Yemekteyiz

Eşim Dilek, patron ve bir mühendis arkadaşımız yani dört Türk bir Suudlunun evine öğle yemeğine davetliyiz.  Burada eve yemek davetleri çok önemlidir. Çok belirgin bir mazeretiniz yoksa reddetmeniz düşünülemez bile, hele o kişiyle iş ilişkiniz varsa.  Eğer sizi davet eden aynı Suudlu Türkiye’ye gelirse aynı misafirperverliği sizden bekler.


Adam sabahtan beri yemeği organize etmeye çalışıyor, cep telefonunu elinden düşürmeyerek. Sonradan tahmin ediyoruz ki yemekler bir “catering” yani ikram firmasından getirtilmiş. Bu firmalar burada çok yaygın, istenirse garson da gönderiyorlar. Ama bizim Arap  istememiş zahir.


Dileğe giderken “senin için biraz zor olacak ama, aman yememezlik etme, olabildiğince ye, bu onlar için çok önemli” diye akıl veriyorum.


Neyse konumuza dönelim. Eve geldiğimizde önden gidip bize kılavuzluk eden ev sahibi erkek arabadan hemen inerek bizi kapıda karşılıyor. Arabamızı sokağa parkedip yüksek duvarlarla çevrili evin avlusuna giriyoruz. Dilek arka tarafa buyur ediliyor. Oradan evin içerisine girmiş. Biz erkekler ise öndeki misafir bölümüne alınıyoruz. Daha önce de gittiğim Arap evlerinde aynen olduğu gibi bu misafir bölümünün evin ana bölümüyle irtibatı yok. Yani içerden kapısı yok. Buranın kapısı ayrı, önde, evin ana yani yaşam bölümününki ise yanda veya arkada, kapısı ayrı. Böylece aile, yani hanımlar, kızlar erkek misafirleri görmeyecek, misafirler de onları görmeyecek. Tam haremlik selamlık. Namahremlik yani erkeklerin kadınları görme ihtimali sıfıra indiriliyor.


Misafir bölümünde koca bir salona buyur ediliyoruz.  Girişte ayakkabımızı çıkarıyoruz. Arap evine ayakkabı girmez çünkü. Salon kapısı tarafı hariç diğer üç duvar boyunca koltuk ve sedirler dizilmiş. Yer duvardan duvara halı. Odanın ortası bomboş, arada sehpalar var. Üzerlerinde kapalı cam kaplar içinde hurmalar ve kül tablaları. Araplar baca gibi sigara içiyorlar. Adet olduğu üzere hizmetkarlar “mırra” ikram ediyorlar.



Mırra servisi

Hizmetkarın bir elinde ibrik (ibrik arapçada aynı) diğer elde yüksük çapında fincanlar. Bir sürü hizmetkar var. Mırrayı tepenize diktiğinizde hemen dolduruluyor ta ki siz “bes” yani yeter deyinceye kadar. Ben mırrayı severim, insanın içini açıyor ama herkes alışamaz, nitekim Dileğe çok ters gelmiş.


Ev sahibi tüm ailesini çağırmış, babası, kardeşleri, damatlar vb. Uzun uzadıya teker teker ve defalarca hal hatır sorulup cevaplar alınıyor. Size hatır soranın siz de hatırını soracaksınız, aman ne iyi falan diyeceksiniz, yoksa  çok ayıp olur. Mırra faslı sırasında sohbet ediyoruz. Ev sahibinin yaşlı babası bile gayet iyi İngilizce konuşuyor tabi aksanı hariç. Bize “Arapça öğrenin” diyor. Ben de “herkes İngilizce konuşuyor o yüzden Arapçamı ilerletemiyorum” diyorum. “Olsun gayret edin” diye cevap veriyor.


Bir süre sonra yemek salonuna davet ediliyoruz. Arada bir kaç tane lavabo var açıkta. Burada el yıkamak önemli çünkü Araplar yemeği elle yiyorlar. Hem adetleri, kültürleri gereği hem de çatalın tadı bozduğu düşüncesindeler.


Arap Yemeği
Arap Yemeği

Yemek salonunda hiç eşya yok. Yerler yine halı. Ortaya bir oturak koymuşlar, üzerinde büyük bir sini, içinde pilav üstüne bütün pişmiş yağlı bir kuzu oturtulmuş. Arapların beylik yemeği başka bir alternatif olamaz. Pilavüstü bütümet. Tam bizim Konya usülü. Sini kenarında herkes için ayrı ayrı humus, pide, çoban salata, baba ganuş (patlıcan salata) tabakları var, ancak servis sadece 8 kişilik. Fazlası sığamaz çünkü. Biz üç Türk, ev sahibinin babası, kendisi ve iki kardeşi yere sininin etrafına oturuyoruz. Bizim üçümüze çatal, bıçak  konmuş diğerlerine yok. Bu arada büyük askılı servis takımı geliyor. Hani kepçeli, kancalı olanından. Ev sahibinin kardeşi kancayı alıyor. Adam yabancılar açısından tecrübeli belli ki.  Önce bu kanca ile elini hiç değmeden kuzuyu parçalıyor.  Bizim tabaklarımızı istiyor, teker teker elini değmeden tabaklarımıza et parçaları koyuyor. Biz de kaşıkla pilav alıp tabaklarımızı dolduruyoruz. Çok şükür diyorum yanımdakilere, elle ikram yapmadılar. Böylesine pek rastlanmaz buralarda. Genç Türk mühendis arkadaşımızı uyarıyorum. “Aman tabağındakileri özellikle etleri bitirme tabağının boş olduğunu gören hemen ikrama kalkışır, bu kez eliyle ikram yapar” diyorum. Yemek yanında paket meyve suları, su ve ayran var.


Araplar ise elle girişiyorlar. Sadece sağ ellerini kullanıyorlar, sol elleri ise sanki arkadan bağlı. Gelenekleri böyle. Yemekte sol el kullanmak neredeyse yemeğin içine etmekle aynı anlamı taşıyor.  Önce eti sağ elle küçük parçalara bölüyor, pilavla karıştırıp, avuçlarında epey uğraşıp hamur haline getirip afiyetle mideye indiriyorlar. Biz başka tarafa bakmaya çalışıyoruz.


Bu arada Arabistan’da yeni yeni palazlanmaya başlayan ve hayli yayılan domuz gribi muhabbeti başlıyor. Domuzun Arapçası “hınzır”, yani tam konuya uyuyor.


Biz özellikle rahvan giderken yine de takviye ikram geliyor. Bunu yapmak zorundalar yoksa kendileri için çok ayıp kabul ediliyor. Bu takviye ikram tahmin ettiğim gibi elle yapılıyor. Ben sonradan gelenleri çaktırmadan tabağın kenarında tutup önceden çatalla geleni yiyorum. Bu arada idare etmek için salataya falan başvuruyorum. Sini çevresine oturan Araplar çabuk yiyip kalkıyorlar, zira arkada bekleyenler var. Protokol sırasına göre yeniler geliyor, sonunda sıra evin çocuklarına geliyor son olarak. Öncekiler ellerini yıkayıp arkaya geçiyor, hemen sigara yakıyorlar.


Sonunda Allaha şükür diyor kalkıyoruz. Tekrar oturma salonuna alınıyoruz. Bu kez Türk kahvesi ve çay ikram ediliyor. Buralarda şekeri çayın demliğine koyduklarını biliyorum. Ben şekersiz çay içtiğim için ayıp olmasın diye bir yudum alıyor, bardağı bırakıyorum. Cam tabaktaki hurmaları tutuyorlar. Arkadan portakal suyu geliyor. Zaman epey  ilerleyince  benim hanımdan bahsetmeye başlıyorlar, bundan anlıyorum ki onun kalkma zamanı gelmiş. Cepten arıyorum, “sen çık dış kapıya gel” diyorum. Ev sahibinden de izin istiyorum. Evin içine reşit olmamış yani namahrem olmayan küçük oğlunu gönderiyor. Oğlan Dileği alıp dış kapıya getiriyor. Ev sahibi ikimiz uğurluyor. Patron ve mühendis arkadaş daha sonra geliyorlar.


Arabada giderken Dilek kendisine son derece ilginç gelen maceralarını anlatıyor. Onun ki biraz farklı. Sini oturak üzerinde değilmiş. Halının üzerine bir bez, onun da üzerine sini koymuşlar. Ayrıca benim önceki tecrübelerimin aksine onun bu ilk deneyimi. Onlarda önce çatal, askılı takım falan yokmuş. Dileğin yüzünün ifadesinden evin hanımı hemen anlamış. Kadın zaten eğitimliymiş, öğretmenmiş. Hemen herkese çatal getirtmiş. Dilek rahatsız olmasın diye elle yememişler. Sini çevresine fazla kişi oturtmamış, Dilek sıkışmasın diye. Ancak Dilek benim kadar yıllarını seyahatlerde, şantiyelerde, çöllerde geçirmediği için çok zorlanmış. Özellikle mırra ve yağlı et, pilavdaki malzemeler vb. ona ters gelmiş. Baba ganuşla falan idare etmeye çalışmış. Yemek öncesi ve sonrası bizdeki gibi çay, kahve, portakal suyu ikramı olmuş. Tuvalete gitmek istemiş, tuvalette inanılmaz eski bir terlik görmüş, elbette giyememiş. Ben belki terlik altıdır diye düşündüm. Ama araplar evde terlikle gezmezler, çıplak ayakla gezerler.


Eve böyle, onların batılı kabul ettiği, bir kadın herhalde daha önce gelmediği için Dileği dikkatle incelemişler, manükürüne, pedikürüne, abayenin altına giydiği kıyafetine kadar. Abayeyi girer girmez çıkartmış tabi. Ev sahibinin karısı herkesi tanıtmış, Filipinli maidleri (hizmetçi) varmış. Konuşmaları oralarda ilgi ile seyredilen Türk dizileri üzerinde yoğunlaşmış. Özellikle Kıvanç Tatlıtuğ hayranlarıymış hepsi. Bu arada antre parantez, ben de Kıvanç Tatlıtuğ’un neyin nesi olduğunu öğrenmiş oluyorum. Kendi hayatlarını anlatmışlar, “burada yiyip içip yatarız başka şey yapmayız” demişler. Zaten hepsi şişmanmış. Dileğe de ne iş yaptığını, ailesini, nasıl zaman geçirdiğini sormuşlar. Dilek arabaya binerken koca süslü bir sandık hediye ettiler. İçinde siyah uzun bir elbise, bir yüzük, bir parfüm vardı.


Bundan birkaç ay sonra yine aynı eve akşam yemeğine davet ediliyoruz. Bu kez patronla ikimiz gidiyoruz. Yine aynı teraneler ama bu sefer tuvalete gitmek ve o meşhur terliği giymek zorunda kalıyorum. Tuvalet dönüşü geç kaldığım için önümde çatal, kaşık bulamıyorum. İstiyorum ama gelmiyor. Bu kez oturak yok, pilav üstü bütümet sinisi halı üzerine örtü serilerek konmuş. Bu kez elle tabağıma et servisi yapılıyor. Etleri ve pilavı elimle zar zor yavaş yavaş yemeğe çalışırken epey sonra bir çatal geliyor. Bu arada yanımdaki kaşıkla takviye pilav koyuyor. Kaşık adamın daha önce ağzına aldığı kaşık. Elbette pilavı yememeye çalışıyorum. Yine elle takviye et geliyor tabağıma.


Bülent Pakman, Eylül 2009.


Suudi Arabistan ile ilgili günlükler


Facebook Widgets
Bakü Ofis 2011

Bülent Pakman kimdir    https://bpakman.wordpress.com/pakman/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder