla İsrail’i Büyük İsrail haline getirerek Orta Doğu’nun toprak, su ve petrolüne hakim kılınmasını içerir.

Soğuk savaşın sona ermesiyle Türkiye’nin stratejik önemi azalmıştır. Türkiye’ye alternatif olarak Kürtler daha güvenilir görülmektedirler. BOP’un ekonomik ve siyasi sınırları değişecek ülkeler listesinde Türkiye de yer almaktadır. NATO toplantılarında açılan Kürdistan haritaları bunun kanıdır.

Cumhuriyetçi Bush döneminde çizilen bu stratejiyi Demokrat Obama da sürdürmüş, Cumhuriyetçi Trump da  sürdürmektedir. Afganistan ve Irak işgalleri ile Kuzey Afrika’dan Suriye’ye uzanan sözde Arap Baharları, Suriye’ye asker göndermeler bu doğrultuda gelişmiştir.

Bu Proje Orta Doğu’nun Dönüşümü (Transforming The Middle East) adı altında ABD’nin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice  tarafından 7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post gazetesinde yayınlanan yazıyla deklare edilmişti. Yazıda bölgenin 22 devleti kapsadığının belirtilmiş olması projeye Orta Doğu, Türkiye, Kuzey Afrika ve Güney Batı Asya Devletlerinin de dahil edildiğini göstermektedir. Böylece BOP, revize edilmiş haliyle yani “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi – Broader Middle East and North Africa Initiative”  Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, S. Arabistan, Yemen, Umman, B.A.E., Kuveyt, Katar, Bahreyn, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, İran ve Türkmenistan topraklarını içine alarak Batı’nın ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının bulunduğu coğrafyada, çoğu ‘Müslüman toplulukların’ yaşadığı 22 ülkenin sınırlarını ve rejimlerini değiştirmeyi, yeniden oluşturmayı amaçlamaktadır.

Kara Dul lakaplı Condoleezza Rice’ın  11 Aralık 2005 tarihli Washington Post’ta  yayınlanan bir diğer makalesinde de genişletilmiş Orta Doğu’ya (Broader Middle East) vurgu yapılarak bu çerçevede neler yapılacağına ilişkin bilgiler vermektedir. Nitekim Arap Baharı, en son Suriye’de rejim karşıtı ayaklanma  bu proje çerçevesinde başlatıldı, Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurduruldu. Kuzey Suriye’de Kürtler ilk aşamada toprak edindiler, “Ortadoğu’nun yıldızı olacak” denilen Diyarbakır, ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayınlanan bir haritada, ‘Yahudi-Kürt Devleti’nin sınırları içerisinde gösterildi. Bu Türkiye’yi parçalara ayırılmış şekilde gösteren harita,  Roma’da NATO toplantısında pervasızca yeniden ortaya çıktı  ve buna tepki gösteren Türk subayları toplantıyı terk ettiler.

BOP’un yol haritası

BOP ve genişletilmiş BOP’un Türkiye ayağının şu şekilde gerçekleştirilmesi planlanmıştı:

  1. Atatürk sürekli ve her açıdan kötülenerek Kemalizm/Atatürkçülük Türk halkının zihninden silinecek.

  2. Türklük kötülenecek, ırkçılık olarak nitelendirilecek yerine Türkiyelilik ikame edilecek.

  3. Türk ordusunun defteri dürülecek. BOP aşamalarına müdahale edemez hale getirilecek.

  4. Osmanlı Devleti yüceltilecek, Cumhuriyet dönemi kötülenecek. Lozan başarısızlık, toprak kaybı olarak nitelendirilecek.

  5. Türkiye bölünmüyor tersine genişliyor, toprak kazanılıyor, Kürt sorunu kökten çözülüyor aldatmacaları altında “ulus devlet” sona erdirilecek, Yeni Türkiye veya Yeni Osmanlı gibi bir adla Musul, Kerkük dahil Kuzey Irak ve Kuzey Suriye ile üniter federasyon oluşturulacak. İstanbul'daki Patrikhane Fener semtinde Vatikan benzeri Devlet statüsüne çıkarılacak. Federasyon eyaletlere bölünecek, eyaletlere öz güvenliklerini sağlama da dahil olmak üzere yerinde yönetim adı altında yerel yönetim yetkileri tanınacak. Yeni devlete federasyon denilmeyebilecek, ilgisi olmamasına rağmen üniter olduğu iddia edilecek.

  6. Verilen yetkilerle örgütlenerek kendi güvenlik güçlerini de kurmuş ve İkiz Yasalar gereği kendi kaderlerini tayin hakkını elde etmiş olan Kürtler Güney Doğu Anadolu, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye ile Fener Ortodoks Patrikhanesi dahil olmak üzere, ülkenin savunma açısından iyice zayıflamış ekonomik krizle çökmüş anında federasyondan ayrılacaklar.

  7. “İkiz Yasalar” gereği, yabancı barış gücünün araya girerek çatışmalara müdahale edebileceği göz önüne alınarak, ayrılmayı silahla bastırma girişiminde bulunulamayacak.

İkiz Yasaları hatırlayalım

Türkiye’nin uzun yıllar kabul etmekte direndiği “İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” ve “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” dış baskılar sonucu 15.08.2000’de imzalanmak zorunda kalınmış, 3 yıl sonra AKP iktidarı tarafından 23.09.2003’de “İkiz Yasalar” olarak bilinen 4867 ve 4868 numaralı yasalarla yürürlüğe konulmuştur. Bu Sözleşmelere göre ayrı halk, ayrı dil ve ayrı sosyal yapı olma özelliğini kazananlar, taleplerini daha ileri götürerek kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olacaklardır. Söz konusu uluslararası Sözleşmeleri kabul edip yasallaştıran devletler, halkların kendi kaderlerinin tayin hakkının sağlanması için çaba göstermeyi ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne uygun olarak bu hakka saygılı olmayı kabul etmiş olmaktadırlar.  Sözleşmelerde, ulustan değil halktan bahsedildiği için, bir ülkede halk olma özelliğini kazanmış, “halk” kimliğini elde etmiş topluluklar, Avrupa Birliği ile doğrudan doğruya temas kurabilecekler, yaşadıkları ülkenin egemen gücünün kendilerine yönelik baskı, cebir – şiddet ve tehdit yöntemlerini kullandığını iddia etmek suretiyle Birleşmiş Milletler Örgütü’ne başvurduklarında, Örgüt’den askeri seçenek de dahil olmak üzere yardım ve destek alma hakkını kazanacaklardır.

Ilımlı İslam – BOP – Fethullah Gülen

1980’li yıllarda CIA’nın “Yakın ve Güney Asya Bölgesi Milli İstihbarat Şefi” görevini yürüten ve RAND kuruluşu araştırmacı yazarlarından ünlü strateji ve İslam uzmanı Graham Fuller, Ilımlı İslam ile ilgili yukarıda açıkladığımız RAND Raporu’nun hazırlandığı sıralarda çıkardığı “The Future of Political İslam – Siyasal İslam’ın Geleceği” adlı kitapta; Amerikan dış politikasının en önemli hedeflerinden birinin özünde İslamcı fakat aynı zamanda liberal bir İslami reformu teşvik etmek olduğunu, bu amaçla da Nurcuların – özellikle Fethullah Gülen’in desteklenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Fuller; o zamanlar var olan Türkiye’de 236 okulu, Türkiye dışında 280 okulu, 200 dolayında dini vakfı ve 211 ticari şirketi ile Gülen’in BOP’un kapsama alanında etkili olabilecek liberal bir İslamcı hareket olduğunu  yazmaktadır. 

Yahudi ve İsrailsever Fethullah Gülen’in ABD’deki Evangelistler ve Neo-Conlar  tarafından Ilımlı İslamın baş aktörü olarak tayin edildiğini, AKP iktidarına verilen BOP Eşbaşkanlığı görevi ile birlikte ortaklık teşkil ettiklerini 2010 yılından itibaren buradaki birçok yazımızda anlatmıştık. Bu ortaklığın maceralarını gelecek bölümde anlatacağız.


7. BOP sürecinde Türkiye-Amerika ilişkileri

Kosova askeri müdahalesi

1991 yılının Haziran ayının sonlarında Yugoslavya'da dağılma süreci başlamıştır. 25 Haziran'da Hırvatistan, Slovenya, Yugoslavya'dan bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Aynı yıl Kosova'da yaklaşık %99 gibi bir oranla bağımsızlık kararı çıkmıştır.  Kosova'nın bağımsızlık deklarasyonu, Arnavutluk dışında hiçbir devlet tarafından kabul görmemiştir. Kosova'nın bağımsızlığının sağlanacağı umudunu yitiren Arnavutlar, 1996 yılında Sırp güvenlik güçlerine karşı saldırılara başlamıştır.  Miloseviç liderliğindeki Sırplar saldırılara sert bir şekilde karşılık vermiştir. Miloseviç, sivil-milis ayrımı yapmadan tüm Arnavut ulusuna karşı baskı ve şiddet uygulamalarına girişmiştir.

Sırpların, Kosova'daki Arnavutlara karşı saldırıları 1999 yılının başlarında artmıştır. Miloseviç'in katı tutumu, NATO'nun müdahalesini kaçınılmaz kılmıştır. 24 Mart 1999 yılında 13 NATO üyesi ülke, BM'nin onayını almaksızın, Yugoslavya'yı bombalamaya başlamıştır. Operasyona en büyük askeri katılım ABD’den olmak üzere İngiltere, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Norveç, Portekiz, İspanya ve Türkiye harekâta katılan diğer ülkeler olmuştur. Türkiye, 21 adet F-16 ile katılmıştır. Türk uçakları, 2000 saatin üzerinde uçuş yapmıştır. Operasyon boyunca, 38 004 sorti uçuş gerçekleştirilmiş, bunun 10 484’ünde saldırı yapılmıştır. Bu uçuşun %65’i ABD uçakları tarafından gerçekleştirilmiştir. ABD, operasyonda, B-52 ve B-1B bombardıman uçaklarını; E-8 JSTAR, U-2, E-3 AWACS, KC-135R keşif ve komuta-kontrol uçaklarını; EA-6B Prowler ve AV-8B Prowler elektronik harp uçaklarını ve F-15, F-16, F-18, F-117 savaş uçaklarını kullanmıştır. Çeşitli tiplerde 28 236 adet hava yer mühimmatı kullanılmış ve İngiliz ve ABD gemilerinden 218 adet Tomahawk seyir füzeleri atılmıştır.

NATO saldırılarına direnemeyeceğini anlayan Sırbistan Lideri Miloseviç, 10 Haziran 1999 tarihinde, NATO barış şartlarını içeren taslağı kabul edeceğini açıklamıştır. Ardından Kosova'da güvenliğin sağlanması amacıyla BM çatısı altında "Kosova Barış Gücü" (KFOR) kurulmuştur. Türk ordusu KFOR bünyesinde 20 yıldır görev yapmaktadır. Türkiye KFOR'a parasal yardım da yapmıştır. Kosova, 2008'de bağımsızlığını ilan etmiştir. Kosovayı tanıyan ülkeler arasında A.B.D. ile Türkiye'de bulunmaktadır.  

Bu Kore Savaşından sonra Türkiye’nin Amerika ile birlikte katıldığı ikinci askeri harekat olmuştur.

Kuzey Irak’ta Kürt devleti

ABD 17 Ocak 1991’de Irak’a saldırdı. 1. Körfez Savaşı olarak isimlendirilen bu saldırı, 3 Mart 1991 günü imzalanan ateşkes anlaşması ile “fiilen” sona erdi.

ABD imzaladığı ateşkesten 1,5 ay sonra, 17 Nisan 1991’de, bu kez “Kürtlerin yerleşim bölgelerine güvenli bir şekilde dönmesini sağlamak” bahanesiyle “huzur operasyonu” başlattı. Operasyon, ABD’nin Saddam’ın Bağdat yönetimine yasakladığı 36. paralelin kuzeyini kapsıyordu. Bu paralel, aynı zamanda ABD’nin kurmayı planladığı kukla Kürt Devlet’in de doğal sınırıydı. “Huzur Operasyonu”nu yıllarca yürütecek Çekiç Güç’ün Türkiye’ye yerleştirilmesine, 12 Temmuz 1991 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla izin verildi. Çekiç Güç, 77 uçak ve helikopter ile 1862 personelden oluşuyor ve İncirlik ile Pirinçlik üslerine yerleştiriliyordu. Aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Zaho’da da ABD askeri karargâhı oluşturuldu.

6 Ekim 1992’de ABD’nin güvence ve gözetimi altında başkenti Erbil olmak üzere Kuzey Irak’ta bir Kürt Federe Devleti kuruldu. Kürt Devletini kuran ABD, imkan veren de Türkiye olmuştu.  Yıllar içinde Çekiç Güç, sadece Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda PKK’yı da büyüttü. Çekiç Güç’ün Bisi yaylasına havadan PKK’ya yardım malzemeleri indirdiği ortaya çıktı. Dahası, içinde Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis ile dönemin Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Korg. Necati Özgen’in de olduğu helikopteri düşürmeye çalıştığı iddia edildi.

Muavenet olayı

Bu arada planlı bir NATO tatbikatında, 1974 Kıbrıs Harekâtı’na da katılmış olan TCG Muavenet muhribine 2 Ekim 1992 gecesi ABD’ye ait USS Saratoga uçak gemisi tarafından akıl almaz bir şekilde, asıl görevi uçak veya füze/güdümlü mermi düşürmek olan 2 adet Sea Sparrow füzeleri atıldı. Füzeler geminin köprü üstü, savaş harekât merkezi ve telsiz kamerasına isabet etti. Gemi komutanı, uçaksavar yardımcı subayı, telsiz astsubayı, ikmal çavuşu ve bir er hayatını kaybetti, 22 personel yaralandı. Saldırıdan sorumlu yedi Amerikan subayı mahkemeye sevk edilmeyerek sadece ‘disiplin cezası’ aldılar. Olayın arkasında ABD’nin bilinçli olarak bölgedeki çıkarlarını ve planlarını yürürlüğe koymak adına verdiği bir uyarı mesajı”olduğu öne sürüldü.

Afganistan’da ABD ve Türk ordusu

Amerika, ülkesine yapılan 11 Eylül 2001 saldırılarından Usame bin Ladin’in lideri olduğu El Kaide’yi sorumlu tutarak 7 Ekim 2001’de radikal İslamcı Taliban’ın yönetimde olduğu Afganistan harekatına başladı. Aralarında Tacik, Özbek ve Türkmen asıllı Afganların da olduğu Kuzey İttifakı güçleri Amerikalı, İngiliz ve Kanadalı askerlerle birlikte harekata katıldılar.

Türkiye, Afganistan harekatı sonrasında, NATO önderliğinde Afganistan’da kurulmuş; amacı güvenliği sağlamak ve insani yardımlarda bulunmak olan ISAF’ta (International Security Assistance Force) başlangıcından itibaren (2002) 1300 civarında askerden oluşan birlik bulundurmaktadır. Türk birliği bir ara ISAF komutanlığını da üstlenmiştir. BAKINIZ FOTOĞRAFLAR

ABD’nin Irak’ı işgali

2001 yılında, ABD Irak’a ikinci kez saldırmaya karar verdi. Çünkü Washington, Çekiç Güç gibi sınırlı yapılarla, BOP’u gerçekleştiremezdi. İlk taslağı 2001 yılının sonunda hazırlanan “OPLAN-1003-98” kod adlı Pentagon’un askeri harekât planında, “ABD’nin Türkiye üzerinden bir kuzey cephesi açması” konusu da yer almıştı.

Kuzey Cephesi’yle ilgili ilk resmi temas, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in 19 Mart 2002 tarihli Ankara ziyareti sırasında oldu. Hem Başbakan Ecevit’le hem de Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüşen Cheney istediği desteği alamadı. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve daha önce Ankara Büyükelçisi olan Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman’ın 17 Temmuz 2002 ‘de Ankara ziyaretinde, Washington’un isteği daha da somut olarak dile getirildi. Talebe direnen Ecevit-Kıvrıkoğlu ikilisi, Türkiye ile ABD arasında “siyasi-askeri danışma kanalı” açılmasını kabul ederek, zaman kazanmaya çalıştılar. Ancak ABD’nin zamanı yoktu. Hemen ardından 31 Temmuz 2002’de Türkiye’de erken seçim kararı alındı.

3 Kasım 2002’deki seçimler, Türkiye’nin ABD direncini kıracak bir AKP siyasi yapılanmasıyla sonuçlandı. ABD, “kuzey cephesi” talebini resmi olarak 19 Kasım 2002’de AKP Hükümetine yaptı. Taleplerin somutlanmış son hali de, 21 Aralık 2002 günü ABD Büyükelçisi tarafından Başbakan Abdullah Gül’e bizzat elden verildi.

Plana göre Amerikan ordusu İskenderun’a çıkacak, Türkiye topraklarından geçerek Irak’a kuzeyden Kürt bölgesinden rahatça girecekti. Bunun için İskenderun limanının genişletilmesi gerekiyordu.  2003 Şubat başında Bayram günü bu işi iyi yapar diye bazı Türk müteahhit patronları apar topar tatilden çağrıldılar, yapacakları anlatıldı, makine ve işgüçlerini İskenderun’a göndermeleri istendi. Masrafları Amerika’dan alınacaktı. Müteahhitler mobilizasyona başladılar.

Amerikan ordusunun Türkiye’ye girmesine izin verecek tezkere Türkiye Büyük Millet Meclisinde 1 Mart 2003’de oylandı. 264 kabul, 250 ret oyu çıktı. Bu sonuca bakılarak tezkerenin kabul edildiği açıklandı. Ancak tezkerenin onaylanması için 268 salt çoğunluk oyunun gerekliliği anlaşılınca iktidardaki Adalet Kalkınma Partisi mensupları şaşkınlık geçirdiler. Aynı şekilde haberi alınca şok olan ABD’ye “merak etmeyin Meclise yeni tezkere sevkederiz” dendi ama parti içi muhalefetten korkulup vazgeçildi. Asker dolu ABD savaş gemileri böylece İskenderun’dan geri döndüler. AKP’nin acemiliği yüzünden tezkerede Türk Ordusunun Irak’a girmesi izni de vardı. Bu yüzden Türk ordusunun durup dururken eli kolu bağlandı. Halbuki ABD ve Türk ordusu için iki ayrı tezkere olmalıydı. Türk ordusu, Kuzey Irak’a yerleşme fırsatını böylece kaçırdı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush o günleri anlatıyor: “Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin askeri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardımda bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak tezkere az farkla kabul edilmedi. Hayal kırıklığına ve hüsrana uğramıştım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştı.”

Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld anlatıyor: “Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM,  jilet farkıyla ABD’nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikinden destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olmasının yanında, siyasi bir utançtı

Çuval olayı

Amerika, Türkiye’ye artık başka gözle bakıyordu. 22 Nisan 2003 günü, Kürt Bölgesinde bulunan Erbil’deki Özel Kuvvetler Komutanlığı Karargahı’nda görev yapan Türk askerleri, “Türkiye’den gelen bir insani yardım konvoyuna eskortluk etmek üzere” gittikleri Kerkük’te gözaltına alınmış, ertesi gün de Amerikan askeri personeli eşliğinde Türkiye’ye gönderilerek, Irak’tan sınırdışı edilmişlerdi.

Amerikan askerleri 4 Temmuz 2003’de Kuzey Irak Süleymaniye’ de Türk Özel Kuvvetleri tim mensubu 3 subay ve 8 astsubayı, karargahlarını basarak göz altına almışlar, başlarına çuval geçirerek alıp götürmüşler ve tutuklamışlardı. Tamamen Türk Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı olan Türk Özel Kuvvetlerine Amerikalı askerlere direnmeme emri verilmişti.

Dönemin Özel Kuvvetler Komutan Yardımcısı Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan anlatıyor: “2002 Aralık ayında olası bir Irak harekatı öncesinde tedbir olarak hazırlanan PKK düşman, KYB-KDP ve Koalisyon Güçleri dostane tutum sergilemedikleri sürece silahla karşılık verilecektir” emrini Kuzey Irak’ta görevli askeri personele ilettik. Kerkük’teki malum hadise yaşanınca biz yeniden Ankara’ya yazı yazdık ve bundan sonra bu tür bir olay olursa nasıl davranmamız gerektiği konusunda angajman kuralını bizlere bildirmelerini istedik. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 2003 yılı Mayıs ayının ortasında ‘ABD ve koalisyon unsurları ile çatışma ortamı yaratılmayacak, dostane işbirliği içerisinde çalışılacaktır’ emrini bize iletti. Bu emir her ne şart olursa olsun, Türk askerinin silah kullanmasının önüne geçen emirdi. Eğer düşman unsurlara silahla karşılık verme hakkımız olsaydı, özel kuvvetler personeli olan Mehmetçiklerimiz ABD’lilerin hepsini orada öldürürdü. Silah kullanma hakkımız olsa ABD’li askerlere o çuvalları yedirirdik. Belki bizim askerlerimizin de hepsi şehit düşerdi ama bu olay kesinlikle yaşanmazdı.”

O sırada Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ anlatıyor: “Sonradan öğrendim ki, O gün Genelkurmay’dan aradıklarında kimseyi bulamadılar. Bu TSK ve Pentagon arasında bayağı bir uçurum, boşluk yarattı. Soğuk bir hava. Eylül ayı başında Genelkurmay 2. Başkanlığı’na tayin oldum. Geldiğimde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça gergin ve soğuk safhadaydı.

İlk yapacağımız iş buna benzer bir olayı yaşamamız lazımdı. Hemen bu olayı düşündük, ne yapabiliriz diye. Sayın Genelkurmay Başkanı’na arz ettim. Özel Kuvvetler Komutanı’nı Irak’ın kuzeyine yollayalım. Bütün timlerinizi dolaşsın, sizin yazılı emrinizi bütün tim komutanlarına tebliğ etsin ve timlerin gücüne baksın, komutan da ‘uygun’ dedi. Tim komutanlarına verdiğimiz emir şu: Size herhangi bir şekilde kimden gelirse gelsin, bir saldırı olursa hiç kimseye, yok Ankara’ya, Özel Kuvvetler Komutanı’na sorayım demeden misliyle mukabele edeceksiniz. İmzayı da attık. Herhangi bir saldırı olursa tim komutanı hiçbir yere sormadan silahla mukabele edecek. Belki de şehit olacak hepsi. Bu emri Amerikan Büyükelçiliği’ne yolladık. 1 saat sonra bir telefon ‘Efendim Amerika Büyükelçisi sizinle görüşmek istiyor’, ‘Tamam gelsin’ dedik. Bizim timimizin birisi burnunu kanatırsa, saldırı olursa kimden gelirse gelsin, 16 kişi orada şehit olur, ama sizden de öldürebildiğimiz kadar öldürürüz, başka çaremiz yok. Türk-Amerikan ilişkilerinde ikinci bir travma yaşatmak istemiyorsanız, yetkili de sizsiniz, sorumlu da sizsiniz, gereken tedbirleri alın, ikinci Süleymaniye olayına neden olmayın, kim olursa karşılığını alır. ‘Haklısınız’ dedi.”

Amerika’nın, Türkiye – Azerbaycan dostluğunu bozma girişimi

Sovyetler yıkıldıktan sonra Soros destekli Turuncu Devrim ile ABD güdümündeki ülkeler işaretlenmiş, Türkiye güneyden ve kuzeyden bir yanda Ukrayna’dan Yunanistan’a uzanan bir hat diğer taraftan İsrail’den Gürcistan’a çizilen diğer hatla kuşatılmıştı. Harita bu şekilde çizilip merkeze Türkiye Cumhuriyeti konulduğunda bu kuşatmanın yıkılacağı hat da ortaya çıkıyordu. Kıbrıs-Türkiye-Azerbaycan hattı.

Türkiye, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgali üzerine Azerbaycan ile dayanışma gereği Ermenistan ile diplomatik ilişki kurmamış, 1993’de sınır kapısını kapatmıştı.

ABD, 2008 Ağustos’unda Rusya-Gürcistan Savaşı sonrasında Kafkaslarda çok önemli bir prestij kaybına uğramıştı. ABD bu kaybını Ermenistan’ı yanına çekerek kapatmak ve kolu kanadı kırık Gürcistan’ın Rusya tarafından tanınan Abhazya ve Güney Osetya toprak eksilmelerini telafi etmek için Doğu Karadeniz’de yeni bir müttefik ve konum kazanmak istemişti. Ermenistan’ın bunun karşılığında ABD’den isteği Türkiye sınırının açması ve diplomatik ilişki kurması için Türkiye’ye baskı yapması olmuştu.

Zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül harekete geçirildi. 6 Eylül 2008 de Ermenistan-Türkiye futbol milli maçını seyretmek üzere Erivan’a giderek Ermenistan açılımına tek yanlı olarak start verdi. Zamanın Başbakanı Erdoğan ile Genel Kurmay Başkanı Özkök bu gidişe rıza vermemişlerdi.

Ardından ABD Başkanı Barack Obama, Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’u alıp Türkiye’ye geldiler. Obama, 6 Nisan 2009 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşarak Ermenistan sınırının açılmasını ve iki ülke ilişkilerinin normalleştirilmesini istedi. Devamında Hillary Clinton’un girişimi ve yönetiminde Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik ilişkilerin kurulması ve sınırların açılmasını öngören protokollar Ekim 2009 da İsviçre’nin Zürih kentinde imzalandı. Türkiye adına imzayı zamanın Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu atmıştı. Hemen ardından, Abdullah Gül’ün daveti üzerine, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan futbol milli maçının rövanşını seyretmek üzere Bursa’ya geldi. Sarkisyan gelmek için provokatif bir şart öne sürdü; Stadyum içinde ve dışında Azerbaycan bayrağının açılmayacaktı. Bu yüzden Abdullah Gül’ün talimatıyla Bursa’da polis terör estirdi. Polisler gördükleri bütün Azerbaycan bayraklarını topladılar, yerdeki koli kutularına konanlar da oldu. Türkiye’ye nota veren Azerbaycan  buna Türkiye bayraklarına ülkesinde misilleme uygulamaları ile cevap vermeye başladı. Ayrıntıları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Türkiye Büyük Millet Meclisine görüşülmek üzere gönderilen Ermenistan protokolü, Azerbaycan’ın Hükümeti, Devlet kademesi ve halkının büyük tepkileri üzerine Meclis gündemine alınamadı. Ayrıca Recep Tayyip Erdoğan 2 kez Bakü’ye giderek Ermenistan Azerbaycan ile anlaşmadıkça sınırların açılmayacağı sözünü verdi. Ayrıntıları okumak için lütfen tıklayın.

Sonuçta, Türkiye’nin Azerbaycan ile ilişkileri düzelirken Amerika ile ilişkileri yara aldı. ABD, Başkan Wilson’un 1918’de hazırladığı Ermenistan haritasının Türk Ordusunun Doğu Harekatı sonucu çöpe atılmasından sonra bir kez daha fiyasko yaşamış oldu.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eşbaşkanlığı görevlendirmesi

28 Temmuz 2004’te dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a, Tahran’da “BOP’da ortak hedef olarak İran gösteriliyor. Bu konu gündeme geldi mi?” diye soruldu. Erdoğan soruyu: Şu anda demokratik ortak olarak geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi içinde, bu projenin eşbaşkanları olarak Türkiye, İtalya ve Yemen yer alıyor. Bu ülkelerde demokrasi, özgürlükler, egemenlik ve ekonomik kalkınma konularındaki gelişmeleri izleyeceğiz. Elimizden ne geliyorsa, bunu bölge barışı için, bölgenin refahı ve mutluluğu için yerine getirme gayreti içinde olacağız” diyerek yanıtladı.

Bundan 1 yıl sonra dönemin ABD Başkanı Bush’la görüşmesinin ardından Erdoğan şunları anlatıyordu: “Başta Kıbrıs, Ortadoğu, İsrail-Filistin, Irak, bunun yanında Suriye, İran, Afganistan, Geniş Ortadoğu Projesi’ndeki çalışmaları görüşme fırsatımız oldu…Sea Island sürecinde Türkiye, İtalya ve Yemen geniş Büyük Ortadoğu Projesi’nde demokratik ortak olarak bir görev üstlendive bu görevle birlikte eş başkanlık, bu üç ülkeye verildi. Buradaki hedef reformlar, demokratik sürecin hızlandırılması ve demokrasiye geçiş, insan hakları, hukukun üstünlüğü, baskıcı rejimlere yönelik takınılması gereken tavırlar, bunun yanında teröre karşı ortak bir mücadele, güvenlik konusu ve bir de bu ülkelerin kalkınmasına yönelik atılacak adımlar. Şu anda Türkiye bu istikamette çalışmalarını sürdürüyor. Şu anda Ortadoğu coğrafyası üzerindeki ülkelere yapmış olduğumuz ziyaretler ve onlarla yapmış olduğumuz görüşmelerde, bu konulara özellikle yaptığımız vurgular, hep bunun açık, net örnekleridir. Bir Suriye, bir Ürdün, bir Lübnan, Kuzey Afrika ülkeleri, Fas, Tunus, bunlara yaptığımız ziyaretler, hepsi bunun birer adımıdır ve bu da devam edecek… Aynı şekilde yine geleceğe yönelik olarak söylüyorum, geniş Ortadoğu Projesi’ne yönelik takındığımız tavır, Geniş Ortadoğu Projesi bir hayır mıdır, evet midir? Bu nelere rağmen denmiştir. Bunları artık göreceksiniz.”

Libya’ya askeri müdahale

Libya’da darbeyle yönetimi ele geçiren ve 42 yıl yönetimde olan Başkan Muammer Kaddafi’yi devirmek amaçlı BOP çerçevesinde iç  karışıklıklar çıkarıldı. 19 Mart 2011’de karışıklığı düzeltme amaçlı operasyon başlatıldı. Libya Başkanı Muammer Kaddafi, ABD Başkanı Barack Obama’ya operasyon öncesinde şunları yazmıştı: “Oğlumuz Sayın Barack Hüseyin Obama’ya. Sana daha önce de söyledim. Allah korusun Libya ile ABD savaşa girse bile sen bizim oğlumuz olarak kalacaksın. Bizim gözümüzdeki resmin değişmeyecek. Senden aynı imajı korumanı istiyorum. Eli silahlı El Kaide militanları senin ülkendeki şehirleri kontrol etseydi sen ne yapardın? Söyle ben de aynı yolu izleyeyim.”

Muammer Kaddafi, “Biz dostuz, arkadaşız” diye seslendiği Recep Tayyip Erdoğan’ın müdahale komplosunu boşa çıkaracağını ummuştu. Nafileydi. Son röportajını TRT’ye vererek, “El Kaide Libya’yı ele geçirirse büyük bir facia yaşanır. Türkiye olayların gerçek yüzünü öğrendiğinde tutumunu değiştirecektir” demişti. Erdoğan önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diye çıkışmış, fakat 24 saat geçmeden çark ederek İzmir’i NATO müdahalesi için ana karargâha dönüştürmüştü.

Türkiye operasyonun deniz unsurlarını içeren kısmına dördü fırkateyn beş gemi ve bir denizaltı  ile, hava unsurlarını içeren kısmına da F16’larla katıldı. 

Bu Kore Savaşından ve Kosova'ya hava harekatından sonra Türkiye’nin Amerika ile birlikte katıldığı üçüncü silahlı askeri harekat olmuştur.

BOP Türkiye ayağı – Ulus Devlet hedefte

BOP’un yol haritasında Türklüğü, Türk milliyetçiliğini, Türkçülüğü yani ULUS DEVLETİ ortadan kaldırıp yerine Türkiyeliliği, ümmetçiliği getirmek var.

İçerisinde: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti… demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.” hükümleri bulunan ve bunların değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini öngören Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ilk 4 maddesinin ve “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” tanımını içeren 66. maddesinin değiştirilmesi tartışmaya açıldı.

Ekim 2013’de “Türküm…Ey Büyük Atatürk!.. Varlığım Türk varlığına armağan olsun… Ne mutlu Türküm diyene!” ifadelerini içeren ilkokullarda öğrencilerin her gün dersler başlamadan önce topluca söyledikleri “Öğrenci Andı” okumalarına son verildi.

Recep Tayyip Erdoğan aşağıda örnekleri verilen sözleriyle stratejiyi belirlemekteydi:

⇒Şubat 2013’de; “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız. Kuru milliyetçilik yok

⇒Ağustos 2014’de;  Müslüman, Hristiyan, Musevi, Süryani, Ezidi’den önce Türkiyeli vardır. Alevi’den, Sünni’den önce Türkiyeli vardır. Türk, Kürt, Arap, Laz, Gürcü, Boşnak, Çerkez, Roman, Pomak’tan önce, Rum, Ermeni’den önce Türkiyeli vardır.”

⇒Aralık 2017’de; “Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet, Bizim Güvenlik Stratejimiz…” (Türk milleti, Türk Bayrağı, Türk Vatanı, Türk Devleti yerine)

⇒Temmuz 2019’da; “…şunu unutmayın ki bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok” (Millet yerine ümmet kavramı)

Atatürk hedefte

BOP’un yol haritasının diğer bir aşaması olarak da akla hayale gelmeyecek iftiralarla Atatürk  Türk milletinin gözünden düşürülmeye çalışıldı. AKP mensupları ve yandaş medya da buna katıldı. Atatürk’ün mason, dinsiz/din düşmanı olduğu, anlı şanlı Osmanlı imparatorluğunu yıktığı, Latin harflerine geçerek milleti cahilleştirdiği, İskilipli Atıf’ı şapka giymediği için astırdığı, 1. Dünya savaşında Filistin’i kaybettirdiği, Kurtuluş savaşı sırasında Azerbaycan’ı ve Batum’u sattığı, Dersim’de katliam yaptığı, ülkeyi içki sofralarından yönettiği, Mehmet Akif’in ona karşı olduğu gibi iftiralar bu sayfalarda tek tek çürütülmüş, Anıtkabir’in mason tapınağı ile ilgisi olmadığı “ilk kez” bu sayfalarda kanıtlanmıştır: OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Atatürk’ü silmeyi başaramadılar. Tepki olarak bütün aklı başında ülke insanları Atatürk’e daha da fazla sarıldılar, sahip çıktılar.  Ancak Fetocular dahil şeyhleri, hocaefendileri tarafından beyinleri yıkanmış tarikat mensupları, dinciler, eğitimsizler, dünyadan habersizlerden oluşan önemli bir kesim bu iftiralara inanmaktalar.

Devleti ele geçirin

Bu arada, Amerikan Evanjelist Hıristiyanların, Neoconların, özellikle Yahudi Neoconların (bakınız: Bu konudaki açıklamalar) Truva atı olan Saylorsburg Pennsylvania ABD’de yaşayan Fethullah Gülen, müridlerine Türkiye’nin bütün Anayasal kurumlara sızma ve oraları ele geçirme talimatları vererek BOP’un ona tayin ettiği görevi yerine getirmeye başlıyordu.

Üniversitelere, askeri okullara giriş, devlet memuriyet sınav sorularını önceden örgütten alan müridler Fetonun talimatlarını yerine getiriyorlardı. Adalet, emniyet güçleri, ordu, bütün devlet daireleri, belediyeler Fetocuların eline geçmeye başlıyordu. AKP iktidarı, yurtseverlerin bütün uyarılarına rağmen, BOP gereği, bütün bunlara göz yumuyordu. Fethullah Gülen ve Fetocuların ne olduklarını açıklayan diğer yazılarla birlikte 7 yıl önce yukarıdaki video bu sayfalarda yayınlanıyor ve soruluyordu ki; SAVCILAR NE YAPIYOR?  OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Türk Ordusuna kumpaslar

BOP’un yol haritasının bir diğer önemli bir aşaması Türk ordusunun zayıflatılması, defterinin dürülmesi, BOP aşamalarına müdahale edemez hale getirilmesiydi. Fetocular sahte delil üreterek ve gizli tanıklar yaratarak Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy ve Askeri Casusluk davaları gibi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) personeli hakkında 2008 ile 2012 yılları arasında 20’ye yakın kumpas (hile, düzen) davaları açtırdılar ve mahkum ettirdiler. Erdoğan “Ben bu davanın savcısıyım diyerek” ortakları Fetoculara destek verdi.

Fetocu subaylar, bu zaman içerisinde tasfiye edilen subayların yerlerine gelerek 15 Temmuz darbe girişiminin yolunu açmışlardır. Diğer yandan kumpas davalarını takiben Fetocu gençlerin askeri okullara ve teğmen rütbesiyle TSK’ya sızması da önemli ölçüde artmıştı. Davalar TSK yapısında büyük hasarlar meydana getirdi. Ordudaki Fetocu subayların 15 Temmuz 2016 kalkışması sonucu TSK yapısında hasarlar daha da büyüdü.

Dinleme, kaset ve 15 Temmuz 2016 olaylarından sonra AKP iktidarının nihayet aklının başına gelmesiyle, kumpasların anlaşılmasından sonra mahkeme kararlarında kumpas davalarının yabancı istihbarat servisleriyle emniyet içindeki FETÖ mensubu polisler tarafından birlikte hazırlandığı yer alabildi.

Fetoya müsamaha erimeye başlıyor

Aralık 2011’de zamanın Başbakanı’nın hem Başbakanlıktaki ofisinde hem de evinin altındaki ofisinde dinleme cihazları bulundu. Dinleme cihazlarının Fethullahçılar tarafından Kasım 2011’de, dinleme kayıtlarının ilerde işlerine yarayabileceği düşüncesiyle, yerleştirildiği anlaşıldı. Bunu üzerine AKP Hükûmeti, Fetocularla BOP ortaklığını sonlandırmaya karar verdi.

Devlete büyük ölçüde hakim olmuş Fetocuların karşı hamlesi  2012 Şubat ayında İstanbul’da savcılığın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı PKK  terör örgütüyle yapılan gizli görüşmeler nedeniyle ifadeye çağırması oldu. AKP iktidarının jet hızıyla çıkarttığı yasayla Fidan’ın savcılığa gitmesi önlendi. Fidan savcılığa gitseydi, belli ki tutuklanacak ve vatana ihanetten yargı karşısına çıkarılacaktı.

Hükümet karşı hamle olarak Fethullahçıların dershanelerini kapatmaya karar verdi. Bu Fetocuların çok büyük gelir kaybına neden olacaktı. Fetocular ellerindeki bütün medya gücüyle iktidara karşı kara propagandaya başladılar.

Fetocuların karşı hamlesi ile 17 Aralık’ta 2013’te aralarında iş adamları, banka genel müdürü, belediye başkanı, üç bakan oğullarının da bulunduğu 80’den fazla kişi gözaltına alındı ve bunların 24’ü tutuklandı. Polis operasyonu sırasında banka genel müdürünün evinde ayakkabı kutuları içine saklanmış 4.5 milyon doların, bakan oğlunun yatak odasından para sayma makinelerinin çıktığı açıklandı.

Sonrasında yargı ve emniyet içerisindeki Fetocular ile Fetoya bağlı olamayanlar arasında sürekli çatışmalar yaşandı. Hükümet nihayet varlığını kabul edebildiği ve “Paralel Yapı” olarak adlandırdığı Fetocuları tasfiye etmeye başladı.

25 Şubat 2014’de yolsuzluklarla ilgili ses kayıtları internete düştü.

Amerika’nın Kanal İstanbul Projesi

Kanal İstanbul, Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilk kez Nisan 2011’de açıklanmış olan, İstanbul’un Avrupa yakasında Karadeniz ve Marmara’yı yapay bir suyolu ile bir birine bağlama projesidir.

Emekli Amiral Türker Ertürk anlatıyor: “Kanaatim o ki; Kanal İstanbul projesi ülkemiz dışından belli amaçlara yönelik olarak sufle edildi… Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tartışılması ve masaya gelmesi durumunda Türkiye, güvenliği ve boğazlar üzerindeki egemenliği açısından, kazanımlarını çok büyük bir oranda kaybedecektir… ABD Deniz Kuvvetleri; Karadeniz’de uçak gemileri ve nükleer denizaltıları da dahil olmak üzere, hiçbir sınırlamaya tabi olmadan, devamlı olarak konuşlanmak istemektedir… ABD; Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden memnun değildir ve değişmesini istemektedir. Bu maksatla uygun ortamı kovalamaktadır. Hiç tereddüt yok ki bu proje; dışarıdan yerli aracılar vasıtası ile Erdoğan’a iletilmiş ve ikna edilmiştir. Esas amacı; Montrö Sözleşmesinin diplomasi masasına gelmesi için doğal şartları hazırlamak ve bu Sözleşme’nin Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine getirdiği kısıtlamaları kaldırmaktır.”

ABD Türkiye’yi iyice gözden çıkarıyor

Bu sayfalarda yıllarca Feto ve Fetocular olarak adlandırılanlar, 15 Temmuz 2016 Feto kalkışmasından sonra nihayet resmi açıklamalarda Fetö (Fetullah Terör Örgütü) olarak anılmaya başlandılar.  Feto konusunda  ABD’yi suçlamaya başlayan AKP iktidarı seçimlerde oy kaygısıyla önce terör örgütü PKK ile mutabık kaldığı Oslo Anlaşmasını, Kürt çözümünü ve Kürt açılımlarını dondurmuştu. Yine oy kaygısıyla Suriye konusunda da ABD’ye karşı özerk Suriye Kürt bölgesinin oluşmasını engellemeye karar verdi.

Ilımlı İslam projesinde kilit unsur teşkil eden Fethullah Gülen ve örgütünün AKP iktidarı tarafından devre dışı bırakılması ve AKP’nin Kürt politikasından geri dönüş yapması nedeniyle AKP iktidarı ABD nezdinde artık güvenilir olma niteliğini kaybetmiştir. Bunun sonucunda ABD ve Türkiye arasında artık çok büyük krizler yaşanmaya başlamıştır.

İncirlik’teki nükleer başlıklar

Türkiye’de 2016 başarısız darbe girişimi sırasında, isyancıların elindeki F-16 savaş uçaklarına yakıt ikmali yaparak İstanbul ve Ankara’yı tehdit etmelerine olanak veren tankerler İncirlik’ten kalkmıştı. Erdoğan rejiminin buna yanıtı üssün elektriğini kesmek ve komutanını gözaltına almak oldu. Bu Washington’da silahlarının güvenliği ve Türkiye ile ilişkiler gerginleştiğinde bu silahların rehin alınması riski konusunda alarm zillerinin çalmasına yol açtı.

İncirlik Üssü’ne üst düzey yetkililer yollandıysa da bombaların çekilmesine gerek olmadığı sonucuna varıldı. Nükleer savaş başlıkları sadece bir kod kullanılarak aktif hale getirilebiliyor ve saklandıkları kasalar elektrik kesintisi durumunda kendiliğinden kilitleniyordu. Bu da Amerikan güçlerine, gerektiğinde üsse askeri güç kullanarak ulaşmak için zaman sağlıyordu. Amerika yine de bombaları üsten gizlice kaçırıp yerine kuru sıkı başlıklar takmayı düşündü. Amerikan taktik nükleer silahlarının maliyeti yılda 1 milyar dolar. Konu Avrupa ülkelerinde tartışılmakta.

Sıra Suriye’de

BOP’a göre, Irak işgali ve Kürt devletinin kurulmasından sonra sıra Suriye’ye gelmişti. AKP iktidarı da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad rejimini devirme yanlısı idi. Şam’da Emevi Camii’nde Namaz Kılacağız” havalarındalardı. BOP’a uygun olarak başlatılan ve sürdürülen Arap Baharı çerçevesinde Nisan 2011’de Suriye’de ayaklanma ve iç savaş çıkarıldı. AKP iktidarı, Suriye’deki ayaklanmayı Esad’ın seküler ve Arap milliyetçisi diktatörlüğünü kendi siyasal İslam modeline daha yakın bir liderlikle değiştirme fırsatı olarak gördü. Esad’ın Nusayri olmasının da önemli bir eksi puan olduğu kabul ediliyordu.

Suriye’de kimler var?

Suriye Ordusuİktidardaki Beşşar Esad rejiminin ordusu
Özgür Suriye Ordusu
Türk ordusuyla harekatlara katılan rejim muhalifi silahlı sünni grup
Suriye Ulusal Konseyi
Özgür Suriye Ordusunun siyasi kanadı
İslami Cephe
Yedi grubun birleşmesiyle oluşan rejim muhalifi sünni grup. Katılımcı gruplar; Tevhid Tugayı, Selefi Ahraruş Şam, Liva el-Hak, Sukûr el-Şam, Ceyşul İslam, Ensar el Şam, Kürt İslam Cephesi
IŞİD – Irak Şam İslam Devleti: 
Ağırlıklı olarak Irak ve Suriye’de etkinlik gösteren, bu bölgede hilâfet devleti kurmak amacıyla güvenlik güçlerine ve sivillere karşı eylemler yapan yasa dışı, silahlı ve ele geçirdiği topraklardaki meşruluğu hiçbir ülke tarafından tanınmayan Selefi (İbn-i Teymiye’nin görüşlerine bağlı İslâm inanışı mezhebi) cihatçı örgüt
El Kaide
Dünya çapında faaliyet gösteren İslamcı, cihatçı terörist örgüt
El- Nusra
Silahlı radikal, cihatçı, İslam Devleti kurma amaçlı Selefi örgüt
PYD -Kürt Demokratik Birlik Partisi (Partiya Yekîtiya Demokrat)

YPG – Kürt Halk Koruma Birlikleri (Yekîneyên Parastina Gel), PYD’nin askeri kanadı
SDG: Suriye Demokratik Güçleri – ABD Ordusu’nun kıdemli subayı ve Amerika Birleşik Devletleri Özel Harekat Komutanlığı eski komutanı General Raymond Anthony Thomas’ın PYD/PKK’yı gizlemek için kurduğu silahlı güç. General Thomas’a göre 15 binini çok iyi eğitip donattıkları 38 bin YPG savaşçısı var. Kişi başına 400 dolar maaş veriliyor. Ama örgüt, savaşçıların maaşının 200 dolarına el koyuyor. Ayrıca örgüte, Suudi Arabistan’a ulaştırılan Suriye petrolünden bir miktar muhafızlık payı da veriliyor.
Amerikan askerleri El Ömer petrol sahasında YPG’ya destek veriyorlar.
Rus silahlı kuvvetleri Tartus ve Hımeymim askeri üslerinden Suriye rejimine büyük miktarda subay,  asker, uçak, helikopter, gemi, tanklarla destek veriyorlar.
İran askeri ve diğer alanlarda uzmanlar ile Şam havaalanında Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugayı’nın bir bölümünü oluşturan düzenli ve seçkin askeri birlikleri, İran’a bağlı yerli silahlı milis güçleri.
Türk askeri

Kim ne yaptı?

Esad rejiminin dostları, yani Rusya ve İran, Ankara’nın Suriye’deki sonradan yeterince güçlü olmadıkları anlaşılan müttefiklerini ve AKP iktidarının vizyonunu püskürtmeyi başardılar. Ankara da, Rusya askeri varlığını ve İran’ın bölgedeki Hizbullah gibi müttefiklerini dengelemek için  radikal savaşçıların Türkiye üzerinden Suriye’ye geçerek Şam yönetimi ve müttefikleriyle mücadele etmesine göz yumdu. Ankara’nın planına göre Esad düşerse iyi çocuklar olarak gördüğü yani Ankara’nın desteklediği isyancılar yönetimi devralıp “kötü çocukları” yani cihatçıları temizleyecekti. Ama bu hatalı bir hesaptı. Suriye’ye geçen kötü çocukların en azından bazıları Ankara’nın gözleri önünde IŞİD’in saflarına katıldılar.

Bu dar görüşlü vizyonla IŞİD’in yükselmesi Pentagon içerisindeki Ankara’ya negatif bakışı daha da güçlendirdi. Ankara ise Şam’daki düşmanını saf dışı bırakmaya yeterince destek vermediği için Amerika’ya içerliyordu.

2014 yılında Pentagon IŞİD’le mücadelede, Kuzey Suriye’de 2003 yılında kurulmuş olan Kürt PYD/YPG  ile işbirliği yapmaya başladı. Türkiye’nin baş düşmanı PKK’nın Suriye uzantısı ve ABD müttefiki olan PYD/YPG, ABD ordusunun hava koruması altında Kuzey’de kendilerine ait, petrol kuyuları olan, büyükçe bir Kürt bölgesi elde ettiler. Böylece Türkiye’nin güney komşu toprağı Kürtlerin eline geçmiş oldu. Irak Kürtleri gibi Suriye Kürtleri de otonom devlet olduktan sonra New York senatörü Charles E Schumer’e göre sıra İran ve Türkiye’deki Kürdistan parçalarına gelecekti.

Rahip Brunson krizi

Eylül 2016’da İzmir Diriliş Kilisesi Rahibi ve ABD vatandaşı Andrew Craig Brunson’un milli güvenliği tehdit eden faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla, eşi Norine Lyn Brunson ile birlikte sınır dışı edilmesine karar verildi. 20 yıldır Türkiye’de yaşayan Brunson çifti, İzmir Mimar Sinan Mahallesi’ndeki evlerinden alınarak Göç İdaresi’ne teslim edildiler. Bu arada bir gizli tanığın Brunson aleyhine savcılıkta ifade vermesi üzerine Evanjelik Rahip Brunson, Gülen ve PKK bağlantılı olduğu gerekçesi ile tutuklandı. “Devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal veya askeri casusluk amacıyla temin etmek” suçlamasıyla toplamda 35 yıla kadar hapsi istendi.

Gizli tanıklara göre: Brunson dini faaliyetler kılıfı altında, eski kilise çalışanları üzerinden Didim’de de çalışmalar yürütmüştü. Brunson’un oluşumu içerisinde yer alanlarla eşi Norine Lyn Brunson Alevi ve dar gelirli Kürt vatandaşları etkileyerek kendi amaçları doğrultusunda hareket etmelerini sağlamak kastıyla ayinler düzenlemişti. Söz konusu kişiler Türkiye’yi etnik olarak ayrıştırmaya çalışmışlardı. Brunson Türkiye’yi etnik olarak ayrıştırmada önemli rol oynayacak sinerjiyi oluşturmaya yönelik çalışmalar yapmıştı. Daha önce Rahip Brunson’un kilisesinde görev yapmış Bedroz isimli bir papaz ve Norine Lyn Brunson yeni bir oluşum üzerinde çalışıyorlardı. Bedroz’un kendilerini Pazar günleri saat 11.00’de Didim Alevi Bektaşi Kültür Derneği ve Cem Evi’nde ayin yaptıklarını belirterek davet ettiğini belirten tanık, amaçlarının farklı olduğunu anlamaları üzerine davete katılmadıklarını söyleyerek şu ifadeleri kullandı: “Bu şahısların bulundukları yerde nüfus kitlesine göre hareket ettiğini, Didim’de hedef kitlelerinin Süryaniler, Kürt görünümlü Ermeniler, Aleviler, dar gelirli Kürt vatandaşlar olduğunu gördüm. Didim Türkiye’de kurtarılmış bir bölge olarak yabancılar tarafından addedilir. Ayrıca şu an ismini hatırlayamadığım bir profesör de ‘Gezi Olayları’ sırasında Alevilik üzerine 11 seans konferans vermişti ve burada üstü kapalı olarak Aleviliğin bir isyan hareketi olduğundan bahsederek, sanki gezi olaylarına psikolojik temel oluşturuyordu. Bu konferanslar Avrupalıların finanse ettiği bir Alevi Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmişti. Bir vatandaş olarak gördüğüm manzara ve faaliyetler daha çok Türkiye’deki etnik yapının ayrıştırılması konusunda paralellik arz ediyordu.”

28 Eylül 2017’de Recep Tayyip Erdoğan “bir papaz sizde var bir papaz da bizde” diyerek ABD’den Brunson’u serbest bırakma karşılığında Fetullah Gülen’i istedi.

Yukarıda anlattığımız gibi Amerika Osmanlı döneminde başlattığı Anadolu’da misyoner faaliyetlerine çok önem veriyor, kesintiye uğramasını kabul etmiyordu. Rahip Brunson’da bu açıdan Amerika için çok önemliydi. 37 ABD Senatörü ve 78 ABD Kongre üyesi Erdoğan’dan yazıyla rahibin serbest bırakılıp Türkiye’den çıkmasına izin verilmesini istediler.

16 ay boyunca iddianamesinin hazırlanmasını hapiste bekleyen Brunson, 16 Nisan 2018’de FETÖ/PDY üyeliği ve yöneticiliğinden ömür boyu hapis cezası istemiyle mahkemeye çıktı.

19 Nisan 2018’de ABD Başkanı Trump “Papaz Brunson Türkiye’de zulme uğruyor” dedi ve hemen ardından ilk yaptırım uyarısı ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell’dan geldi. Mitchell Brunson’ın serbest bırakılmaması halinde, ‘Türkiye için sonuçları olabilir” tehdidini yaptı. Bir gün sonra iki senatör yaptırım için çalışma başlattı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, rahibin serbest bırakılması için Washington’dan gelen çağrılara hukuki sürece müdahale edilemeyeceği ve mahkemenin sonucunun beklenmesi gerektiği yanıtını verdi.

28 Mayıs 2018’de Trump: ”Brunson masum. O casus ise ben ondan da casusum. Türkiye’de yargılanması devam ediyor, ama yargı süreci de pek yargı süreci değil. Türkiye’dekilerle bu konuda bir şey yapılması için konuşuyoruz. Rahip Brunson, umarım bizi duyabiliyorsunuz, bir noktada size yardım edeceğiz. Bunun üzerinde uzun zamandır çalışıyoruz” dedi. Bundan sonra F-35 savaş uçaklarının teslimatı konusu ABD’de Brunson ile birlikte anılmaya başlandı.

18 Temmuz 2018’de Başkan Trump Twitter üzerinden Brunson’un tahliye talebinin reddedilmesini ‘rezalet‘ olarak tanımladı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çağrıda bulunarak, Brunson’ın serbest bırakılmasını istedi. Türkiye’de dolar kuru yükselmeye başladı. Ertesi hafta Brunson ev hapsine çıkarıldı. ABD bunun yeterli olmadığını açıkladı. Ertesi gün ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile hemen ardından Başkan Trump’tan peş peşe yaptırım açıklamaları geldi. Pence, “Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye hükümetine ABD Başkanı Trump adına mesajım var: Pastor Andrew Brunson’u hemen serbest bırakın ya da sonuçlarına katlanmaya hazır olun” ifadelerini kullandı. Pence, “ABD, Türkiye’ye karşı bazı ekonomik yaptırımlar uygulayacak” dedi. Trump da Twitterde “ABD, harika bir Hristiyan, aile babası ve harika bir insan olan Rahip Andrew Brunson’ın uzun süreli tutukluluk hali sebebiyle Türkiye’ye geniş yaptırımlar uygulayacak. Brunson çok acı çekiyor. Bu masum din adamı hemen serbest bırakılmalı” paylaşımını yaptı. Açıklamalar gündeme bomba gibi düştü. Hem siyasette hem de piyasalarda şok etkisi yarattı. Ocak’ta 3.75, Temmuz başında 4.57 olan Dolar kuru tarihi rekor kırarak 14 Ağustos’ta 6.90’a çıktı.

12 Ekim 2018’de Brunson’un 4. duruşmasında tanıklar ifadelerini değiştirdiler, böylece Rahip mahkemece serbest bırakıldı ve Trump tarafından karardan önce gönderilmiş, İzmir’de beklemekte olan özel bir uçak ile Türkiye’den ayrıldı. Uçağın Türkiye Hava sahasının dışına çıkmasından hemen sonra yaptığı açıklamada Trump “Onu tekrar yanımızda görmekten onur duyuyoruz. Çok çekti” dedi.  Brunson’u Beyaz Saray’da ağırlayan Trump, Twitter mesajında Türkiye ile “hiçbir anlaşma yapmadıklarını” söyledi “Rehineler için anlaşma yapmam” ifadelerini kullandı.

ABD’li basın kuruluşu ABC News’e göre, ABD Başkanı Donald Trump Amerikalı Pastör Andrew Brunson’ın serbest kalmaması durumunda tüm Amerikan diplomatların Türkiye’den çekilmesi yönünde bir plan hazırlamıştı. Washington’un üzerinde çalıştığı diğer seçenekler arasında Türk iş dünyasına ve yetkililere yönelik yaptırımların artırılması da vardı. Haberde “Türkler her düzeydeki öfkeyi açıkça gördüler. Eğer Erdoğan Brunson’ı Ekim’deki duruşmada serbest bırakmasaydı, her şey ortaya dökülecekti. Yaptırımlar, diplomatları çekme, her şey masada olacaktı. Her türlü diplomatik baskının masada olduğu mesajı açıkça verildi” deniliyordu.



Suriye Operasyonu krizi

Türkiye, Suriye’de güvenli bölge oluşturma önerisini 2012’den beri gündeme getiriyordu. Ancak bu öneriye, hem eski ABD Başkanı Barack Obama hem de halefi Donald Trump sıcak bakmıyorlardı. ABD ile sürdürülen görüşmeler sonucu nihayet Eylül 2019’da Türkiye, Suriye’nin kuzeydoğusuna bu amaçla bir operasyon/harekat başlatma olanağı bulacaktı. ABD Başkanı Trump Twitterdeki bir dizi paylaşım ve sözlü açıklamalarla: Türkiye’nin kendisinin harekat için belirlediği sınırları aşması durumunda ülke ekonomisini daha önce Brunson olayında yaptığı gibi tamamen mahvedeceği, Türkiye’nin insancıl olmayan uygulamalar yapması halinde ekonomisinin büyük zarar göreceği tehditlerinde bulundu.

Trump’un Tweet paylaşımları: “Daha önce de açık bir şekilde söylediğim gibi, tekrar ediyorum, eğer Türkiye benim müstesna ve eşsiz bilgeliğimle belirlediğim sınırların dışına çıkarsa (daha önce yaptığım gibi) Türkiye ekonomisini mahvederim. Türkiye, Avrupa ve diğerleri ile birlikte IŞİD savaşçıları ve ailelerine nezaret etmek zorundalar. ABD IŞİD halifeliğini tamamen ele geçirme dahil kendisinden beklenebileceklerin çok daha fazlasını yerine getirdi. Bazıları çok zengin olan bölge ülkelerinin kendi topraklarını koruma vakti geldi. ABD muhteşemdir“.

Kürtler bizimle savaştı ancak bunu yapmaları için onlara yüklü miktarda para ödendi ve teçhizat verildi. (Kürtler) On yıllardır Türkiye’ye karşı savaşıyorlar. Bu savaşı 3 yıl boyunca engelledim ancak bizim için bu saçma, çoğu aşiret kaynaklı, sonu gelmez savaşlardan uzaklaşmamızın ve askerlerimizi eve geri getirmenin artık zamanı.”

Devamında Trump’un açıklamaları: “Türkiye’ye, ABD’nin Suriye’de insancıl olmayan bir uygulama görmesi durumunda ekonomilerinin büyük zarar göreceğini söyledim“.

Trump, Erdoğan’a Suriye’de görevli ABD’lilerin incinmesi durumunda da ‘büyük bir sorunları’ olacağını ilettiğini kaydetti. Trump ayrıca aldığı Suriye’den çekilme kararıyla kimsenin tarafını seçmediğini de belirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la iyi bir ilişkileri olduğunu kaydeden Trump, “Erdoğan’a IŞİD’liler sizin sorumluluğunuz dedim” dedi.

Türkiye’de oy açısından kan kaybetmekte olan AKP iktidarının kamuoyunun gözünü boyayabilmesi için Trump, bir miktar güvenli bölgenin Türklere bırakılmasına, Kürtlere fazla dokunmaması şartıyla onay vermişti. Bir diğer şart; Kürtlerin elinde olan Suriye’nin petrol yatakları, Türklerin istediği güvenli bölgenin güneyinde kalacaktı. Trump’un bahsettiği sınır buydu.

Türk ordusunun söz konusu şartlara uyması için başka tehditler de geldi. Örneğin Pentagon olarak da bilinen Amerikan Savunma Bakanlığı yazılı açıklamada Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine planladığı operasyonu hiçbir şekilde onaylamadığı ve Amerikan ordusunun da desteklemediğini belirtti. Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham bu kararın basına yansıdığı şekliyle olması halinde “felakete mahkum” olduğunu belirtti ve söz konusu planın hayata geçirilmesi halinde, Senato’da kararın iptal edilmesini isteyen bir karar çıkartacaklarını söyledi ve ekledi “Türkiye’nin Suriye’ye adımını atması halinde, ordusu ve ekonomisine yaptırım uygulanması için elimden gelen her şeyi yapacağım“. ABD’nin eski BM Büyükelçisi Nikki Haley #TurkeyIsNotOurFriend (Türkiye dostumuz değil) etiketiyle birlikte paylaştığı Twitter mesajında, “Eğer arkamızı kollamalarını istiyorsak, her zaman müttefiklerimizi desteklememiz gerekir. Kürtler, Suriye’de IŞİD’e karşı başarılı mücadelemizde kilit rol oynadı. Onları ölüme terk etmek büyük bir hata” dedi. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo  ABD Başkanı Donald Trump’ın “gerekirse güç kullanabileceğini” söyledi. Pompeo, “Barışı savaşa tercih ediyoruz. Ancak askeri tutum almak gerekirse, Başkan Trump’ın buna hazır olduğunu bilmelisiniz” dedi.

16 Ekim 2019’da New York Federal Savcılığı, “ABD’nin İran’a yönelik yaptırımlarının delinmesinde yardımcı olduğu” gerekçesiyle Halkbank hakkında iddianame hazırladı. Ertesi gün ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’na başlamasının ardından Demokrat Senatör Chris Van Hollen ile birlikte hazırlamış olduğu Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin ABD’deki mal varlığının tespitini içeren rapor hazırlanması öngörülen  yaptırım tasarısını ABD Kongresi’ne sundu.

ABD’den gelen ateşkes çağrılarını Türkiye reddediyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Asla ateşkes ilan edemeyiz” sözleri ile Suriye’nin kuzeyinde güvenlik bölge oluşturmak istediklerini tekrarlıyordu.

Ateşkes

Aynı gün ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo 17 Ekim’de Ankara’ya gelerek Türkiye’nin harekatı durdurması karşılığında ABD’nin Türkiye’ye yeni bir yaptırım uygulamayacağı sözünü verdiler. Bunun üzerine ateşkes ilan edilerek harekat sonlandırıldı.

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinin ardından basın açıklaması yaparak  Türkiye ABD ile Suriye’de ateşkes için anlaştığı için ABD’nin Türkiye’ye yaptırım uygulamayacağını ifade etti ve ekledi: “ABD Başkanı Trump net bir şekilde ifade etti, bugün ateşkes olmasaydı Türkiye’ye çok büyük yaptırımlar gelecekti“.

Ateşkes ilan edilmesini yorumlayan Trump ise abukluğunu, sabukluğunu sürdürüyordu.  Türkiye’nin Suriye’de Kürt grupların kontrolü altındaki bölgelere yönelik operasyonunu “okul bahçesinde kavga eden iki çocuğa” benzeterek “Ben biraz kavga etmeleri gerekiyor dedim. Okul bahçesindeki iki çocuk gibi kavga etmelerine izin vereceksiniz, sonra da ayıracaksınız. Birkaç gün kavga ettiler ve oldukça şiddetliydi Biz oraya gittik ve bir ara vermelerini istedik. Kürtler müthişti. Biraz geri çekilecekler” diyordu.

İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Okul bahçesinde iki çocuğun kavga etmelerine izin vermek ne demek? Ne hasta bir zihniyet. ABD’nin Suriye eski özel temsilcisi Brett McGurk da Trump’ın “kavga eden iki çocuk” benzetmesini “ayıp ve cahilce” şeklinde niteledi.

Trump ateşkesten 4 gün sonra Suriye’de ateşkese uyuluyor, ufak çatışmalar devam ediyor. Kürtlere 400 yıl boyunca bölgede kalacağız diye bir söz vermedik. Eğer Türkiye uygunsuz davranırsa yaptırımlar ve vergiler uygularız. Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin Suriye petrolünden elde edilecek gelire, nakit akışına erişimlerinin olması için bir şeyler düşüneceğiz dedi.

Harekat sonucu Türk ordusu 911 km. uzunluğundaki Suriye sınırında sadece Resulayn ve Tel Abyad’da 32 km derinliğinde bir bölge edinmiş oldu.

Bir zehir zemberek mektup daha

Ertesi gün, 18 Ekim’de ABD Başkanı Donald Trump’un Türkiye Cumhurbaşkanına gönderdiği 9 Ekim 2019 tarihli zehir zemberek bir mektup ortaya çıktı. Beyaz Saray’dan sızdırıldığı anlaşılan, tarafların varlığını kabullendikleri mektubunun tam metni:

Sayın Cumhurbaşkanı:
Hadi iyi bir anlaşma üzerinde çalışalım. Siz binlerce kişinin katledilmesinin sorumlusu olmak istemezsiniz, ben de Türk ekonomisini tahrip etmek istemem, ki yaparım. Yapabileceklerimin küçük bir örneğini Rahip Brunson konusunda zaten size göstermiştim.
Sizin sorunlarınızdan bazılarını çözmek için çok çalışıyorum. Dünyayı hayal kırıklığına uğratmayın. İyi bir anlaşma yapabilirsiniz. General Mazlum (Şahin Cilo adlı PKK’lı) sizinle müzakere yapmak istiyor, geçmişte hiçbir zaman yapamayacakları pek çok tavizi vermeye razı. Yeni elime geçen, bana hitaben yazdığı mektubu ekte size özel olarak gönderiyorum.
Eğer bunu doğru ve insani şekilde yapabilirseniz, tarih size olumlu bakacaktır. Eğer iyi şeyler olmazsa sizi sonsuza kadar şeytan olarak görecektir. Sert bir adam olmayın. Aptal olmayın.
Sizi daha sonra arayacağım. Saygılarımla,

Bu, Türkiye-ABD ilişkilerinde önceki bölümlerde bahsettiğimiz Johnson’un mektubundan sonra bilinen ikinci tehdit mektubudur, üstelik bu seferki diplomatik nezaket kurallarını hiçe saymıştır, küstahlıklarla doludur. Ankara ise ABD’nin bu ve diğer terbiyesizliklerini yutmayı sürdürüyor.

NATO’nun sonuna mı geliniyor?

Ankara NATO’dan Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü YPG’ye karşı verdiği mücadelede daha fazla destek istedi. Ayrıca NATO’nun “PYD/YPG’nin, terör örgütü PKK’nın uzantısı olduğunu” kabul etmesini de istedi. ABD ve diğer üye ülkeler buna sıcak bakmadılar. ABD isteği veto etti. ABD’nin vetosu üzerine NATO’nun pek çok Avrupalı üye ülkesi de bu konuda Washington yönetimi ile aynı çizgide davranıyor. Bunun üzerine Ankara da, NATO’nun bir Rus saldırısı olduğu takdirde Polonya, Litvanya, Letonya ve Estonya’nın korunması için hazırlanan askeri planı veto edeceğini bildirdi. Ancak 2019 Aralık ayı başında Londra'da düzenlenen NATO liderler zirvesinde veto Erdoğan tarafından gündeme getirilmedi.  Bunun karşılığında Türkiye'nin ne aldığına ilişkin herhangi bir detay ortaya çıkmadı. Veto koyulmasına neden olan, “PYD/YPG’nin terör örgütü sayılması” konusunda ise, Londra zirvesi sonucunda yayınlanan bildiride herhangi bir ibare yer almadı. NATO Genel Sekreteri Stoltengerg, zirve sonunda yaptığı açıklamada, NATO'nun YPG'yi nasıl nitelemesi gerektiği konusunu görüşmediklerini söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Gitanas Nauseda ise, Türkiye’nin veto hakkını kullanmaması karşılığında bir talepte bulunmadığını açıkladı. “Kimse bizden bir şey istemedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gösterdiği dayanışmadan dolayı hepimiz teşekkür ettik” dedi. Türkiye'deki iktidara yakın medya, veto konusuna hiç değinmedi.

NATO’nun halini Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron açıklıyor: “Şu an yaşadığımız şey NATO’nun beyin ölümüdür. ABD, Avrupa projesine sırtını döndü. ABD ve NATO müttefikleriyle stratejik karar alma mekanizmasında bir koordinasyon yok. Bir diğer NATO müttefikimiz Türkiye, bizim ilgimizin olduğu bir alanda haber vermeden askeri harekat düzenliyor”.  

ABD Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ilişkilerini geliştirmekte. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Güney Kıbrıs Rum yönetimine askeri eğitim desteği verileceğini açıkladı. ABD Kongre Bütçe Ofisi’nden yapılan açıklamaya göre Yunanistan’a 2022-2026 yılları arasında 134 milyon dolarlık savunma desteği verilecek. Bunlara paralel olarak Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesinde, Edirne sınırına 40 kilometre uzaklıkta Dedeağaç'ta üs kurdu. Ardından Afganistan'daki bütün askerlerini çekti. Temmuz 2021'de Dedeağaç üssüne 400’den fazla tank ve zırhlı araç sevkıyatı yaptı. Bu kalıcı olarak yapılmışsa,  Türkiye’ye güvenmediğini, Irak ile Suriye'deki üsleri de göz önüne alındığında Türkiye’yi çevrelemek ve İncirlik üssüne alternatif oluşturmak istediği anlamına gelir. 


S-400 krizi

Türkiye Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın almak için Rusya ile 2017’de anlaştı.

22 Mayıs 2019’da Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu, Rusya’dan S-400’leri satın alması halinde Türkiye’ye yaptırım uygulanması yolunda çağrı yapan yasa tasarısını kabul etti.

Kongre açıklamalarında, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 satın almasının ABD Kongresi’nin Ağustos 2017’de çıkardığı Amerikanın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası – Countering America’s Adversaries Through Sanctions Act- CAATSA’nın Rusya’nın istihbarat veya savunma sektörleri ile alışveriş yapan kişi veya kurumlara yönelik yaptırım uygulanmasını öngören 231’inci maddesini ihlal edeceği ve yaptırımların gündeme gelmesi gerektiği belirtti.

6 Haziran 2019’da ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a bir mektup gönderdi. Mektupta Shanahan, Amerika’da F-35 eğitimi alan Türk pilotların 31 Temmuz’a kadar ayrılacaklarını ve program kapsamında yeni eğitim verilmeyeceğini söyledi. Shanahan, bu kararın nihai olmadığını ve S-400’den vazgeçilmesi durumunda değişeceğini vurguladı.

10 Haziran 2019’da ABD Temsilciler Meclisi, 22 Mayıs’ta Dış İlişkiler Komisyonu’ndan geçen S-400 tasarısını onayladı. “ABD-Türkiye ittifakına yönelik endişelerin ifade edilmesi” başlıklı tasarı; Ankara yönetimine S-400 kararından geri adım atma çağrısı yapıyor, Türkiye’de tutuklu bulunan ABD vatandaşlarına değiniyor ve Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanacağını ifade ediliyordu. 2 gün sonra Amerika Türk pilotlara ve bakım mürettebatına verilen F-35 eğitimini durdurma kararı aldı.

8 Temmuz 2019’da ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus “Herkesin bildiği, Türk makamlarının da bildiği gibi, CAATSA yaptırımlarını içeren tasarı Kongre’den geçti. Türkiye’nin S-400’lerle ilgili devam kararı alırsa gerçek ve olumsuz sonuçlarla karşı karşıya kalacağını söyledik. Buna F-35 programından çıkarma da dahil.” dedi.

Amerika’dan yaptırım tehditleri sürerken 12 Temmuz 2019’da S-400’lerin ilk parti teslimatı başladı. Bunun üzerine Pentagon, Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması için sürecin başlatıldığını açıkladı. F-35 bağlamında eğitim gören Türk pilotlar ABD’yi terk ettiler.

23 Temmuz 2019’da Beyaz Saray’daki “Türkiye Yaptırımları” toplantısına katılan 45 Cumhuriyetçi senatörden biri olan Lindsey Graham, Başkan Trump’ın kendisinden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nu aramasını ve ABD yaptırımlarına hedef olmamak için S-400’leri aktive etmemeleri çağrısında bulunmasını istediğini söyledi. Ardından Türkiye’nin S-400’leri aktive edilmesinin ertelemesini kabul etmesi  karşılığında Amerika CAATSA yaptırımlarını askıya aldı.

Kasım 2019'da Ankara'da S-400'lerin testlerine başlandı. Ancak S-400'ler 2021 Eylül sonu itibarıyla hala aktive edilmediği halde Rusya'dan ikinci set S-400'lerin alınması tekrar gündeme geldi. Erdoğan, ABD'de 26 Eylül 2021'de CBS kanalının "Face the Nation" adlı programında sunucu Margaret Brennan'ın "Hala bir set daha S-400 almaya niyetlisiniz gibi görünüyor?" sorusuna şu yanıtı verdi: "Bundan sonraki dönemde de kimse bizim, savunma sistemleri noktasında hangi ülkeden, ne kadar, ne alacağımıza müdahale edemez. Bunun kararını verecek olan biziz." Brennan'ın "Evet der gibisiniz" sözleri üzerine Erdoğan da "Ne demek. Tabii ki evet" dedi. Buna ABD yönetiminden hemen yanıt geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price böyle bir satın alma olmaması konusunda uyardı. Price, “Biz Türkiye’yi her seviyede ve her fırsatta Rusya’dan S-400 sistemi almaması ve ayrıca Rusya’dan askeri mühimmat almaması konusunda uyarıyoruz. Şunu net olarak ortaya koyuyoruz; Rusya’dan yeni silahların alınması CAATSA 231 yaptırımlarını yeniden devreye sokacak ve Aralık 2020’deki yaptırımlara ek kararlar gündeme gelecektir” diye konuştu. 

ABD, Türkiye'yi F-35 programından resmi olarak çıkardı

Türkiye, F-35 Müşterek Taarruz Uçağı Programı'na Ortak Mutabakat Zabtı ile ortak üretici olarak katılmıştı. Türkiye'nin Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi alması nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'yi F-35 programından çıkardı. Türkiye 1.25 milyar dolar ödediği F-35 programında kalmak için ABD'de Washington DC'nin en prestijli hukuk firmalarından biri olan Arnold & Porter'la 750 bin dolara anlaşmıştı ancak bu para da boşa gitmiş oldu.

ABD Başkanı Biden, 1915 olaylarını 'soykırım' olarak tanımladı

24 Nisan 2021'de yaptığı yazılı açıklamada "24 Nisan 1915'te Konstantinopolis'te Ermeni aydınları ve cemaat önderlerinin Osmanlı yetkililerince tutuklanmasıyla başlayarak bir buçuk milyon Ermeni bir imha harekatı dahilinde sınırdışı edildi, katledildi ya da ölüme yürütüldü. Her yıl bugün Osmanlı dönemindeki Ermeni soykırımında ölenleri hatırlıyoruz ve böyle bir zulmün bir daha yaşanmaması için taahhüdümüzü yeniliyoruz" diyerek İstanbul'dan "Konstantinapolis" olarak bahseden Joe Biden, Ronald Reagan'ın ardından 1915 olayları için 'soykırım' nitelemesini yapan ilk ABD Başkanı oldu.


ÖZET

Buraya kadar anlattıklarımızı Amerikalı ekonomist ve yazar John Perkins 2004 yılında yazdığı “Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları (Confession of an Economic Hit Man)” adlı  kitabında gayet güzel özetlemiş; Kendi otomobilini üretemeyen ülkelere borç para verip otobanlar ve yollar yaptırırız. Sonra onlara araba satarız, sonra bankalarını satın alırız, o bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine değil, bizim şirketlerin kasasına gider. Enerji santralleri, anayi alanları, limanlar, kanallar, dev hava alanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Sonunda bizim şirketlerimiz kazanır. Tabi ki, o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten bir şey kazanmaz. Ama o ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük borçtur ki, ödenmesi imkânsızdır. İşte plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider ve onlara deriz ki: Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz! O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmak için savaştığımız bölgelere gönderin. Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin! Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da çok uluslu şirketlere satın! Sosyal hizmetleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri bile ele geçiririz.

Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır.

Ancaaak….. Eğer biz başarısız olursak, devreye çakallar (İstihbarat –NSA ve CIA elemanları) girer. Çakallar hazır ve nazır bekler. Ortaya çıktıklarında devlet başkanları devrilir veya feci “kaza”larda ölürler. Eğer Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, bir şekilde çakallar da beceremezlerse genç Amerikalılar ölmeye ve öldürmeye gönderilir.

Kaynaklar:

1830 Osmanlı-ABD Ticaret Antlaşması Öncesi Amerika’nın Diplomasi Girişimleri Selda Kayapınar Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Sayı 51, Ocak 2017  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/279327

Trablus Antlaşması Vikipedi, https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0

Treaty of Tripoli as communicated to Congress 1797.png Vikipedi https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cucG5n

The Barbary Treaties 1786-1816. Treaty of Peace and Amity, Signed at Algiers September 5, 1795. Yale Law School https://avalon.law.yale.edu/18th_century/bar1795t.asp

The Barbary Treaties 1786-1836. Yale Law School https://avalon.law.yale.edu/subject_menus/barmenu.asp

Tarihsel Süreç İçerisinde Türkiye İle Abd Arasında Olan İlişkilerin Gelişimi Ve Türkiye-Abd Ticaret Antlaşması (1 Nisan 1939). Doğan Koçak. 02.07.2018 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/515967

Chronology of Turkish-American Relations. Mustafa Aydın, Çağrı Erhan and Gökhan Erdem, Faculty of Political Science, Ankara University. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/44/671/8553.pdf

Berberi Savaşları Vikipedi  https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0EsQ

Birinci Berberi Savaşı. Vikipedi. https://www.wikizeroo.org/index.php?q9CZXJSx

Osmanlı-Abd Arasındaki Ticarî İlişkiler. Doç. Dr. H. Tahsin Fendoğlu https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=351625

Amerikan Board ve Misyoner Corinna Shattuck’ın Urfa Faaliyetleri. Füsun Çoban Döşkaya. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi İlkbahar 2018, 5(14), ss.84-119 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/484617

Amerika Birleşik Devletleri’nin Misyonerleri ve Osmanlı Devleti. Doç. Dr. H. Tahsin Fendoğlu https://www.tarihtarih.com/Amerika–Misyonerleri-ve-Osmanl1-Devleti-

1893’ten 1923 Chester Projesi’ne Türk Topraklarında Demiryolu İmtiyaz Mücadeleleri ve Büyük Güçler. Musa Gümüş. Tarih Okulu Mayıs -Ağustos 2011 Sayı X, 151-194.

Osmanlı döneminde misyoner okulları. Dünya Bülteni. 12 Şubat 2019 https://www.dunyabulteni.net/bir-zamanlar/osmanli-doneminde-misyoner-okullari-h280615.html

Anadolu’da Amerikan Misyoner Okulları. Rüştü Karaca. 23 Haziran 2014. http://informadik.blogspot.com/2014/06/19-yuzyl-osmanl-imparatorlugunda.html

Türkiye’deki Protestan Misyoner Örgütlenme. Bülent Pakman. Nisan 2010.  https://bpakman.wordpress.com/inanc-dunyasi/dinler-arasi-diyalog/misyoner-tezgah-ve-kiskirtmalari/turkiyedeki-protestan-misyoner-orgutlenme/

Atatürk ve Türkiye’deki Misyoner Okulları. Doç. Dr. Ayten Sezer ARIĞ. Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü. Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 467-475. https://www.altayli.net/ataturk-ve-turkiyedeki-misyoner-okullari.html

Adını bir Türk denizciden alan Karayip adası: Grand Turk. Sözcü. 6 Şubat 2019 https://www.sozcu.com.tr/hayatim/seyahat/adini-bir-turk-denizciden-alan-karayip-adasi-grand-turk/10/?_szc_galeri=1

Treaty signed for the United States … Commerce and Navigation May 7, 1830. https://www.loc.gov/law/help/us-treaties/bevans/b-ottoman-ust000010-0619.pdf

ABD Lozan Antlaşmasını neden onaylamadı? Cengiz Akıncı. Mayıs 2018. https://www.academia.edu/36756383/ABD_Lozan_Antlaşmasın1_Neden_Onaylamad1

Chester concession. Wikipedia https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQ2hlc3Rlcl9jb25jZXNzaW9u

ABD’nin Lozan Antlaşması’nı Tanımadığı İddiası. M 

Congressional Record-Senate Jan. 13, 1927  https://www.govinfo.gov/content/pkg/GPO-CRECB-1927-pt2-v68/pdf/GPO-CRECB-1927-pt2-v68-6.pdf

Congressional Record-House Jan. 18, 927  https://www.govinfo.gov/content/pkg/GPO-CRECB-1927-pt2-v68/pdf/GPO-CRECB-1927-pt2-v68-10.pdf

The “Other” Treaty Of Lausanne: The Amerıcan Publıc And Offıcıal Debate On Turkısh-Amerıcan Relatıons John M. Vander Lıppe https://www.turkishnews.com/tr/content/wp-content/uploads/2016/07/THE-OTHER-TREATY-OF-LAUSANNE..pdf

Amerika’da Tek kişilik Lobi: Vahan Cardashian (1883-1934)  Ö. Kürşad Karacagil Akademik Bakış Cilt 8 Sayı 16 Yaz 2015 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/73875

Atatürk Dönemi Türk Amerikan İlişkileri Dönemi (1920-1938) İsmail Türk 20 Eylül 2006  http://docs.neu.edu.tr/library/AtatürkdönemiTürk-Amerikanilişkileri

Sivas Kongresi ve Tıbbiyeli Hikmet. Zeki Önsöz Eylül 2017 http://www.zekionsoz.com/?p=2714

1830 Osmanlı-Abd Ticaret Antlaşması Öncesi Amerika’nın Diplomasi Girişimleri Selda Kayapınar Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Sayı 51, Ocak 2017  https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/279327

Lozan’dan sonra Atatürk döneminde Türkiye-ABD İlişkileri. Bülent Pakman. Eylül 2015. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturke-iftira-neden/turkiye-abd-1923-1938/

Atatürk’e bu iftiralar neden? Bülent Pakman. Ağustos 2015.  https://bpakman.wordpress.com/2015/08/12/ataturke-bu-iftiralar-neden/

Milli Mücadelede Doğu Cephesi ve Moskova ile ilişkiler – Olaylar Bülent Pakman. Ocak 2015. https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/azerbaycan-tarihi/kafkas-islam-ordusu/milli-mucadelede-dogu-cephesi-ve-moskova-ile-iliskiler/

Amerikan Kaynaklarından Kurtuluş Savaşı Başında Ermenilerle İlgili Gelişmeler. Prof. Dr. Seçil Karal Akgün. Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü Emekli Öğretim Üyesi. Ermeni Araştırmaları 2015, Sayı 50. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/639198

Paris Barış Konferansı. Wikizero https://www.wikizero.com/tr/Paris_Bar1ş_Konferans1

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Chester Projesi. Hatice Alanoğlu https://www.academia.edu/31708549/Osmanl1dan_Cumhuriyete_Chester_Projesi

Doç. Dr. Ahmet Özgiray. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Cilt: XV / Mart 1999 / Sayı: 43 http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-43/turkiye-ile-amerika-birlesik-devletleri-arasindaki-siyasi-iliskiler-1923-1938

Tarihsel Süreç İçerisinde Türkiye İle Abd Arasında Olan İlişkilerin Gelişimi Ve Türkiye-Abd Ticaret Antlaşması (1 Nisan 1939). Doğan Koçak. 02.07.2018 Dergipark. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/515967

The “Other” Treaty Of Lausanne: The Amerıcan Publıc And Offıcıal Debate On Turkısh-Amerıcan Relatıons John M. Vander Lıppe https://www.turkishnews.com/tr/content/wp-content/uploads/2016/07/THE-OTHER-TREATY-OF-LAUSANNE.-.pdf

Amerika’da Tek kişilik Lobi: Vahan Cardashian (1883-1934)  Ö. Kürşad Karacagil Akademik Bakış Cilt 8 Sayı 16 Yaz 2015 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/73875

Atatürk ve Türkiye’deki Misyoner Okulları. Yrd. Doç. Dr. Ayten Sezer. https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=355109&/Atatürk-ve-Türkiyedeki-Misyoner-Okullar1-/-Yrd.-Doç.-Dr.-Ayten-Sezer-

Türkiye’deki Protestan Misyoner Örgütlenme. Bülent Pakman. Nisan 2010.  https://bpakman.wordpress.com/inanc-dunyasi/dinler-arasi-diyalog/misyoner-tezgah-ve-kiskirtmalari/turkiyedeki-protestan-misyoner-orgutlenme/

Diplomatik İlişkilerin Kesilmesinden Stratejik Ortaklığa Giden Süreçte Türk – Amerikan İlişkileri (1917-1945) Gürbüz Arslan. Vakanüvis – Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi Researches, Yıl 3, Sayı 2, Güz 2018  https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/573485

Resmi Gazete Sayı: 1477, 21 Nisan 1930 https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/1477.pdf

Yahudi-İslami Cemaat İlişkileri. Bülent Pakman. Nisan 2010. https://bpakman.wordpress.com/inanc-dunyasi/dinler-arasi-diyalog/musevi-islami-cemaat-iliskileri/

ABD savaş gemileri İstanbul Boğazında gövde gösterisi yapmıştı. Dünya Bülteni 05 Nisan 2014 https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/abd-savas-gemileri-istanbul-bogazinda-govde-gosterisi-yapmisti-h294398.html

Ilımlı İslam Dinler Arası Diyalog. Bülent Pakman. Haziran 2011. https://bpakman.wordpress.com/inanc-dunyasi/dinler-arasi-diyalog/

Truman Doktrini. Vikipedia  https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVHJ1bWFuX0Rva3RyaW5p

Truman Doktrini Üzerine Bir Analiz. Levent Kalyon https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/84525

Türkiye Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti arasında 12 Temmuz 1947 tarihinde Ankara’da imzalanan Türkiye’ye Yapılacak Yardım hakkında Anlaşmanın onanmasına dair Kanun. Resmi Gazete 5.9.1947 – Sayı: 6699 https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc029/kanuntbmmc029/kanuntbmmc02905123.pdf

I. Dünya Savaşı’nın aşikar olan büyük sırrı. Yeni Şafak Haber Merkezi 

Aileme kimse çamur atmasın. Şamil Kucur.  Yeni Şafak https://www.yenisafak.com/gundem/aileme-kimse-camur-atmasin-23009

Marshall Planı. Vikipedi. https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTWFyc2hhbGxfUGxhbiVDNCVCMQ

Ya 1957’de Suriye’ye, 58’de Musul’a girmiş olsaydık? Hİsmet Berkan. Hürriyet. 18 Ekim 2016 http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ismet-berkan/ya-1957de-suriyeye-58de-musula-girmis-olsaydik-40252492

Adnan Menderes Dönemi Türkiye Ortadoğu İlişkileri. Hasan Yılmaz. Birey ve Toplum. Güz 2016. Cilt 6 sayı 12. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/305749

Türkiye İsrail Devletini nasıl tanımıştı ? Emre Gül / Tarih Dosyası / Dünya Bülteni 06 Eylül 2011 https://www.dunyabulteni.net/olaylar/turkiye-israil-devletini-nasil-tanimisti-h173583.html

Suriye’yi anlamak: Baas nasıl doğdu? NTV 29.11.2011 https://www.ntv.com.tr/dunya/suriyeyi-anlamak-baas-nasil-dogdu

The CIA and a Turkish coup. Egemen Bezci and Nicholas Borroz. 16 September 2016. https://warontherocks.com/2016/09/the-cia-and-a-turkish-coup/

Amerikanın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’in ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği 25 Nisan 1957 tarihli rapor http://2k8r3p1401as2e1q7k14dguu-wpengine.netdna-ssl.com/wp-content/uploads/2016/09/Archive-1-Bezci.jpg

Amerikan salatası, şerbetçi otu, CCCP. Bülent Pakman. Temmuz 2009. https://bpakman.wordpress.com/yurdum/cccp/

Emekli Büyükelçi Eralp: ‘Johnson Mektubu’nu Cüneyt Arcayürek’e, dönemin Dışişleri Bakanı verdi. Cumhuriyet gazetesi  28 Mart 2017 http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/708491/Johnson_Mektubu.html

Madanoğlu darbe için ABD desteği istedi. Salih Zeki Hürriyet. 22.01.2008  http://www.hurriyet.com.tr/dunya/madanoglu-darbe-icin-abd-destegi-istedi-8076950

Kıbrıs Barış Harekâtı. Habertürk 22.7.2014. https://www.haberturk.com/haber/haber/972325-kibris-baris-harekati

Erdoğan, Kenan Evren’in icraatını neden sahiplendi. Müyesser Yıldız ODATV 13.12.2017. https://odatv.com/erdogan-kenan-evrenin-icraatini-neden-sahiplendi-1312171200.html

ABD gizli diplomatik belgelerinde 12 Eylül darbesi: ‘Askeri liderleri iyi tanıyoruz, endişelenmek için neden yok’ 12 Eylül 2018 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45486144

6.Filo Eylemleri – (1967-1971). Dünya 48,  12 Ağustos 2017 6.Filo Eylemleri – (1967-1971)

Yeşil Kuşak Teorisi. Oktay Kaymak 29 Mart 2017 https://www.ilimvemedeniyet.com/yesil-kusak-teorisi.html

Yeşil Kuşak Projesi. Vikipedi https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0k

Birçok Wikizeroo.org (Vikipedia) sayfaları

Kanlı Noel katliamı unutulmadı. Yeniçağ 25.12.2008  Kanlı Noel katliamı unutulmadı

Abdülhamit siyasetinin ilk kurbanı: Kıbrıs, Sinan Meydan, Sözcü 1 Temmuz 2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/sinan-meydan/abdulhamit-siyasetinin-ilk-kurbani-kibris-5206746/

Kıbrıs Gerçeği Acheson Planları Neydi? https://eyvatan.wordpress.com/2007/10/20/kibris-gercegi-acheson-planlari-neydi/

1964 Erenköy Savaşı. Sinan Meydan. Sözcü,  21 Ekim 2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/sinan-meydan/1964-erenkoy-savasi-5400941/

Cyrus Vance. İlter Türkmen. Hürriyet, 19 Ocak 2002 http://www.hurriyet.com.tr/cyrus-vance-49199

Ecevit anlatıyor: Kıbrıs Barış Harekatının perde arkası. OdaTV 20.07.2019 https://odatv.com/kibris-baris-harekatinin-perde-arkasi-20071925.html

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin dış ilişkileri. Vikipedi https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly90ci53aWXJp

Darbeler ve ABD. Al Jazeera Turk.  http://www.aljazeera.com.tr/haber/darbeler-ve-abd

Transforming the Middle East. Condoleezza Rice. The Washington Post 7.8.2003 https://www.washingtonpost.com/archive/opinions/2003/08/07/transforming-the-middle-east/2a267aac-4136-45ad-972f-106ac91e5acd/

The Promise of Democratic Peace. Condoleezza Rice. The Washington Post 11.12.2005 http://www.washingtonpost.com/wpdyn/content/article/2005/12/09/AR2005120901711.html

The U.S. Broader Middle East and North Africa Initiative. International Crisis Group 7.6.2004  https://www.crisisgroup.org/middle-east-north-africa/broader-middle-east-and-north-africa-initiative-imperilled-birth

Bölünmüş Türkiye haritası Skandalı. Habertük. 28.09.2006 https://www.haberturk.com/gundem/haber/1465-bolunmus-turkiye-haritasi-skandali

BOP Eş Başkanlığı Görevini Kim Verdi? Yeniçağ 30.08.2012 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bop-es-baskanligi-gorevini-kim-verdi-72228h.htm

Ilımlı İslam. Vikipedi https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0

Civil Democratic Islam: Partners, Resources, and Strategies. Cheryl Benard RAND  National Security Research Division 2003. https://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/monograph_reports/2005/MR1716.pdf

Erdoğan’ın Çekiç Güç Yalanı. Mehmet Ali Güller. ODATV. 20.05.2011 https://odatv.com/erdoganin-cekic-guc-yalani-2005111200.html

1 Mart Tezkeresi’nin tutanakları açıklanacak mı? Habertürk 12.02.2013 https://www.haberturk.com/polemik/haber/819489-1-mart-tezkeresinin-tutanaklari-aciklanacak-mi

Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının kritik ismi yıllar sonra konuştu. 4.7.2019. https://www.haberler.com/turk-askerinin-basina-cuval-gecirilmesi-olayinin-12209090-haberi/

İlker Başbuğ, Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının tüm detaylarını anlattı. Haberler.com 04.07.2019 https://www.haberler.com/ilker-basbug-irak-ta-turk-askerinin-basina-cuval-12212082-haberi/

ABD’nin TCG Muavenet’i vurarak verdiği mesaj. 3.10.2018 https://www.aydinlik.com.tr/abd-nin-tcg-muavenet-i-vurarak-verdigi-mesaj-turkiye-ekim-2018

AK Parti-Gülen Hareketi çatışması. Vikipedi https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0c

Böcekler’ Aralık 2011’de bulundu. Serpil Çevikcan. Milliyet 26 Aralık 2012 http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/bocekler-aralik-2011-de-bulundu-1646968

Başbakan’ın odasına böceği kim yerleştirdi? Haber 61. 27 Ocak 2014 https://www.haber61.net/gundem/basbakanin-odasina-bocegi-kim-yerlestirdi-h170200.html

Erdoğan hala “BOP Eşbaşkanı” mı? Müyesser Yıldız. ODATV 3.4.2015. https://odatv.com/erdogan-hala-bop-esbaskani-mi-0304151200.html

Son dakika: Trump’ın Erdoğan’a yazdığı mektup ortaya çıktı. Zeynep GÜRCANLI Sözcü  https://www.sozcu.com.tr/2019/dunya/trumpin-erdogana-mektubu-ortaya-cikti-5393943/

Adım adım Brunson krizi: Nereden çıktı, nasıl çözüldü? Sertaç Aktan. Euronews   

Recep Tayyip Erdoğan: Bir papaz da sizde var, onu bize verin. Cumhuriyet  http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video_haber/833481/Recep_Tayyip_Erdogan.html

Trump: Türkiye belirlediğim sınırların dışına çıkarsa ekonomisini mahvederim. Euronews 

ABD Türkiye’yi neden F-35 programından çıkardı ve türbülans neden daha da artacak?   Soner Çağaptay, Euronews, 26/07/2019 https://tr.euronews.com/2019/07/26/abd-turkiyeyi-neden-f-35-programindan-cikard-ve-turbulans-neden-daha-da-artacak

Yaptırımlara Hedef Olmamak İçin S-400’leri Aktive Etmeyin’. Amerika’nın Sesi. 25 Temmuz 2019. https://www.amerikaninsesi.com/a/abd-yaptirimlarina-hedef-olmamak-icin-s400leri-aktive-etmeyin/5015541.html

ABC News: Pastör Brunson serbest kalmasaydı Trump Türkiye’den tüm diplomatik personeli çekecekti 15 Ekim 2018 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45863058

Brunson’ın kritik duruşması öncesi gizli tanıklardan yeni iddialar ortaya çıktı. İHA Gündem 9.10.2018 https://www.sabah.com.tr/gundem/2018/10/09/brunsonin-kritik-durusmasi-oncesi-gizli-taniklardan-yeni-iddialar-ortaya-cikti#

IŞİD lideri El Bağdadi’nin estetik ameliyatı ve ABD’nin şeytanı Türkiye planı Gürbüz Evren, Gerçek Gündem, https://www.gercekgundem.com/yazarlar/gurbuz-evren/1605/isid-lideri-el-bagdadinin-estetik-ameliyati-ve-abdnin-seytani-turkiye-plani

ABD ile ‘ateşkes’ anlaşması. Birgün 18.10.2019. https://www.birgun.net/haber/abd-ile-ateskes-anlasmasi-272940

Erdoğan’ın yurt dışındaki mal varlığı meselesi artık ulusal güvenlik sorunudur. T24 İnternet Haber. 20 Ekim 2019 https://t24.com.tr/haber/erdogan-in-yurt-disindaki-mal-varligi-meselesi-artik-bir-ulusal-guvenlik-sorunudur,844515

Trump: Türkler ve Kürtlerin iki çocuk gibi kavga etmesi gerekiyordu. Deutsche Welle Türkçe  https://www.dw.com/tr/trump-türkler-ve-kürtlerin-iki-çocuk-gibi-kavga-etmesi-gerekiyordu/a-50880921

Kumpas davaları 15 Temmuz’un hazırlık hareketi. Star 22.06.2019 https://www.star.com.tr/guncel/kumpas-davalari-15-temmuzun-hazirlik-hareketi-haber-1462756/

Ne kadar sızarlarsa sızsınlar Türk ordusunun ana gövdesi Atatürkçü ve laiktir. İpek Yezdani. Hürriyet 21.01.2017 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/ne-kadar-sizarlarsa-sizsinlar-turk-ordusunun-ana-govdesi-ataturkcu-ve-laiktir-40342865

Vika, Dilara, Gül… Amiraller nasıl ‘fuhuş sanığı’ yapıldı? Hikmet Çiçek, Aydınlık 29.1.2019 https://www.aydinlik.com.tr/vika-dilara-gul-amiraller-nasil-fuhus-sanigi-yapildi-ozgurluk-meydani-ocak-2019

İngiliz dergisinden ses getirecek Türkiye yazısı. Sözcü, 

NATO’da tansiyon yüksek: Yine PKK yine veto tehdidi.  Zeynep GÜRCANLI,  Sözcü, 

Türk yetkili Reuters’a konuştu, krizi ifşa etti. Sözcü 28 Kasım 2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/dunya/son-dakika-turk-yetkili-reutersa-konustu-krizi-ifsa-etti-5477461/

ABD’nin Devreye Girişi. Bülent Pakman Ekim 2010. https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/temel-bilgiler/azerbaycanin-dis-politikasi/ermenistan-siniri-acilacak-mi/abdnin-devreye-girisi/

Azerbaycan Topraklarının İşgali. Bülent Pakman Ekim 2010. https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/temel-bilgiler/azerbaycanin-dis-politikasi/ermenistan-siniri-acilacak-mi/azerbaycan-topraklarinin-isgali/

Erdoğan’ın Verdiği Söz. Bülent Pakman Ekim 2010. https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/temel-bilgiler/azerbaycanin-dis-politikasi/ermenistan-siniri-acilacak-mi/erdoganin-verdigi-soz/

Protokol Bülent Pakman Ekim 2010. https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/temel-bilgiler/azerbaycanin-dis-politikasi/ermenistan-siniri-acilacak-mi/protokol/

2011 Libya askerî müdahalesi. Vikipedi,  https://www.wikizeroo.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly

Kanal İstanbul bir ABD projesidir! – Arslan BULUT .  Yeniçağ Gazetesi https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kanal-istanbul-bir-abd-projesidir-54089yy.htm

Kanal İstanbul’un altından ne çıktı. Türker Ertürk ODATV 07.02.2016 https://odatv.com/kanal-istanbulun-altindan-ne-cikti-0702161200.html

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları: Yeni Dünya Düzeni. Ahmet Ünlü Okuyanbir Yazanbir 23.2.2011 http://web.bilecik.edu.tr/ahmet-unlu/2011/02/23/ekonomik-tetikcinin-itiraflari/

1999 Kosova Krizi ve NATO’nun Kosova Müdahalesi. Tunahan ODUNCU
MAKÜ-BİFD 2(1), 1-15, 2019 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/710300

Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından
Değerlendirilmesi. Ahmet Çevikbaş, Savunma Bilimleri Dergisi, Kasım 2011, Cilt 10, Sayı 2, 18-57. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/180263

NATO Zirvesi’nde neler oldu? Zeynep Gürcanlı. Sözcü. 

Trump’tan Rahip Brunson açıklaması: Erdoğan ve Türk halkına minnetarız. NTV Anadolu Ajansı 25.08.2020 https://www.ntv.com.tr/dunya/trumptan-rahip-brunson-aciklamasi-erdogan-ve-turk-halkina-minnetariz,R6_UjCa5BEGqaRsyYdASRA

Türkiye F-35 projesi için ne kadar ödedi? Enis Günaydın, Euronews

ABD, Türkiye’yi F-35 programından resmi olarak çıkardığına dair Ankara’ya bildirimde bulundu.  Euronewshttps://tr.euronews.com/2021/04/21/abd-turkiye-yi-f-35-program-ndan-resmi-olarak-c-kard-g-na-dair-ankara-ya-bildirimde-bulund

ABD Başkanı Biden, 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanımladı; Türkiye sert tepki gösterdi BBC News Türkçe https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56874181

S-400: Türkiye'nin Rusya'dan satın aldığı, ABD'yle krize yol açan füze savunma sistemi BBC News Türkçe 27 Eylül 2021 https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-58709766

Erdoğan'ın S-400 Açıklamasına ABD'den Yanıt. Reuters - VOA

Amerikancı Eğitim Düzeni – Fulbright Anlaşması. Ebru Özkan Twitter dizisi 27 Aralık 2019 https://twitter.com/ebruozkan78/status/1210619614968918018

I. Athenagoras. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/I._Athenagoras
Nutuk/20. bölüm/Vesika 1. Vikkaynak https://tr.wikisource.org/wiki/Nutuk/20._bölüm/Vesika_1

ABD’nin koynundaki diyalogcu nurcular ve üstatları. Emin Koç. Yeni Mesaj 17.12.2005  https://www.yenimesaj.com.tr/abdnin-koynundaki-diyalogcu-nurcular-ve-ustatlari-H1127797.htm

Greek Archbishop to proto-CIA: “Your directions will be executed faithfully.” Matthew Namee. Orthodox History. December 2, 2019 https://orthodoxhistory.org/2019/12/02/greek-archbishop-to-proto-cia/?fbclid=IwAR2ZNubL0Ud2tbxkHhV0VI_-BhpjOp0b1Wnbr3nKhcm1KWf40N1Bf9EwUPI

Bu Günlere Nasıl Geldik. Fikret Ünver. Güney Gazetesi 5.7.2020. https://www.guneygazetesi.com/yazi/687/bu-gunlere-nasil-geldik-2.html

Ümit Doğan @tsumut71 Tweet dizisi 30 Eylül 2019. https://twitter.com/tsumut71/status/1178758270401556482

Atatürk ve Türkeş’in “baba” diye hitap ettiği Papa Eftim’in hikayesi; Türk Ortadoks Patrikhanesi. Ümit Doğan. aykırı.com 22 Eylül 2020 https://www.aykiri.com.tr/yazarlar/umit-dogan/ataturk-ve-turkes-in-baba-diye-hitap-ettigi-papa-eftim-in-hikayesi-turk-ortadoks-patrikhanesi/246/

ABD’nin Yunanistan’ın stratejik bölgesi Dedeağaç'a yeniden askeri sevkıyat yapması dikkat çekti. Sefa Uyar. Cumhuriyet. 25 Temmuz 2021 https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/abdnin-yunanistanin-stratejik-bolgesi-dedeagaca-yeniden-askeri-sevkiyat-yapmasi-dikkat-cekti-1855005

NATO müttefiki ABD’den Güney Kıbrıs’a askeri destek! Sözcü 08 Temmuz 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/nato-muttefiki-abdden-guney-kibrisa-askeri-destek-5919734/

Küba Füze Krizi. Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Küba_Füze_Krizi

Ver Türkiye’yi al Küba’yı.

Bülent Pakman, Kasım 2019. Son güncellemeler Eylül 2021, Ocak 2022. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

Facebook Widgets
Sharjah 2011Bülent Pakman kimdir?


Bülent Pakman. Kasım 2019. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden kısmen/tamamen alıntılanamaz, yayımlanamaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder