15 yıl 8 ay süren Atatürk - İngiliz savaşı

 

Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum.” Mahatma Gandhi (10 Kasım 1938)

Atatürk güya yedi düvelle, dolayısıyla İngiltere ile falan savaşmamış sadece Yunanla savaşmış, azıcık da Fransızlarla. Aslında Kurtuluş Savaşı hiç olmamış, güya İngiliz ile tiyatro oynanmış... vesaire, vesaire. Kuyuya taş atmak kolay. Ama rakamlar öyle demiyor. Ortada 10 yıla yakın bir süreç var.


İngiltere ile Osmanlı ve devamında Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin bozulması Osmanlı'nın İngiltere'ye sipariş edip paralarını ödemiş olduğu savaş gemilerini İngilizler Ağustos 1914'de teslim etmekten  vazgeçmesiyle başlar. İlişkiler Vahdettin döneminde gayet iyidir. Zira Vahdettin İngilizler ne derse onu yapar. Ama Türkiye ile öyle olmaz, ANCAK 19 YIL SONRA İngiltere Büyükelçisinin Ağustos 1933'de Ankara'da oturmaya başlaması ile ilişkiler normale döner.


Söz konusu 19 yıl içerisinde İngiltere ile 11 yıl 7 aylık savaş durumu yer alır. Savaş hali 29 Ekim 1914’de, Osmanlı'nın I. Dünya savaşına girmesiyle başlar, 5 Haziran 1926’da, Türkiye-İngiltere ve Irak hükûmetleri arasında imzalanan Hudut ve İyi Komşuluk İlişkileri Anlaşması  ile sona erer. 


Söz konusu 11 yıl 7 ay  içerisinde de, İngiltere'nin İstanbul ve Anadolu'yu işgali, İngiliz askerleri ve İtilaf Orduları ile Milli Güçler (Kuva-yı Milliye) arasındaki silahlı çatışmalar, muharebelerle geçen yaklaşık 5 yıllık Milli Mücadele dönemi vardır. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra Atatürk tarafından başlatılmış, İngiliz ve İtilaf ordusunun İstanbul'dan geldikleri gibi gittikleri  4 Ekim 1923'e kadar sürmüştür. 


İngilizlerin Gelibolu'yu terkettikleri 9 Ocak 1916 ile M. Kemal Paşa'nın Filistin Cephesine katıldığı 28 Ağustos 1918 arasındaki 2 yıl 7 aylık dönem dışında Atatürk, 25 Nisan 1915'de Gelibolu'ya gelişinden itibaren İngiltere ile  söz konusu 19 yıllık savaş, mücadele ve anlaşmazlık sürecinin en önünde ve karar verme makamında toplam 15 yıl 8 ay geçirmiştir.


Yani Atatürk, 11 Ocak 1905 - 10 Kasım 1938 arası 33 yıl 10 aylık Devlet hizmetinin yarısına yakınını İngilizlerle savaşmaya, mücadeleye hasretmiştir.

Büyük Britanya İmparatorluğu


Haritada pembe alanlar 'üzerinde güneş batmayan' günümüzdeki ya da geçmişteki İngiliz topraklarını ve İngiliz egemenliğinde olmuş bölgeleri gösteriyor. Yukarıda söz konusu edilen 1918-1923 arasına ait Anadolu'nun büyük bölümü, İstanbul, Boğazlar ve Trakya haritada pembe renkli değil zira 5 yıllık o uzun süreçte söz konusu topraklardaki egemenlik resmen İtilaf Devletlerindeydi, gerçekte ise uzak ara ile ön plandaki aktör ve hakim güç  İngilizlerdi.


Gelelim bu dönemlerin ayrıntılı hikayelerine.  


İÇİNDEKİLER 

   BÖLÜM 1 - I. DÜNYA SAVAŞI  

Savaş öncesi
İngilizlerle ilişkilerin bozulmasının başlangıcı
Atatürk’ün I. Dünya savaşı ile ilgili öngörüleri
Osmanlı savaşa giriyor
Mustafa Kemal savaşın içinde olmak istiyor
Osmanlı savaşa ne halde girmişti?
Atatürk İngilizlerle ilk kez karşı karşıya
İngiliz Korgeneral William Birdwood ve Atatürk
İngilizler, Araplar ve Mustafa Kemal Paşa
Mustafa Kemal güya Lawrence ve Allenby ile görüşmüş
I. Dünya Savaşı'nın son günleri
Mütareke (ateşkes) görüşmeleri
Katma savaşı

   

BÖLÜM 2 – ASIL SAVAŞ YENİ BAŞLIYOR

Mustafa Kemal savunma ve direnişi örgütlemeye başlıyor
Mondros Mütarekesi
Müdafaa-i Hukuk ve Kuva-yı Milliye
Atatürk Adana’da
Yorgun İngiliz ordusu
İtilaf Devletleri orduları İstanbul'da
İstanbul'da sömürge yönetimi oluşturuluyor
Mustafa Kemal – Price görüşmesi
Osmanlı topraklarını paylaşma görüşmeleri
İngiliz General Allenby İstanbul’da
Koyun can derdinde kasap et derdinde
Milli Mücadelenin kaderini belirleyen Pontus isyanı
İngilizler Mustafa Kemal'den kuşkulanıyorlar
İngiliz istihbaratçılar hala tedirgin
İngiliz istihbaratçılar Mustafa Kemal’in niyetini anlıyor
Londra’nın basireti bağlanıyor
Tedirginlik sırası Mustafa Kemalde
Kuş öyküleri
İngiliz istihbarat subayı John Bennett
İngiliz Bennett aslında kimdir?

 

 BÖLÜM 3 - MİLLİ MÜCADELE

İngiliz istihbaratı haklı çıkıyor
İngiliz Albay Alfred Rawlinson Erzurum'da
İngiliz Binbaşı Noel’li Sivas Kongresini basma planı
İngilizlerin bir diğer Sivas komplosu
Sevr öncesi İngiliz İstihbaratı
Gayrimüslimlerin kaygıları İngiliz istihbarat raporlarında
Mustafa Kemal İngiltere hakkında ne düşünüyormuş?
İngiltere’de o dönemde Türkiye’ye yönelik görüşler
İngiliz Muhipleri (dostları) Cemiyeti
Kürt Teali Cemiyeti
Teali-i İslam Cemiyeti
İngilizler Kuvvacıların silah kaçırmalarını engelleyemiyorlar
İngilizleri kızdıran Misak-ı Milli (Milli Ant)
İngilizlerin Misak-ı Milli’ye tepkisi - İstanbul'un işgali
Vahdettin’e göre İngilizler isteseler yarın Ankara’da olurlarmış
İngilizlerin Meclis baskını
İngilizler hatalarının farkında değiller
İngiliz eseri – Dürrizade Fetvası
Ankara'da yeni devletin temeli atılıyor
Milli Mücadele’de İngiliz saldırıları ve Türk-İngiliz çatışmaları
İngiliz istihbaratının çıkardığı ve beslediği iç ayaklanmalar
İngilizlere kul köle olmayan yeni hükûmet 
İngiliz istihbaratı tetikçi casus yolluyor
İngiliz – Osmanlı işbirliğiyle tutuklamalar ve idamlar
Malta sürgünleri
İngiliz dostu Mütareke Basını
Sevr – Osmanlı’nın sonu
İtilaf hükûmetlerinin Atatürk ve arkadaşlarına suikast tertibi
İngilizlerin Mustafa Kemal ve İsmet Paşalara suikast timi
İngilizlerin yeni bir suikast planı
İngilizler suikast timine para göndermiş
İngilizlerin suikastçisi İstanbul’daki maaşlı ajanı Polis Müdürü Tahsin
Atatürk ve İngilizlerin Kafkas Seddi
Mustafa Kemal’in parayla olan ilişkisi
Londra Konferansı
İngilizlere darbe – Moskova ve Kars Antlaşmaları
İngilizlere bir diğer darbe – Ankara – İtalya ilişkileri
Rumbold’un Mustafa Kemal hakkındaki görüşleri
İngilizler Türkleri daha yakından tanımaya başlıyor
İngilizler Malta sürgünlerinin serbest bırakıyor
İngilizlerin Kurtuluş Savaşı’nın kaderini belirleyen politikaları

  

BÖLÜM 4 - SAKARYA SAVAŞI VE BÜYÜK TAARRUZ                                      


İngilizlerin Kara Cumbosu
Padişah desteğinde Milli Mücadeleye darbe planı
İngilizlere bir diğer darbe de Fransa'dan
Sakarya savaşının İngiltere'deki yansımaları
Büyük Taarruz öncesi diplomatik girişimler
Atatürk İngilizlere barış yanlısı görünüyor
Aman İngilizler duymasın

 

 BÖLÜM 5 – MİLLİ MÜCADELENİN SİLAHSIZ EVRESİ

İzmir'deki İngilizler ve Atatürk
Çanak Krizi - The Chanak Affair
Mudanya Mütarekesi
Lloyd George
Refet Paşa İstanbul’un idaresine el koyuyor
İngiltere'de iktidar değişiyor
İngilizler Vahdettin'i kaçırıyor

  

BÖLÜM 6 - LOZAN

Lozan ve Curzon
Curzon ve İnönü
Lozan ve İngilizler
Lozan'da Yunan tazminatı
Lozan'da kapitülasyonlar
Lozan'da Osmanlı'nın borçları
Lozan'da imtiyazlar
Lozan’da İstanbul’un tahliyesi
Lozan'da Boğazlar
Lozan'da 12 Ada görüşmeleri
Lozan'da Musul

  

BÖLÜM 7 – LOZAN SONRASI

İngiliz ordusu geldiği gibi gidiyor
Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir - Churchill
İngiltere Ankara'nın başkent olmasına direniyor
Atatürk’ün İngiliz Elçisine oyunu
Er Musa olayı
Atatürk ve İngiltere Kralı
Montrö Boğazlar Sözleşmesi
İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Atatürk'ü anlatmış


 Sonsöz

......................................................................................................

BÖLÜM 1 - I. DÜNYA SAVAŞI 


Savaş Öncesi


1871 yılında siyasi birliğini sağlayan Almanya, Bismarck liderliğinde güçlenerek Orta Avrupa'da söz sahibi olmaya başladı. Askeri gücünün yanı sıra sanayileşmede de önemli başarılar elde etmekteydi. 1879'da Avusturya-Macaristan ile İttifak (Bağlaşıklık) Antlaşması imzaladı.


19. yüzyıl ortalarında Batı, sermaye birikimi sonucu tefecilik yapmaktaydı. Bankalar ve bankerler devlet yaşamına ve siyasal iktidara egemendiler. Borç vermekte, devlet gücüyle alacaklarını korumaktaydılar. Başta Britanya olmak üzere Batı iki yönlü bir politika izlemekteydi. Kendi içinde sosyal ve uygar, dışa karşı ise emperyalist ve antisosyaldi. Uygarlığı, gelişmemiş ülkelere ve kıtalara yayma bahanesiyle, buraları sömürgeleştirmekte, geri kalmışlıklarını sürdürecek önlemler almakta, kalkınmalarını önlemekteydi. Bu ülkeleri birbirine kırdırarak kendi çıkarları doğrultusunda savaşa sokmakta, onlara silah satmakta ve içişlerine karışmaktaydı. Batı-Osmanlı ilişkileri bu koşulların baskısı altında gelişmişti. Osmanlı İmparatorluğunun ülke bütünlüğü ile ilgilenmeyen Batı, artık Osmanlının tüm yaşam güçlerine ve kaynaklarına egemen olmuştu. Batının büyük devletleri, eski deyişle "Düvel-i Muazzama", kendi aralarında anlaşamadıkları ve kurdukları ve dengenin bozulmasını istemedikleri sürece Osmanlı İmparatorluğu yaşamını sürdürebilmekteydi. Çünkü imparatorluk, öz ve iç dinamiği ile kendini kurtarma gücünden yoksundu. Ayrıca yer yer çok uluslu yapısından bağımsızlık ve ayrılma girişimleri de vardır. Bu girişimler Yunan ayrılmasından sonra (1829), özellikle Balkanlar'da sarsıntılı ihtilal eylemleri niteliği kazanmıştı. Büyük devletler bu eylemleri çıkarları doğrultusunda desteklemekteydiler.


Osmanlı İmparatorluğu 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanmıştır. 1874'te devlet mali iflasın eşiğine gelmiş ve vadesi gelen borç taksitinin ancak yarısını ödeyeceği açıklanmıştır. Ancak bu söz yerine getirilememiştir.


1876 Temmuzunda Sırbistan ve Karadağ Osmanlı'ya savaş ilân etmiş, Çarlık Rusya'sı işe karışma gereğini duymuş ve Babıali'yi mütarekeye zorlamıştı. Rusya'nın Balkan işlerini Panslavist bir tutumla çözmesinden telaşlanan Batılı devletler ise işe karışmışlar ve İstanbul'da bir konferans toplanmasını kararlaştırmışlardı. Taşkızak Tersanesindeki Bahriye Nezaretinde toplandığı için Tersane Konferansı diye bilinen Konferansta hem Balkan sorunları, hem de Osmanlıdan istenen ıslahat ele alınacaktı. Konferans, 23 Aralık 1876 günü açıldı. Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Almanya, Rusya ve delegeleri görüşmelerini sürdürürlerken şiddetli top sesleri duyunca şaşırdılar. Hariciye Nazırı Saffet Paşa durumu açıkladı: 'Padişah II. Abdülhamit yeni bir rejimi, Meşrutiyet rejimini ilan etmektedir. İmparatorluğu oluşturan etnik unsurların özgürlükleri bu yeni idare şekli ile güvence altına alındığında, böylesine bir devrim karşısında bu toplantıya artık gerek kalmamıştır'.


Bu kısa konuşmadan sonra Osmanlı delegeleri toplantıyı terk ederler. Aynı gün Babıali'deki törende Padişah'ın Kanun-i Esasi'yi (Anayasayı) bildiren iradesi okunur ve 1876 tarihli ilk Osmanlı anayasası yürürlüğe girer. Yabancı delegeler bu tür bir açılış gösterisini yersiz ve "çocukça" bulmuşlardır. Bu gibi eylemler Osmanlının Batışını frenleyememiştir.

İstanbul Ayastefanos (Yeşilköy) Rus Zafer anıtı


'93 Harbi' olarak bilinen 24 Nisan 1877'de başlayan Osmanlı-Rus Savaşında Osmanlı ordusunun yenilmesi ve Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayanması üzerine 31 Ocak 1878'de Edirne Mütarekesi imzalandı. Savaşın sonunda koşulları çok ağır bir barış antlaşmasını imzalamak zorunda kalmış olan Osmanlı bir de Rusların  İstanbul Yeşilköy'de zafer anıtı dikmelerine rıza göstermek zorunda kaldı. Bu olaydan 13 gün sonra II. Abdülhamit meclisi süresiz tatil etti. 1878-1908 arasında süren "İstibdat" döneminde anayasanın temel hükümleri uygulanmadı.


Savaş sırasında, Osmanlı yönetimi yeni bir mali bunalıma sürüklenmişti. Bu yüzden Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri'nden almış olduğu iç borçlarını da ödeyemeyeceğini açıkladı. Alacaklı Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti içerisinde kurdukları İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Hollandalı, Avusturyalı ve Galata Bankerlerini temsilen 7 üyeden oluşan  'Düyun-u Umumiye' (Genel Borçlar) İdaresi ile vergiler toplayarak alacaklarını tahsil etme yoluna gittiler. 


O dönemde İngiltere ve Fransa, kıtalararası büyük sömürge imparatorlukları kurmuşlardı. Bu iki devlet Avrupa gibi göreceli olarak küçük bir kıtadan ortaya çıkmıştı. Buna karşın, Atlantik kıyılarında bulunmanın getirdiği jeopolitik kolaylıklardan fazlasıyla yararlanarak, denizler ve okyanuslar üzerinde birçok bölgeyi Batı Avrupa merkezli sömürge imparatorluklarına bağlayarak bir  hegemonya düzeni oluşturmuşlardı. Büyük Britanya ve  Fransa işbirliğine karar vererek 8 Nisan 1904'te Batı Avrupa merkezli İtilaf (Uzlaşma) adlı bir güçbirliği oluşturdular. Büyük Britanya İmparatorluğunun gözü Orta Doğu'da daha doğrusu altında yatan petrollerindeydi. Ancak o topraklar Osmanlı İmparatorluğunun egemenlik alanı içerisindeydi. Ön çalışmalarla yetenekli İngiliz ajanları Osmanlı'nın zayıf noktalarını belirlemişlerdi. O süreçte, altın sandıklarıyla Arap şeyhlerinin Osmanlı'ya karşı ayaklandırılabileceği  anlaşılmış oldu. Akdeniz'e inmeyi kafaya koymuş Ruslar da Boğazlardan rahatça geçiş hakkı elde edebilmek için İngiltere-Fransa işbirliğine katıldılar. İtilaf Devletleri böylece oluştu.


İtilafın, özellikle İngiltere'nin genişleme niyetleri Osmanlı Devleti ile Almanya'nın egemenlik alanlarına girmekteydi.  O nedenle Almanya, İngiltere ve Fransa'nın ikili Atlantik gücünü dengelemek üzere Osmanlı devleti ile bir askeri anlaşma imzaladı.


28 Haziran 1914'te patlak veren 1. Dünya Savaşı, “Dünyanın ilk Petrol Savaşı” olarak da bilinir. Osmanlı başlangıçta savaşa katılmadı. Ama Orta Doğu petrollerine sahip olma amacıyla İngiltere'nin gözü Osmanlı Devleti'nin topraklarındaydı. 


İngilizlerle ilişkilerin bozulmasının başlangıcı


Osmanlı Devleti 1910'larda İngiltere'ye 7 milyon lira (4 milyon sterlin) ödeyerek iki savaş gemisi sipariş etmişti. Bu gemilerin alınabilmesi için yeterli bütçe olmadığından geniş çapta bir bağış kampanyası düzenlenmiş, zamanın olanaklarıyla kahvelerde, halkın toplu olarak bulunduğu yerlerde, müsamere ve eğlencelerle sürekli olarak para toplanıyordu. Bayram gibi vesilelerle öğrencilerin ellerine kumbaralar veriliyor ve bu kumbaralarla para toplanıyordu. Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu. 


Reşadiye ve Sultan Osman adı verilen savaş gemileri 2 Ağustos 1914'de teslim edilecekti. "Hamidiye Kahramanı" Binbaşı Rauf (Orbay) bey gemileri teslim almaya gönderildi. Ancak İngilizler iki gemiye el koydular, ödenmiş paraları da geri vermediler.  Gemiler teslim edilmiş olsaydı Osmanlı donanması Ege ve Akdeniz'de Yunanistan'a karşı  koyabilecekti. 


Rauf (Orbay) Bey anlatıyor: “....Geminin son taksiti olan yedi yüz bin Lira da ödenmişti. İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin, bize teslimi konusunda anlaşmıştık. Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreni zamanından yarım saat önce İngilizler Sultan Osman’a el koydular...Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı....”


İngilizlerin bu düşmanca tutumu Osmanlı'da İngiltere karşıtlığını artırırken İttifaka katılma fikrini de güçlendiriyordu. Zaten Osmanlı'nın İtilaf içerisinde olması ne Ortadoğu'yu ele geçirmeyi hedefleyen İngilizlerin ne de Boğazlar üzerinde emelleri olan Rusların işine gelirdi.


İtilaf devletleri, Osmanlı savaşa girmeden dört ay önce tamamen Osmanlı Hükûmeti zararına bir Ermenistan Cumhuriyeti kurulmasına da karar vermişlerdi.


Öte yandan Yunanistan; İngiltere ve Fransa’nın yanında savaşa girerse Ege Adaları üs olarak kullanılabilecekti. İngilizler, Yunanistan’ı Osmanlı Devleti'ne karşı savaşa sokmak istiyorlardı. Yunanistan’a vaat ettikleri yer ise İzmir’di. Yaptıkları gizli anlaşmaları mimarıysa İngiliz milletvekili ve yarbay Mark Skyes idi. Sykes, Osmanlı'nın Ortadoğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören  16 Mayıs 1916'da Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan Sykes-Picot antlaşmasının da mimarlarındandı.


Atatürk'ün 1. Dünya savaşı ile ilgili öngörüleri


33 yaşındaki Yarbay Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe iken, Şam’da görevli sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a mektupla 1914 başlarında, savaştan çok önce, durumu ve geleceği anlatıyor:


“Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimizin bir de mevki ve şöhret peşindeki hırsları yüzünden ne hale geldiğimiz aşikârdır. Binaenaleyh bu mevzuda fazla izahata lüzum görmüyorum. Bundan sonra da fena günler göreceğimizden şüphe edilmemelidir. Yüzyıllardan beri Hristiyan tebaasından çektiklerimiz henüz bitmeden, birbirine zıt olan Pan-İslam ve Pan-Turan hayalleri icat edilerek bunlarla, zaten güç olan durumumuz büsbütün karıştırılmaktadır. Milliyetçilik dünya yüzünde o kadar çok inkişaf etti ki, emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğuna dayanmayan devletlerin dağılması mukadder görülüyor. Hala Anadolu’da Suriye ve Irak’ta bir Hristiyan azınlığı vardır. Bunların iddiaları eksilmemiştir. Bir de büyük bir Arabistan davası çıkmıştır ki bununla İngiltere, Fransa; Arap çoğunluğu olan yerlerimizi bizden ayırıp kendilerine müstemleke yapacaklardır. İçimizde bir de Arap milliyetçiliği alıp yürümüştür. Bunlardan kültür ve din birliğine inanmayanlar vardır ki bunların menfaati bakımından büyük devletlerin âleti olacaklarından şüphe edilemez. Buna mukabil çoğunluk temiz bir milliyetçilik davası içindedir. Bunlarla görüşüp Arap meselesine bir çözüm noktası bulunabilir. Arap meselesi bundan sonra iç siyasetimizin en önemli meselesi olmuştur. İçerde azınlık ve Arap meselesi dururken, hangi teşkilât, hangi vasıta ile dışarıda Pan Turanizm ve Pan İslamizm umdelerini tahrik edebilir. Üstelik henüz içimizde bunlara bir istikamet verilmemiş iken… İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolumuz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbulumuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.


Ali Fuat (Cebesoy) anlatıyor: "Bundan sonraki yazışmalarımızda, Arabistan’a verilecek idare şekli, daha sonra Arabistan’ın istiklâli hakkındaki düşüncelerimize yer verilmişti. Umumi seferberlik ve harbe girişimizdeki acelecilik, Mustafa Kemal Bey’in fikrine asla uymuyordu. O, tedrici bir seferberlik ve harbe mümkün olduğu kadar geç girilmesini istiyordu. Onun fikri Türk Başkumandanlığının fikrine katiyetle uyuşmuyordu. Mustafa Kemal Bey’e göre; harp, Avrupa’da yıldırım süratiyle bitmeyecek, tersine olarak Orta Avrupa devletlerinin taarruzları, Doğu ve Batı’da bir hatta duracak ve burası müstahkem mıntıkalar haline getirilecek ve hangi taraf bir dış müdahale temin ederse, o taraf kazanacaktır. Bu durum yıllarca sürebilir."


Atatürk'ün  Sofya'dan mesajı:

"Halil (Menteşe) Bey buradadır ve Bulgaristan’la ittifak görüşmelerinde bulunuyor. Bulgarlar bu sırada bizimle ittifak yapmazlar... Görüşmelerde bulunuyor duygusunu vermek işlerine geldiği için böyle davranıyorlar. İşlerine gelmeyince Kral veya Meclis kabul etmiyor diyerek konuşmaları keserler... Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim...  Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmasını isterim.(1914 Ağustos ayı içinde Doktor Tevfik Rüştü Aras’a Sofya'dan gönderdiği mektuptan alıntı)

"Hangi tarafın galip geleceğine dair fikri kanaatimi söylemekten sakınırım. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur; Almanlar büyük ve hayret verici bir saldırıyla, birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu –arkası İsviçre’ye olmak üzere - sıkıştırdı. Bunun, Almanların tek maksadı olduğunda ve onu da başardıklarında herkes fikir birliğindeydi. Ve bütün kâinat artık son ve kati meydan muharebesini ve onun neticesini bekliyordu. Hâlbuki bu neticeye karşılık, Alman ordularının Fransız ordusu karşısında yüzlerce kilometre geri çekildiği görüldü. Doğuda Ruslarla Almanlar ve Avusturyalılar arasında cereyan eden vakalarda, Doğu Prusya’da Ruslar bozuldu, fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor, batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Dolayısıyla Alman ordusu serbest değil. Doğuda Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur. Vaziyeti şöyle yorumlayabiliriz: Almanlar Fransız ordusunu kati meydan muharebesiyle henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Rus kuvvetleri karşısında daha fazla mukavemet edemeyeceğini görerek batıda bütün ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu bırakarak kalan ordularıyla doğuya yönelip, Avusturya ordusuyla birlikte Rus ordusunu vurmak istiyorlar. Pek güzel! Fakat bu defa, Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım talebine mecbur olursa bu defa gene doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı yönelinecek?! Ve böyle mekik gibi, bir doğuya bir batıya gide gele Alman ordusunun hali nice olur?(Sofya'dan güvenilir bir dostuna yazdığı 17 Eylül 1914 günlü mektubundan alıntı)


Osmanlı savaşa giriyor


Osmanlı, bütün bunlara karşın savaşa girmemişti. Ama İngiliz oyunları ne güne duruyordu? Eylül 1914'de İngiliz Donanması’na ait savaş gemileri Çanakkale Boğazı girişini gözetim altında tutmaya başladılar. Buna karşılık Enver Paşa’nın emri ile Çanakkale Boğazı tüm yabancı gemilere kapatılarak Boğaz girişi mayınlandı. Bu Rusya’yı zor durumda bıraktı. Rusya'nın Boğazlara hayati ihtiyacı vardı.


O sırada İngilizlerden kaçarak Osmanlıya sığınan Alman Göben ve Breslau savaş gemileri, Amiral Wilhelm Souchon kumandasında 29 Ekim 1914'de Rusların Sivastopol ve Odessa limanlarını bombaladılar. Osmanlı böylece 1. Dünya Savaşına İttifak Devletlerinin safında katılmış oldu.


Mart-Nisan 1915 tarihinde Londra'da toplanan konferansta, İngiltere ve Fransa ortak bir karara vararak İstanbul ve Boğazlar bölgesinin Rus egemenliğine geçmesini onayladılar.


İngiltere'de Sir Maurice Bunsen başkanlığında "Asya Türkiyesi'ni İnceleme Komisyonu" 30 Haziran 1915'te hazırladığı raporunda Osmanlı topraklarının Suriye, Filistin, Ermenistan, Anadolu/Türkiye ve Irak adıyla beş büyük bölgeye/özerk vilayete bölünmesini önerdi. Ayrıca Akdeniz'den Basra Körfezi'ne uzanan hat üzerinde stratejik noktaların doğrudan veya dolaylı yollarla kontrol altına alınmasını şart koştu. Bunun da yolu Filistin ve Irak'ın tamamen işgal edilmesinden geçiyordu. Dış İşleri Bakanı Lord Curzon'a göre İngilizlerin gözünde Hindistan'ın batı sınırları Fırat nehri boyunca uzanmaktaydı ve ancak Musul vilayeti aracılığıyla denetim altına alınabilirdi. Böylece İngiltere savaş sonrası Asya Türkiyesi'nde (Musul dahil) petrol başta olmak üzere bütün ekonomik imtiyazları ele geçirebilecekti. İngiltere'nin adı geçen bölgelerdeki hakimiyetini müttefikleri Fransa ve Rusya'ya kabul ettirmesi gerekiyordu. 16 Mayıs 1916'da Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan gizli Sykes-Picot Antlaşmasına göre;

  1. Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,

  2. Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana,  Antep,  Urfa,  Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,

  3. Britanya'ya Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.

  4. Fransa ile Britanya'nın elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,

  5. İskenderun serbest liman olacak,

  6. Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.

    Sykes-Picot Antlaşmasına göre Doğu Anadolu ve Orta Doğu'nun paylaşımı


Devrimde savaştan çekilen Rusya'da Lev Troçki gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917'de İzvestiya gazetesinde dünya kamuoyuna açıklayacaktı.


Mustafa Kemal savaşın içinde olmak istiyor

Mustafa Kemal, Sofya'dayken Kasım 1914’te, Başkomutanlık Vekaleti’ne müracaat ederek cephede aktif bir göreve getirilmek istemiş, “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya Ateşemiliterliği’ni daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz” yanıtını almıştır. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Aralık 1914’te Sofya’dan Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir doğrudan mektup yazarak cephede aktif görev alma isteğini yenilemiştir: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.


Atatürk Sofya'dan anlatıyor:

"Biz hedefimizi tayin etmeden umumi seferberlik ilan ettik. Bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı bir tarafa mı, yoksa birçok tarafa mı vuracağız. Malum değildir. Koskoca bir orduyu uzun müddet hareketsiz, elde atıl bir vaziyette bulundurmak da çok zordur. Dolayısıyla sen de düşünecek olursan, vaziyetin ne kadar vahim olduğunu anlayabilirsin....Almanların vaziyeti hakkında askeri görüşe gelince: Ben Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına katiyen emin değilim. Gerçi bir sürat-i berkiye ile ahen kalelerini devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler (Gerçi bir şimşek hızıyla demir kaleleri devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler) Fakat Ruslar da Karpatlar’a dayanmışlar ve Almanların müttefiki olan Avusturyalılara baskı yapmaktadırlar. Bu nedenle Almanlar bir kısım kuvvet ayırarak Avusturyalılara yardım etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu defa Fransızlar kendi karşılarında bulunan Almanların kuvvet ayırdığını görerek karşı taarruza geçecekler ve Almanlara baskı yapacaklardır. Kendilerinin sıkıştırıldığını gören Almanlar, bu defa da Avusturyalılara gönderdikleri kuvvetleri çağırmak mecburiyeti karşısında bulunacaklardır ki, bu şekilde zikzakvari hareket edecek olan bir ordunun akıbeti pek feci ve vahim olacağından, ben bu harbin neticesinden emin olamıyorum." (1914 Aralık'ta Sofya'dan çocukluk ve silah arkadaşı Salih (Bozok) Bey'e yazdığı mektuptan alıntı)


Osmanlı savaşa ne halde girmişti? 


Osmanlı, Balkan Savaşı’ndan yeni çıkmıştı. Yeterli hazırlıkları yapma olanağı ve zamanı olmadığından I. Dünya Savaşına ekonomisinin çöktüğü bir dönemde girmişti. En önemlisi yanlış kurmay yönetimlerinden dolayı  savaşının ilerleyen dönemlerinde büyük olumsuzluklarla ve felaketlerle karşı karşıya kaldı. Dokuz cepheye bölündüğü böyle büyük çaplı bir savaşın altından kalkamadı.


Açlık ve hastalıklar savaştan daha çok ölüme neden oldu. Ülke çapında asker-sivil açlık ve salgınlardan dolayı 3 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Kimse kesin olarak ne kadar asker kaybedildiğini hesaplayamadı. Ordu defterlerine göre Osmanlı ordusunun asker sayısı 2 850 000 idi. İlginç olan, hastane kayıtlarına göre hastaneye sevk edilenlerin sayısının 3 155 138 olmasıydı. Aslında hastaneye de götürülmeden tedaviler yanında bazılarının birden fazla kez hastaneye sevk edildiği de olmuştur mutlaka. Yine de askerde olanlar daha şanslıydı. Onların doktor ve hastane görme şansı çok daha fazlaydı.


Yapılan araştırmalara göre salgınlar sivil halkın da baş düşmanıydı. Savaş sırasında orduda doktor olarak görev yapan Tevfik Sağlam (Türk bilim adamı, askeri hekim. Türkiye Verem Savaş Derneği’nin kurucusu ve önderi) askerin baş düşmanının tifo, suçiçeği, veba, lekeli humma, kara humma gibi salgın hastalıklar olduğunu anlatır.  En öldürücü hastalık sıtmaydı. Daha sonra dizanteri, tifüs ve diğerleri geliyordu. O dönemde bu hastalıkların tedavisi neredeyse yoktu. Bir yerde salgın başladıktan sonra kontrolü mümkün olamıyordu. Tifüs ve dizanteri teşhisiyle hastaneye yatanların  %27’si ölüyordu. Resmi rakamlara göre 4 yıl boyunca salgın hastalıklardan ölenler en az 500 bindi. Cephede çatışarak ölenler de en fazla bu kadardı.


İstanbul’dan yaya olarak yola çıkan askeri birliklerin binlerce kilometre ötedeki cepheye çok azı ulaşabildi. Osmanlı askerinin korkulu rüyası hiç bitmeyen yürüyüşlerdi. Savaş yıllarında demiryolları çok az, deniz yolu sınırlı ve çok tehlikeliydi. Çünkü İtilaf Devletleri’nin donanması denizlerde cirit atıyordu. Bu yüzden askerler cepheye genelde yaya olarak intikal ediyorlardı. İstanbul’dan Irak cephesine giden bir asker yaklaşık olarak 2 aylık bir yürüyüş sonrası cepheye ulaşabiliyordu. Yine Osmanlı ordusunda asker olan Bartınlı Hamit Efendi’nin naklettiğine göre kendisi 1915 yılı Mart ayında İran’ın Revandiz şehrinde Ruslar’la savaşan birliklere katılmak için yola çıkmış ancak 50 günde birliğine katılabilmişti. Askeri kayıtlara göre bir asker günde ortalama 20-30 kilometre yürütülüyordu.


Mustafa Kemal Sofya'da İstanbul'a döndüğünde, 1915 Ocak sonunda Harbiye Nazırlığı’nda Asım (Gündüz) ve Ali İhsan (Sabis) Beyleri ziyareti sırasında şunları söyler:

- "Yahu! Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?


Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. M. Kemal, Enver Paşa’dan randevu alır ve görüşür. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkar. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli olur. Tekrar Asım ve Ali İhsan Beylerin yanına dönünce:

“- Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde” der.


M. Kemal kâğıt ister. Sonra masaya oturur ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazar ve Harbiye Nezareti’ne rapor olarak verir.  Bunlar vatandan uzak kalmış genç bir Türk yarbayın analiz ve önceden seziş gücü ve öngörüleridir.


Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltlerinde; “Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.” cümlesinin altını kırmızı kalemle çizmişti ve yanına da çok önemli olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu.  Cümle “ihtiyat” (ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma) ve “tedbir” (bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma-önlem) hakkında idi…


Padişah 2. Abdülhamit'in evhamından donanma Haliç'te çürüdüğü için  Osmanlı denizlerde yetersizdi. Uçakları da çok azdı. Bu nedenlerle İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemileri savaş boyunca denizlerden ve limanlardan asker, personel ile birlikte her türlü malzemeyi çıkardılar, ikmal yaptılar. Sarıkamış'ta dondurucu soğuklarda çarpışacak askerlere gönderilen kışlık kıyafet taşıyan iki gemi koruma eşliğine alınamadıkları için batırıldılar. Onbinlerce asker soğuktan dondu.


Atatürk İngilizlerle ilk kez karşı karşıya

İç karışıklıklarla başa çıkmaya çalışan Rus Çar’ının destek isteği üzerine İngiltere ve Fransa,  hem Rusya’ya yardım ulaştırabilmek, hem de Osmanlı Devleti’ni bir an önce saf dışı bırakıp savaşın erken bitmesini sağlamak için Çanakkale’yi geçerek İstanbul’u işgal etmeye karar verdiler. 1915 yılı başında, İngiliz ve Fransız ortak güçlerinden oluşan muazzam bir donanma Çanakkale’ye gönderildi. İtilaf donanması 18 Mart 1915'de Boğazı geçmeye çalıştı ancak ağır yara alıp geri çekildi.


26 Mart 1915'de Çanakkale Cephesindeki Osmanlı 5. Ordusunun başına Alman Liman von Sanders gelmişti. Deniz savaşını kaybeden güçlü ve mağrur İngiliz Ordusu Ian Hamilton komutasında Gelibolu'ya 75 bin kişilik bir kuvvet çıkarmaya hazırlanıyordu. Liman Paşa, Türk Komutanların muhalefetlerine rağmen bütün tümenleri, biri dışında, İngilizlerin çıkarma yapacağını tahmin ettiği Saros Körfezi tarafına yerleştirdi. Ancak 25 Nisan 1915'de İngilizler yarımadanın güneyine Seddülbahir ve Arıburnu'na çıktılar. Liman Paşa, Gelibolu'ya gelmeden önce Türk Komutanların aldığı  önlemlerini bozup bu bölgede sadece kıyıda gözcü Türk taburu bıraktırmış, arkada epey uzakta Osmanlı ordusunun geri kalan tek tümenini ihtiyat olarak tutmuştu. O tümenin komutanı Yarbay Mustafa Kemal düşman çıkarmasını haber aldı. Liman Paşa ise, İngilizlerin kandırmaca manevralarına aldanıp çok uzaklarda yarımadanın kuzeyinde, en dar yerinde maiyetiyle birlikte Bolayır'daydı. Mustafa Kemal, Liman Paşa ile temas kuramadı ve  emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Düşman kuvvetleri, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerlemişlerdi. Önde Yarbay Mustafa Kemal, birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine ulaştı. Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar Mustafa Kemal'in harekete geçirmiş olduğu 57. Alay Conkbayırı’na yetişti. Düşman 25-26 Nisan'da çıktığı kumsala geri püskürtüldü.

Yarbay M. Kemal'in kazandığı başarılar üzerine Liman Paşa bütün kuvvetleri  onun komutasına verdi. 1-9-10 Mayıs'ta Arıburnu, 30 Mayıs'ta Ağıldere, 4-5 Haziran'da Arıburnu, 6-7-8 Ağustos'ta Arıburnu, 9 Ağustos'ta Anafartalar, 10 Ağustos'ta Conkbayırı, 16 Ağustos'ta Kireçtepe, 21-22 Ağustos'ta 2. Anafartalar  savaşlarında Mustafa Kemal yenilmez olarak kabul edilen İngilizleri yendi. Cepheye geldikten beş hafta sonra 1 Haziran 1915’te albay, 1 Nisan 1916'da paşa rütbelerine terfi edilmiş, Anafartalar Kahramanı ünvanını, Gümüş İmtiyaz Madalyası, Altın ve Gümüş Liyakat Madalyaları, Alman Demir Haç madalyası almıştı. AYRINTILARI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


İngilizler Gallipoli'yi unutamayacaklardı

Anzak çıkarması sabahı 27. Alay bölgesinde düşmanı karşılarken 2. bir kol boş alanda Kocaçimene doğru ilerliyor. Bu durumu gösteren panaromik harita


Akdeniz Yurtdışı Seferi Kuvvetler komutanı General Sir Ian Hamilton, Anafartalar Savaşı'ndan sonra İngiliz Savaş Bakanı Kitchener’e çektiği telgrafta, “Dün sabah Ece Limanı’ndan Büyük Anafarta’ya kadar olan bölgeyi zapt edemeyişimize yeterli bir neden bulamamaktayım.” demekteydi. İngilizler iki kez 'sürpriz' silahını kullanmaya kalkışmışlar, ancak arazinin sarplığı, planlanma yanlışlığı ve komutanlarının kararsızlığı yüzünden başarısızlığa uğramışlardı. Üstelik, önceden hor gördükleri Türkler bu silahı kendilerine karşı çevirmişlerdi. İngilizleri şaşırtan, savaşın tam can alıcı anında  ve yerinde, askerlikteki ustalığı kendilerinden üstün olan bir Türk komutanın ortaya çıkışıydı. Mustafa Kemal strateji bilgisinin temellerini kavradığı kadar askerlerinin ruhunu da anlamıştı. Türk psikolojisini Türk'ün bir kere başındakilere güvenip de kanı kızıştıktan sonra, nasıl azimle, kıyasıya döğüşebileceğini biliyor, bundan yararlanmayı da iyi başarıyordu.  İngiliz resmi tarihçisinin deyişiyle: "Tek bir tümen komutanının üç ayrı sefer de kazandığı başarıların, sadece bir savaşın gidişi üzerinde değil, bütün bir seferin akıbeti ve hatta bir milletin kaderi üzerinde bu derece derin bir etki bırakması, tarihte eşi çok az görülmüş bir olaydı." Hamilton, kuvvetlerini Gelibolu'dan çekip giderken son raporunu: "Karşımızdaki ordu, kahramanca dövüşen ve mükemmel yönetilen asıl Türk ordusudur" diye bitiriyordu.


İngiliz Korgeneral William Birdwood ve Atatürk

Korgeneral  (Lieutenant-general) William Riddell Birdword 1915'de  Gelibolu'da Anzak Kuvvetlerinin Komutanıydı. Kasım 1918'de Atatürk'ü İstanbul Pera Palas'ta ziyaret etti.


Birdwood çok saygılıydı. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardı. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “Paşa bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak istedi:
-“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?
Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısıyla böbürlenebilirdi. Oysa o, tıpkı ilerde Trikopis’e davranacağı gibi, yenilginin ezilmişliği altındaki generalin onurunu korumak istedi.
-"Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var, tarih yazar.”
Birdwood ricasını yineledi:
-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”
Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem istedi; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzattı. Mustafa Kemal bir kroki çizdi, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;
-“... tarihinde karaya çıktınız,  ..... saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?
Birdwood yanıtladı:
-“Askerlerimiz çok yorulmuştu.”  


Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizdi:
-“Siz .... günü şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?
-“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.”
Atalarımızın yaralıya kurşun atılmaz deyişine uygun olarak Mustafa Kemal de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirdi:
-“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.
Birdwood ayağa kalktı, Mustafa Kemal’i kucakladı:
-“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.”
dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:
-“İzin verir misiniz bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.”
dedi ve sakladı.

Atatürk öldüğünde, Birdwood rahatsızlığına rağmen İngiltere Hükümeti’nin baş temsilcisi olarak Ankara’ya geldi. Savaşta sakatlanmış bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürüdü. Ayağı ağrımaktaydı. Atatürk'ü geçici kabrine götürülecek olan tabutun geçişini Halkevi (şimdiki Türk Ocağı) binası balkonundan izlerken kılıcından destek alarak ayağa kalktı, elindeki asayı kaldırarak Atatürk’ün naaşını, bir miktar toprak getirtip üzerine basarak, selamladı. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktaydı.


Ankara’da olduğu günlerin birinde Türk yetkililerin bulunduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koydu ve yukarıdaki anıyı anlattı onlara.


İngilizler, Araplar ve Mustafa Kemal Paşa


İngiltere, Filistin'i ve Irak'ı ele geçirmek için savaş boyunca yerli unsurları yanına çekmeye çalıştı. Ermeniler, Araplar ve Kürt aşiretleriyle ittifaka varan ilişkiler geliştirdi. İngilizler Orta Doğu ve Doğu Anadolu'da Osmanlı Devleti'ni zayıf düşürmenin önemli bir yolunu bulmuşlardı: Ermeniler, Araplar ve Kürtleri  Türklere karşı kullanmak.


İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girdiği 1914 Kasım’ından birkaç gün sonra Şattülarap’ın ağzındaki Fav Yarımadası’nı işgal ettiler. Irak Operasyonu’na, İngiliz askerî çevrelerinde “Mezopotamya seferi” ismi verilmişti. Operasyona katılan askerlerin çoğu bölgeye Hindistan’dan sevkedilmişti. Irak’ta iki sene boyunca kanlı çarpışmalar yaşandı.


I. Dünya savaşında 25.000 kişilik Osmanlı ordusunun 28 Ocak 1915’te Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz Ordusuna saldırısı hezimetle sonuçlandı. Şehit, yaralı ve kayıp sayısı 1.410’du.


Savaşta Yemen'e gönderilen 4 tümen askerden neredeyse dönen olmadı. 


II. Abdülhamid tarafından 1908'de Mekke Şerifi olarak atanmış olan Hüseyin bin Ali,  Osmanlı'ya karşı isyan etmesi için İngiliz ajanları tarafından altınlarla satın alındı. Araplar Hüseyin komutasında, 5 Haziran 1916’da Mekke'deki Türk Garnizonuna aniden saldırdılar. Cidde Sancağı  16 Haziran 1916’da 45 subay, 140 er, 16 top ve makineli tüfekle birlikte Araplara teslim oldu. Hüseyin 9 Temmuz’da Mekke’yi ve 22 Eylül 1916’da Taif’i ele geçirdi.

Kanal harekatına katılan İzmir alayı subayları


27 Temmuz 1916’da 4. Osmanlı Ordusu’nun Albay von Kress komutasında 10.000 kişilik bir kuvvetle  giriştiği İkinci Kanal Seferi de yenilgiyle sona erdi. Osmanlı Devleti’nin Büyük Britanya kontrolündeki Süveyş Kanalı’na 3-5 Ağustos 1916 da yaptığı son saldırı  olan Romani Muharebesi de yenilgiyle sonuçlandı.


Osmanlı Ordusu, Gazze’ye kadar sürecek olan bir geri çekilişe başladı. 14 Ağustos 1916’da El-Ariş’te toplandı. İngilizler, 22 Aralık 1916’da başlayan genel karşı saldırı ile  El-Ariş’i de ele geçirdiler, Osmanlı  birlikleri Sina Çölü’nden tamamen çekilerek bu kez Gazze-Şeria-Beerşeba hattında savunma için  mevzilendiler.


1917 Ocak ayında İngilizler Kızıldeniz'deki El-Vecih’i bombalayarak Mısır ve Sudan askerlerini Hicaz'a çıkardılar. Sahili korumakla görevli akıncı alayı  Mekke İsyanını başlatan Şerif Hüseyin'in üçüncü oğlu Emir Faysal kuvvetlerinin tarafına geçti. El-Vecih Arap asilerin üssü haline geldi. 


Irak Cephesi’nde Türk birliklerinin 1916’da Kutülâmâre’de zafer kazanıp bazı İngiliz generalleri esir etmesinin ardından İngiliz birlikleri toparlanıp 1917 yılı başında saldırıya geçtiler. Sıcak, kolera,  ilaç ve cephane eksikliği kuvvetlerin azmini kırarken İngilizlerin bağımsızlık vaatlerine ve altınlarına kanan pek çok Arap kabilelerinin hesapta olmayan saf değiştirmeleri de cephenin kaderini değiştirmeye başlamıştı.


11 Mart 1917’de Halil (Kut) Paşa’nın komutasındaki Osmanlı askerleri Bağdat’ı boşaltırken General Maude yönetimindeki İngiliz birlikleri kente girdiler. Bağdat’ın İngilizler tarafından işgali İngilizlerin Araplar üzerinde etkilerini artırmalarını sağladı, Arapların Türklere olan güvenlerini azalttı, Arap ayaklanmaları baş gösterdi. Samarra’yı da ele geçiren Britanya Ordusu, Tikrit’e kadar ilerlediler. Irak’ın Musul dışında tamamına İngilizler hakim oldu. 


27 Haziran 1917'de Bağdat'a geri almayı görüşmek için Enver, İzzet, Cemal, Halil ve Mustafa Kemal Paşalar Halep'te toplandılar. O sırada Filistin-Suriye-Irak cephelerini savunan Yıldırım Ordular Grubunun başında General Erich von Falkenhayn bulunuyordu. 


Mustafa Kemal Paşa ve Cemal Paşa, Bağdat harekatından vazgeçilmesini ve Filistin'de savunmada kalınmasını istediler. Ancak Enver Paşa, Alman generaline ve Alman yardımına güvendiğini belirterek “Bu harekattan vazgeçmenin imkanı yoktur” dedi. (Cemal Paşa, Hatıralar, Alpay Kabacalı, s. 214)
Falkenhayn da önce Bağdat'a saldırmak istiyordu. Ama cepheyi görünce bu düşüncesinden vazgeçti. Tüm birliklerin kendi emrinde Filistin'e taşınmasını ve Bağdat'a değil Filistin'e saldırılmasını önerdi.
Halep toplantısı sonunda Enver Paşa, Yıldırım Orduları'ndan sadece bir tümeni Filistin'e göndermekle yetindi. Böylece büyük bir kuvveti boşu boşuna iki ay Halep'te bekletti. (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, C.III, Kısım 3, s. 417-421)


Cemal Paşa, Bağdat harekatında direten Enver Paşa'yı, çok ağır biçimde eleştiriyordu. Aralık 1914'teki Sarıkamış taarruzunun Kafkas ordumuzu mahvettiğini, böylece Erzurum'un Ruslara kaptırıldığını, sonradan Rusların, Sivas ve Erzincan arasına kadar ilerlediğini belirtiyor, Kut'ül Amare'deki zaferimizden sonra Irak ordusunun bir kısmının İran'da fetihlerle görevlendirilmesinin Bağdat'ın düşmesine neden olduğunu; şimdi de Kudüs ve özellikle Filistin tehlikedeyken son kuvvetlerimizle Bağdat'ın geri alınmak istenmesinin Kudüs, Filistin ve belki de bütün Suriye'nin kaybedilmesine yol açacağını söylüyordu. (Cemal Paşa, Hatıralar, Alpay Kabacalı, s. 215).


Cemal Paşa, Enver Paşa'yı kararından vazgeçiremeyince istifa etmeyi düşünüyordu. Enver Paşa'nın Bağdat harekatı düşüncesine en çok karşı çıkan Mustafa Kemal Paşa'ydı. Cemal Paşa Arap cephesine Mersinli Cemal Paşa'nın, Filistin cephesine de Mustafa Kemal Paşa'nın getirilmesini ve Falkenhayn'ın ordu komutanlığından alınıp komutanın kendisine verilmesini istedi. Ancak Enver Paşa kabul etmedi. (Cemal Paşa, Hatıralar, Alpay Kabacalı, s. 228,229. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, C.III, Kısım 3, s. 430,431).


Gazze Muharebelerini kaybeden İngiliz General Murrey, Haziran 1917'de geri çağrıldı. 28 Haziran 1917’de  Filistindeki İngiliz kuvvetlerinin başına General Admound Allenby geçti.


Akabe 6 Temmuz 1917’de Arap asiler tarafından ele geçirildi.  Akabe’nin kaybında sadece asiler değil, İngilizler ve  özellikle Lawrence da aktif rol oynadılar. Akabe’nin düşmesi Mısır’daki İngiliz kuvvetlerinin Arap isyancılarla doğrudan bağlantı kurmalarını sağladı böylece düşmanın Hicaz ile Sina cepheleri birleşti. Şerif Faysal karargâhıyla buraya gelerek Allenby’nin emrinde bir ordu kumandanı gibi görev yapmaya başladı.


7. Ordu Komutanı Kemal Paşa, o günlerde Halep'ten 20 Eylül 1917’de Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya gönderdiği durum raporunu şu cümlelerle bitiriyordu:  “Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğunuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum.”


Atatürk, 24 Eylül 1917'de Enver ve Cemal paşalara gönderdiği ikinci raporunda: “Elimizdeki kuvvetlerle saldırı değil, ancak savunma yapabiliriz. Tüm kuvvetlerimizi Sina cephesine göndermeliyiz. Eldeki yetersiz kuvvetlerle General Falkenhayn'ın bir saldırıya geçmesi yanlıştır. Parça parça cepheye gelecek kuvvetlerce verilecek bir savaş konusunda kimse benim kadar tecrübeye sahip değildir. Gerek Arıburnu'nda ve gerek Anafartalar'da doğrudan doğruya Osmanlı başkentini, bu sistemde, yani üstün kuvvetlere karşı parça parça gelen kuvvetlerin kullanılmasıyla savunmuş ve 2. Ordu'nun öncü kolordusunu komuta ederken de stratejik yayılmasını bitirmiş bir düşmana karşı kendi ordumuzun toplanmasını gizlemiş ve emniyete almıştım...Bir savunma cephesi olan Sina'ya iki ordu karargahı sığmaz. Bu cepheyi bir tek komutan komuta etmelidir. Sina cephesini benim komuta edebilmemde tecrübesizlik ve yeterlilik gibi düşünceler ileri sürülemez. Çünkü bundan daha zor olan Arıburnu ve Anafartalar'da 11 tümeni ve bir süvari tugayını başarı ile kullanmış ve 10 tümenlik 2. Ordu'yu idare etmiş ve İngiliz ordusunu yenmiş bir komutan, istenilen tecrübeyi kazanmıştır...Sina cephesinin gerçek ihtiyaçları gizlenmektedir, yani aldatılmaktayız. 5 aydır memleketimizde olan Falkenhayn bir iş görmemiştir. Falkenhayn'a ne askeri ne siyasi güvenim vardır. Onun emri altında görev yapmak vatanım için asla faydalı bir sonuç doğurmaz." demekteydi. 


Mustafa Kemal Paşa, raporunun sonunda, Sina-Filistin cephesinde Falkenhayn'ın yerine kendisinin görevlendirilmemesi halinde istifa edeceğini belirtiyordu. Enver Paşa olumsuz cevap verince Mustafa Kemal Paşa, 7. Ordu'daki görevinden istifa etti. Onun yerine Fevzi (Çakmak) Paşa getirildi. Enver Paşa, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal'e değil de Verdün mağlubu Falkenhayn'a güvenmişti.


1917 yılı Ekim ayında İstanbul’dan 24. tümen, 10057 askerle yola çıktı. Birlikler Filistin’e ulaştığında yapılan yoklamada kalan asker sayısı sadece 4635 kişiydi. İşin kötüsü firar edenler evlerine de dönemediklerinden çetelere katılıyor ve ülkede ciddi bir iç güvenlik sorunu doğuruyorlardı.

İngilizlerin Yafa kapısından Kudüs'e girişleri


Allenby, 27 Ekim 1917 sabahı 110 bin kişilik bir kuvvetle Gazze’ye saldırdı. Bu saldırıda kara topçusuna, denizden İngiliz ve Fransız gemileri de yardım ediyordu. Üçüncü Gazze Muharebesi olarak anılan bu savaşta Osmanlı mevzileri yarıldı. İngilizler 9 Aralık 1917'ye kadar Beerşeba'yı, Gazze’yi,  Yafa’yı  ve Kudüs’e ele geçirdiler. Mekke ve Bağdat’tan sonra Kudüs, düşman eline geçen üçüncü kutsal kent oldu. 11 Aralık 1917'de İngiliz General Allenby Kudüs'e girdi.  Yafa kapısında İngiliz, Fransız, İtalyan, İskoç, İrlanda, Galler, Avustralya-Yeni Zelanda onur kıtaları tarafından karşılandı. Allenby'in 150 kişiye yakın tören alayı bir trompet eşliğinde kapıdan geçip Davut Kalesi basamaklarında durdu. Şehrin ileri gelenleri de oradaydı. Daha sonra İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça, İbranice, Yunanca ve Rusça olarak Allenby'in beyannamesi okundu. Kudüs'ün duvarlarına asılan bu beyannamede şehirde sıkıyönetim ilan edildiği ve üç dine ait mabetlerin korunacağı belirtiliyordu. Cemal Paşa anlatıyor: "Filistin ve Suriye'yi böyle acı bir keşmekeş halinde bırakmaktan doğan hüzün ve elem tesiriyle hüngür hüngür ağlayarak 12 Aralık 1917'de İstanbul'a hareket ettim. Yine tekrar ediyorum ki, Kudüs'ün düşmesinin sorumluluğu tamamen Falkenhayn'a aittir.” 


1918 başlarında Emir Faysal’ın Arap ordusu Ölü Deniz’in güneydoğusuna saldırı için hazırlıklar yapıyordu.  Eriha’nın (Jericho)  21 Şubat 1918’de düşmesiyle Osmanlı bütün Filistin’i kaybetmiş oldu.  Osmanlı ordusu  Yafa ile Lut Gölü arasındaki mevzide tertiplendi. Faysal Akâbe körfezinden kuzeye doğru ilerleyerek, Hicaz demiryolunu ele geçirmeye çalışıyordu. Allenby Arap kuvvetleriyle birleşmek için 21 Mart’ta Amman’a yönelince Osmanlı ordusu Nablus hattına çekilmek zorunda kaldı.


Enver Paşa, 1918 Haziran'da Filistin cephesinden Alman Avcı taburunu çekerek, Bakü'deki Azerbaycan Türklerine yardıma giden kardeşi Nuri Paşa'ya takviye olarak gönderdi. Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilen Liman Paşa bunu büyük bir tepki ile karşıladı. Bu durum İngiliz raporlarına da “Çok sayıda Alman muharip birliğinin ayrılması Filistin Cephesi’ndeki Türk ordusunun moraline ciddi bir darbe indirmiştir” şeklinde yansımıştı. 


Mustafa Kemal Paşa 28 Ağustos 1918'de katıldığı bu cephede, karşısında Çanakkale'den sonra tekrar İngiliz Ordusunu bulmuştu. Osmanlı Ordularının cephe boyunca yenile yenile kalıntısı kalmıştı. İngiliz-Arap saldırısına daha fazla dayanacak güçleri yoktu.  Bir alay, durumun umutsuz olduğu yolunda İngiliz ajanı Arapların yaydığı propagandaya kanmış ve olduğu gibi kaçmıştı.


İngiliz, sıcak iklime alışkın Hintli ve diğer Britanya İmparatorluğu uyrukluları, Fransızlar ve Araplardan oluşan düşman ise tam tersine sürekli güç, teçhizat ve moral kazanmaktaydı.


Mustafa Kemal Paşa o günleri ve İngilizleri anlatıyor:
- "Suriye acınacak halde. Ne valisi var, ne de komutanı. İngiliz propagandası almış, yürümüş. İngiliz gizli servisi her yanda faaliyet halinde. Halk, hükûmetten nefret ediyor ve İngilizlerin gelmesini bekliyor. Düşman hem asker, hem de ulaştırma bakımından güçlü. Onların karşısında biz pamuk ipliği gibiyiz. İngilizler artık bizi propaganda yoluyla, savaştan daha kolay yenebileceklerine inanıyorlar. Her gün uçaklarından bombadan çok, boyuna 'Enver ve Çetesi'nden söz eden kâğıtlar atıyorlar...' (Nablus’tan doktor bir dostuna gönderdiği mektuptan alıntı)


İngiliz General Allenby,  1’e 10 oranında kuvvetleriyle, kimilerine göre daha da fazla, Yafa’nın kuzeyinde ve kıyı bölgesinden saldırıya karar vererek, kuvvetlerinin dörtte üçünü burada toplamakla meşguldü. Bu hazırlıkları sezen Mustafa Kemal, Hintli bir ordu kaçağının açıklamalarına dayanarak, düşmanın 19 Eylül sabahı veya akşamı saldırıya geçeceğini tahmin etti. Durumdan Sanders’i haberdar ettiği halde, ciddiye alınmadı. Yapabileceği sadece kendi birliklerini hazır duruma getirmekti. 18 Eylül akşamı Mustafa Kemal, gerekli önlemleri almış olduklarından emin olmak için, emrindeki iki Kolorduya komuta eden arkadaşları İsmet (İnönü) ve Ali Fuat (Cebesoy) ile telefonlaştı. Daha telefonu henüz kapatmıştı ki, İngiliz topçu bombardımanının ilk sesini duydu. 19 Eylül 1918 günü İngilizler ve Araplar 75 000 lik bir güçle,  35 000 lik Türk ordusuna karşı büyük bir saldırı başlatmışlardı.

AYRINTILARI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


Mustafa Kemal'in cepheye gelişinden 20 gün sonra başlayan bu saldırıda cephedeki üç Osmanlı ordusundan batıdaki 8. Ordu çöktü, 4. Ordu da çökmek üzereydi. Böylece ortadaki Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki Yedinci Ordu kuşatılmak üzereydi. Mustafa Kemal durumu farkedip kendi ordusunu çarpışa çarpışa, Halep’in kuzeyine çekmeyi başardı.


Atatürk düşmanları bütün bu olup bitenleri "M. Kemal yönetimindeki Filistin–Suriye Cephesi" diye anlatarak Filistin'i M. Kemal kaybettirdi yalanlarıyla milleti kandırmaya çalışırlar. Yukarıda anlatıldığı gibi, Filistin Cephesi M. Kemal'in yönetiminde değildi, Liman Paşa'nın yönetimindeydi. M. Kemal savaşın 4 yıl sürdüğü bu cephede sadece birkaç gün bulunmuştu. 


Mustafa Kemal güya Lawrence ve Allenby ile görüşmüş


Mustafa Kemal, düşmanlarına göre, o günlerde Filistin'de İngiliz casusu Lawrence ile görüşmüş. Böyle bir görüşmeye dair hiçbir belge yok. Savaşın sonunda Mustafa Kemal ancak cepheye gelip durumu kavrayıp yapılması gerekenleri gözden geçirecek kadar zaman bulabilmiştir. Kronolojiye göre de Mustafa Kemal’in  Lawrence ile görüşmüş olması mümkün değildir. İngiliz yazar Lord Kinross’a bakılacak olursa, Lawrence, Arap askerleriyle Şam’a girerken, Mustafa Kemal, Rayak’a doğru yol alıyordu.


Mustafa Kemal, düşmanlarına göre İngiliz Generali Allenby ile de görüşmüş. Böyle bir görüşmeye dair de hiçbir belge yok. Necip Fazıl, güya palavrası inandırıcı olsun diye, M. Kemal’in sözde Allenby görüşmesini ‘hiç bir “maddi menfaat” gözetmeksizin’ yaptı diye iddia eder. Atatürk düşmanları İstanbul'un işgali sırasında bu görüşmenin tekrarlandığına da öne sürerler. Hayatında maddi menfaat gözetmemiş, neyi varsa Devlet’e bağışlamış, İngiliz gizli istihbarat resmi raporlarında, "zimmetine para geçirmemiş tek İttihatçı önder", olarak adı geçen Atatürk böyle bir görüşme yapmış olsa, herhalde ancak vatan-millet için yapmış olabilirdi.  Kaldı ki böyle bir görüşme gerekli olsaydı bunu Yıldırım Orduları Komutanı olarak Liman von Sanders'in yapması gerekirdi.  O günlerde Genel Kurmay Başkanına, Harp Nazırına, Padişaha lafını esirgemeyen Mustafa Kemal gibi biri görüşme yapmışsa bunu açıklamaktan çekinmez, hatta raporlarına mesnet teşkil ederdi. 


I. Dünya Savaşı'nın son günleri


Savaşın son günlerinde Şam'ın düşmesi ile birlikte İttifak'ın Bulgar cephesi de çökmüştü. Kral Ferdinand tahttan çekilmeden önce bir mütareke imzalamaya çalışıyordu. Böylece İstanbul yolu İtilaf Devletlerine açık kalmıştı. Osmanlı  Devleti 5 Ekim’de ateşkes konusunda aracılık yapması için Amerika Birleşik Devletlerine başvurdu.


Mustafa Kemal, Padişaha iletilmek üzere 7 Ekim'de Halep'ten telgraf çekti. İttihatçı Hükûmetin istifasını, İzzet Paşa'nın yeni bir kabine kurmakla görevlendirilmesini, kabineye Fethi ve Rauf beylerin ve Harbiye Nazırı (dolayısıyla başkumandan vekili) olarak kendisinin alınmasını açıkça istedi. Telgrafını: "Bu kabine derhal İtilâf devletleriyle temasa geçerek askerî harekâtın durmasını sağlayacak bir mütareke imzalamalıdır." diye de bitirdi.


En üst düzeylerde sorumluluk üstlenmek istemek, göreve talip olmak ülke ve ordular o kadar berbat vaziyette iken büyük cesaret isterdi.  O da Mustafa Kemal’de fazlasıyla vardı. Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Yunus Nadi ile yaptığı bir sohbette, Mütareke döneminde Ahmet İzzet Paşa’nın oluşturacağı hükûmette kendisine Harbiye Nazırlığı’nın verilmesi için çektiği telgraftan bahsederken “Kendisi bunu mansıp (rütbe, mevki) hırsı ile yorumlamış. Halbuki ben adamlarımızı biliyordum. Orada memlekette yapılacak hizmeti, en büyük salahiyetle (yetkiyle) ancak ben yapabilirdim. Eğer ben o kabinede bulunsaydım, işi daha İstanbul’un eşiğindeyken hallederdim...” diyerek, kendine olan aşırı güvenini anlatmıştı. Bu güven öylesine büyüktü ki, ileriki yıllarda, kendisine muhalefet eden herkesi teker teker saf dışı etmesinde hiçbir yanlışlık görmeyecekti.


Sadrazam Talat Paşa, 8 Ekim'de  istifa etti. Ahmet İzzet Paşa, kurduğu yeni hükûmette İsmet Beyi Harbiye Nezareti Müsteşarlığına, Rauf Beyi Bahriye Nazırlığına ve Fethi Beyi de Dahiliye Nazırlığına getirdi. Mustafa Kemal'in istediği Harbiye Nazırlığını kendi  üstüne aldı. 14 Ekim 1918’de  yeni Hükûmet  İtilaf Devletleri’nden mütareke (ateşkes) isteğinde bulundu.


O sırada  Mustafa Kemal Suriye Cephesinde Osmanlı kuvvetlerinin 7. Ordusuna komuta ediyor ve Liman Von Sanders’in 19 Eylül 1918’de verdiği genel geri çekilme emri sonrasında Yıldırım Ordularını yeni bir cephede toparlamaya çalışıyordu.


Atatürk anlatıyor: “Suriye cephesinde bir isim, bir unvandan ibaret kalan 7. Ordu kırık-dökük bölükler halinde darmadağın bulunuyordu. Bende şu teyakkuz  hâsıl oldu (uyanıklık ortaya çıktı): Bütün cephelerde bütün kuvvetler üzerinde emir ve kumanda kalmamıştır. Adeta delice bir emir verdim. Şam’da bulunan bütün kuvvetler, benim orada bıraktığım İsmet Bey’in emri altında kalacak, Rayak havalisindekiler Ali Fuat Paşa’nın kumandasında kuzeye hareket edeceklerdi. “


Mustafa Kemal, Halep yakınında orduyu yeniden mevzilendirdi. Atatürk anlatıyor: “Halep’i, sokak sokak, ev ev savunmak için tertipler düşünürken, bir grubun bizim karargâha saldırmayı plânladığını öğrendim. Çok yakın bir tehlikeyi işaret eden bu haberi tahkik için, bizzat o istikamete gitmeyi tercih ettim. Otomobilimde Tahsin Bey, yaverim Cevat Abbas Bey’den başkası yoktu. Şehrin şark methalinde (doğu girişinde) kalabalığın içine girdik. Bunlar askerî kıyafet taşıyan Urban (çöl Arapları)  ve Bedevilerdi. Esir olmuştuk. Yanımda kuvvet alarak tek bir nefer yoktu.

Muhacim (saldırgan)  Bedeviler, otomobilim etrafını sardı. Ve otomobilin her tarafına yüklendiler. Teheccümü görünce şoföre, “Dur” emrini verdim. Elimde yalnızca Tahsin Bey’in verdiği kırbaçla ayağa kalkarak, onlara anlayabilecekleri bir lisanla sordum:

– Reisiniz nerededir?

– Hepimiz reisiz, diye bağırdılar. Derhal karar vermek lazımdı. Kırbaçla vurmaya başlayarak, “Çekilin!” diye bağırdım. Gayri ihtiyarı çekildiler. Emrettim: “Derhal reisiniz karşıma gelsin.” Reisleri karşıma geldi. O’na dedim ki: “Ben sizin yardım ettiğiniz vaziyete galebe çaldım. Herkes mağluptur. Fakat sizin iştirakinizi mazur görüyorum. Bu akşam yanıma geliniz. Sizinle görüşeceklerim var. O gece karargaha geldi. Esas niyetini öğrenerek kendisine 2 bin altın verdim. Ertesi gün ise beni öldüreceklerini öğrendim. Bunun üzerine Halep kumandanına emirlerimi ve talimatımı verdim.

Ben Halep şehrinde tam deyimiyle bir sokak harbi yönettim. Saldıranlar, tamamen yenilmiş ve bozguna uğramış olarak defedildiler ve kovalandılar şehirde duruma tamamen hakim olduk ve sükunet kuruldu.


Türk Ordusunun arkasını emniyete almadan yani Türk topraklarına ayak basmadan düşmana mukavemet hattı oluşturmasının sakıncalarının bilincinde olan Mustafa Kemal Osmanlı Yedinci Ordusunu Halep’in kuzeyine çekerek, Kilis güneyindeki Muslimiye’de savunma hattı oluşturmaya başladı. 25 Ekim akşamı  7. Ordunun geri çekileceği haberini yaydı. Ordu karargahı Katma’ya nakledildi, 7. Ordu kıtaları Halep’in 5 km kuzeyinde mevzilendi.


Mustafa Kemal Paşa anlatıyor: “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisine geçmeyecek.”


Atatürk, Katma’da toplanan Ordu’ya şöyle seslenmektedir: “Askerler… Yer yer ve grup grup çete muharebelerine hazırlanınız. İnhidam (yıkılma) muhakkaktır. Bu inhidamı Türk ulusunun durdurması lazımdır. Aksi halde bu bina çökecektir. Türk ulusu da bu binanın enkazı altında kalacaktır. Ama Türk askerinin gücü ve ulusuma olan güvencem sonsuzdur..


Gerçekten de düşman durdurulamadığı takdirde İstanbul’a kadar gitmesine engel olacak bundan başka bir kuvvet kalmıyordu. Daha dokuz ay önce Brest Litovsk’ta Rusya’nın savaştan çekilmesiyle umutlu bir safhaya girilmişken, ardından Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan’ın savaşı terk etmesiyle doğudaki cephelerde tamamıyla yalnız kalınmıştı. Bu uzun savaş Türkiye’nin sadece topraklarını Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak gibi verimli bölgelerini değil savaşçı ve üretici bir asker neslini de kaybetmesine neden oldu. Şehitler arasında İstanbul’daki liselerin ve Darülfünun’un boşalan sıralarından silah altına alınan okumuş gençlik de vardı. Doğu ve Batı  kültürüne sahip bu şehit kuşakla gelişmekte olan bir ülkenin geleceği mahvolmuştu.


Mütareke görüşmeleri


İngilizler 24 Ekim 1918'de İzzet Paşa'ya mütareke (ateşkes) görüşmelerine hazır olduklarını ve bu iş için Amiral Calthorpe'un görevlendirildiğini bildirdiler. Padişah, heyete eniştesi Damat Ferit'in başkanlık etmesini istedi. İzzet Paşa, Padişah'ın, hükümdarlık otoritesini vurgular bir tonla yaptığı bu olmayacak öneri karşısında şaşırıp kaldı. Önce hiç sesini çıkarmadı. Sonra, 'İyi ama, o mecnunun biridir !' diye bağırmak zorunda kaldı.


Damat Ferit Padişah'ın kızkardeşi Mediha Sultan'la evli olmaktan başka hiç bir değeri olmayan bir adamdı. Mediha'nın ilk kocası ölünce Abdülhamit, prenses için otuz, kırk yaşları arasında, iyi aileden gelme, hiç kadın yüzü görmemiş bir koca bulunmasını emretmişti. Londra'daki Türk Elçiliğinde silik bir Birinci Katip olan Ferit bu nitelikleri taşıdığı için İstanbul'a getirilmiş, Sultan'la evlendirilmişti. Sonradan Ferit karısını Abdülhamit'e göndererek Londra Elçiliğini istetmişti. Lakin Padişah, 'Hemşire, Londra okul değildir, gayet önemli bir elçiliktir. Oraya ancak siyasi yetenek ve tecrübesi bulunanlar atanabilir' diye cevap vermişti. Böylece terslenen Ferit evine kapanmış ve otuz yıl dışarı çıktığını gören olmamıştı.


Kabine Damat Ferit'i kabul etmedi, yerine delegeliğe Rauf Bey seçildi. 25 Ekim'de Heyetteki öteki üyelerle beraber, Amiral Calthorpe'un 18 Mart Çanakkale deniz savaşında ağır yara almış sonra onarım görmüş geçici amiral gemisi Agamemnon'un Mondros önlerinde demir atmış olduğu Limni adasına gitti. Görüşmeler tam otuz altı saat sürdü ve sadece askeri koşulları kapsadı. İlk yirmi dört saat içinde, İstanbul'un onayına bağlı olarak, genel bir anlaşmaya varıldı. İngilizler'in istediği başlıca şartlar Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması; bütün önemli stratejik noktaların Müttefikler tarafından işgali; sınırlarda asayişi ve iç düzeni sağlamak için gerekli birlikler dışında bütün Türk ordusunun terhisi; işgal altındaki topraklarda bulunan Türk garnizonlarının teslim olması idi. Yalnız bu garnizonlardaki silahların teslim edileceği ayrıca belirtilmiş değildi. Türkler iç işlerine herhangi bir müdahale teklifine karşı hassas davranıyor ve özellikle bu şartlardan İstanbul'un işgali anlamı çıkacak diye kuşkulanıyorlardı. Ama kendilerine böyle bir şeyin söz konusu olmadığına dair teminat verildi. Ancak, Türklerin asayişi sağlayamayacak olmaları durumunda İtilaf Devletleri kendi vatandaşlarını koruma gereğini duyabilirlerdi.


Amiral Calthorpe yer yer inandırıcı hatta Türklerin lehinde uygulanacağına dair vaat edici üslubunu buradan ayrıldıktan sonra unutacaktı. Zira Britanya dört yıl süren bu savaşın kendisine çok uzun geldiğinin farkındaydı. Umulmadık kayıplar yanında bilhassa Gelibolu’dan sonra Kût’ül-Amâre’deki yenilgi, İran ve Bakü’de bunu izleyen gerilemelerin kini içindeydi. Uzun süren savaş uzun süren hınç ve intikamı da birlikte getirecek, mütareke hükümleri çok geniş yorumlanarak 1919 yılı içinde işgaller ve Osmanlı devlet görevlilerine karşı küçümsemeler başlayacaktı.  


Katma savaşı


Ateşkes görüşülürken Türk kuvvetlerinin geri çekildiğini sanan Arap ve İngilizler, 26 Ekim 1918’de Kilis'e doğru saldırıya geçtiler, Mustafa Kemal’in Kilis'in güneyinde Türkiye'nin doğal sınırında aldığı düzenekte şiddetli bir direnişle karşılaştılar. İngiliz Süvari Ordusu ve silahlı Arap çeteler darmadağın edildi ve 1. Dünya Savaşının son savaşı Katma Meydan Savaşı kazanıldı.  Türkler ilk kez olarak Arap topraklarında değil, kendi vatan topraklarını savunuyorlardı. Liman von Sanders hatıralarında: 'Bu son günlerdeki çarpışmalarda ordu, silahlarının yüksek şerefini korumasını bildi' diye anlatır. Böylece uzun ve felaketli dört savaş yılının kanlı boğuşmalarından, hiç yenilgiye uğramadan çıkan tek Türk komutanı, Mustafa Kemal olmuştu.


BÖLÜM 2 - ATATÜRK İÇİN SAVAŞ YENİ BAŞLIYOR


Mustafa Kemal savunma ve direnişi  örgütlemeye başlıyor

Mustafa Kemal, Güney bölgelerini savunmak amacıyla Katma-Race hattından başka Toroslardan güney batıya doğru ikinci bir savunma hattı hazırlamayı ve bu yöne yönelmiş birliklerle dağınık kuvvetleri toplamayı ve güney bölgesi hata-kilis-250x250alkını düşmana karşı silahlandırmayı düşünmekteydi. Bunun için de Kilis’i ve Adana’yı dolaşmaya, incelemeye karar verdi. Atatürk, 28 Ekim 1918 tarihinde Kilis’e geleceğini dönemin Kaymakamı İbrahim Bey’e bir telgrafla bildirdi. Atatürk’ün imzasını taşıyan bu telgraf aynen şöyleydi:
Kilis Kaymakamlığı’na,
Kilis’e geleceğim. 28 Ekim 1918 tarihinde Kilis’in ileri gelenlerini ve eşrafını Kaymakamlıkla toplayınız. NOT: Telgrafın saniyyen tehiri idamı muciptir.”
7. Ordu Grup Komutanı
Mustafa Kemal.

kilisin-kurtulus-savasi

Mustafa Kemal Paşa 28 Ekim'de Kilis'te bir direniş örgütlenmesi kurmaya karar vermişti.  43. Tümen’den küçük bir müfreze Kilis’e gönderilecek ve kurulacak teşkilatın çekirdeğini teşkil edecekti. Kilis Kaymakamlığı’nda o gece yapılan toplantıda, bizzat Mustafa Kemal’in verdiği emirle Kilis Garnizonu’nda bulunan 100 kadar silahla cephaneler yüzbaşı Ziya Bey tarafından sivil halka dağıtıldı. Toplantıda ayrıca, kurulacak direniş örgütünün çalışma stratejisi de belirlendi. Kilis, daha sonra tarihe silahlı kanadı "Kuva-yı Milliye", sivil kanadı "Müdafaa-i Hukuk" olarak geçecek ve Milli Mücadele'nin çekirdeğini oluşturacak bu örgütlenmenin kurulduğu ilk kent olmuştu. 


Mondros ve işgallerin başlaması


Mondros Ateşkes (Mütareke) Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalandı.  İngiliz diplomatlarının özenle seçip metine yerleştirdikleri kavramlardan, hükümlerden, devletin toprak bütünlüğünü bozucu, ulusun bağımsızlığını tehdit edici niteliklerden oluşan Antlaşmayı imzalayan Osmanlı'nın Padişahı Vahdettin'in ise tek düşüncesi tahtını korumaktı. Bu yüzden İtilaf Devletleri ne derse onu yapacaktı. 


Enver, Cemal ve Talat Paşalar 1 Kasım'da bir Alman torpidosuyla Karadeniz'e açıldılar. İttihat ve Terakki Partisi'nin kalanları partinin feshine karar verdiler. Böylece yıllardan beri ülke yönetiminde egemen olan Partinin açık siyasal işlevi de sona erdiriliyordu. Bu durumdan yararlanan İttihat Terakki karşıtları devlete kendilerini ve yandaşlarını yerleştirmeye, İngilizlerin direktifleriyle İttihatçıları tutuklamaya, azınlık unsurları da özlemini çektikleri, kendilerine yakın hissettikleri bir devletin mandası olma ya da ayrı bağımsız devletlerini kurma çalışmalarına başlıyorlardı.


İstanbul Hükûmeti Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzaladığında, Musul Türk ordusunun elindeydi. Bu yüzden de Misak-ı Milli sınırları içerisine alınmıştı.


15 Ekim 1918'de Bağdat'tan yazan üst düzey bir İngiliz siyasi ajanına göre; Londra yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden ötürü Musul'un değerine gayet iyi vakıftı ve Musul vilayeti Mezopotamya'nın yönetim sistemine dahil edilmeliydi. Aynı ajan 27 Ekim tarihli başka bir telgrafında şunları yazıyordu: İngiliz hükûmetinin bağımsız bir Ermeni ve onun yanı sıra bir Kürt devleti kurmayı amaçladığını sanıyorum. Her iki devlet de ancak Musul'a egemen bir yabancı güç tarafından kurulabilecektir. Musul'un kuzey sınırı Güneydoğu Anadolu'yu kapsıyor ve Ermenistan'ın güneyi ile hudut oluyor. Güney Anadolu ve Musul'daki aşiretleri kazanmak için, talimat verildiği takdirde, bölgede bulunan bir düzine adamımla derhal harekete geçebileceğim.


Aynı günlerde Sir Mark Sykes da İngiltere'nin işgal alanının Musul dahil olmak üzere Amanoslar ve Çukurova'ya kadar uzatılmasını, Mezopotamya'nın kuzey sınırının Diyarbakır ve Bitlis vilayetlerinden geçirilerek Güneydoğu Anadolu'nun İngiliz nüfuz bölgesine dahil edilmesini önermişti. Sykes'a göre bundan şu çıkarlar elde edilecekti:
1- Suriye'deki Arapların İngiltere'ye duydukları güven artırılacaktı.
2- Kürt nüfusunun yoğun olduğu bölgelerin Türk karşıtı harekete katılmaları sağlanabilir. Bölgede Osmanlı yönetiminden hoşlanmayan diğer unsurlar İngiltere'nin safına geçirilebilir.
3- Güneydoğu Anadolu'ya doğru işgalin genişlemesi için önemli bir köprü başı elde edilir, bu suretle İngiltere'nin niyetinden kuşkulanan Ermeniler ve diğer Hristiyan unsurlar sakinleştirilir.
4- Anadolu'ya doğru genişletilen işgaller Osmanlı Devleti'nin ve başkentinin güvenlik sorununu tartışmaya açacaktır. Başka bir ifadeyle Osmanlı hükûmeti, Anadolu'nun tamamının elden çıkabileceği olasılığını göz önüne alarak İtilaf Devletleri'nin şartlarını kayıtsız şartsız kabul edebilecektir.


Sadrazam Ahmet İzzet Paşa 31 Ekim 1918’de 9. Ordu Komutanlığı’na gönderdiği emirnamede, “milletin şeref ve namusuna halel getirmeyecek şartlar”da barış yapılmasını, mevcut siyasi vaziyetin birlikte çalışarak Osmanlı Devleti lehine çevirmenin çarelerini bulmak gerektiğini bildirmişti. Açıkçası Ahmet İzzet Paşa, İtilaf Devletleri’ne karşı “uysal ve uyumlu tavır” göstermeyi “çare” olarak dile getiriyordu. 


Mondros Ateşkes Antlaşmasının 7. maddesi, İtilaf Devletlerinin güvenliklerini tehlikeli gördükleri stratejik yerleri işgal etmelerine imkan veriyordu.  Mustafa Kemal Kasım 1918'de İtilaf devletlerinin bu maddeye dayanarak önemli keyfi işgaller yapacağı konusunda Adana'dan İstanbul Hükûmetini ısrarla uyarmaktaydı.  


6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, Musul'u terk etmek niyetinde değildi. 3 Kasım 1918'de Musul'a gelen İngiliz General Cassel, Mütareke'nin 7. Maddesi gereği Musul'un boşaltılmasını ve ayrıca silah, cephane vs. malzemenin teslimini istedi. Bu istekler İngilizlerin çok daha büyük hedeflerin peşinde olduklarının ilk sinyaliydi. Zira general yanında getirdiği harita üzerinde Mezopotamya terimini ortaya atarak bölgenin kuzey sınırının Osmaniye-Siverek-Silvan-Siirt hattından geçtiğini ve Musul'un dışında Diyarbakır, Urfa ve Siirt'i içine aldığını iddia etti.


Bu görüşmeyi General Marshall'ın 7 Kasımda Musul'a gelişi izledi. Generalin ilk sözü Musul'un boşaltılmasını istemek oldu. Bu yapılmadığı takdirde kente zorla gireceklerini ve 6. Ordu'yu mütarekeyi bozan taraf olarak kabul ve ilan edeceklerini söyledi. Ali İhsan Paşa, iki millet arasında yeni bir savaşa meydan vermemek için Musul'un 10 km. kuzey ve kuzeybatısına çekilmeye hazır oldukları karşılığını verdi. Buna karşılık General Marshall, gerçek amacını ortaya koyarak bütün Musul Vilayeti'nin boşaltılmasını istedi. Uzun tartışmalardan sonra Musul Vilayeti'nin 15 Kasım 1918'e kadar boşaltması kararlaştırıldı.


Müdafaa-i Hukuk ve Kuva-yı Milliye


Mustafa Kemal mütareke haberini Kilis'te almıştı. Mütareke, Mustafa Kemal için bir son değil, bir başlangıçtı. Savaşta yenilmemiş olduğu gibi, ruhça da hiç yenilmiş değildi. Ateşkes antlaşmalarının gereği olarak ardından barış antlaşması da yapılacaktı. Ama adil bir barışın ancak mücadeleyle kazanılabileceğini ve mücadelenin uzun ve çetin olacağını biliyordu. Kendini bu mücadelenin önderi olarak görmeye başladı.


Mütareke Antlaşmasının 7. maddesi, İtilaf Devletlerinin güvenliklerini tehlikeli gördükleri stratejik yerleri işgal etmelerine imkan veriyordu. Bunu haksız ve keyfi şekilde kullanmaya başlamaları üzerine Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli kent ve kasabalarında oluşturulan sivil direniş örgütlerine "Müdâfaa-i Hukuk Cemiyetleri", üyelerine "Müdafaacı", direnişin düzenli ordu kuruluncaya kadarki süreçte faaliyet gösteren  silahlı kanadına "Kuva-yı Milliye", üyelerine "Kuvvacı"  denildi. Bu örgütlenmeler Millî Mücadele'nin örgütsel çekirdeğini oluşturacaktı.


Atatürk Adana'da


Mustafa Kemal Paşa Adana’ya 31 Ekim 1918'de gelmişti. Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devraldı. Sanders veda konuşmasında şunları söyledi: "Ekselans, sizi Arıburnu ve Anafartalar cephelerine kumanda ettiğiniz günlerde yakından tanıdım. Doğrusunu isterseniz, aramızda bazı önemsiz olaylar geçmedi değil; ama sonuç bakımından bunlar ancak bizim birbirimizi daha iyi tanımamıza yaradı. Artık samimi iki dost olduğumuzu sanıyorum. Bugün, Türkiye'den ayrılmak zorunda olduğum şu anda emrimdeki orduları, bu memlekete ilk gelişimden beri
takdir ettiğim bir subaya emanet etmekteyim. Bu genel felaket içinde büyük bir üzüntü yükü altında ezilmemek elde mi? Beni tek avutan şey, komutayı sizin elinize bırakmamdır. Şu andan itibaren amir sizsiniz; ben sizin misafirinizim."


Mustafa Kemal Paşa ordusundaki subayları toplayarak durum değerlendirilmesi yaptı. Alman subaylarının ‘artık harp bitmiştir’ demelerine karşılık: “Onlar için harp bitmiş olabilir. Bizim için yeni başlıyor. Harb-i Kebir (Büyük Savaş) bitmiştir, Harb-i Sagir (Küçük Savaş) başlayacaktır.” dedi.


Yıldırım Orduları, dağılmış, parçalanmış, birbirinden uzakta, savaş yorgunu birliklerden oluşuyordu. Buna rağmen Atatürk umutluydu. Şöyle diyordu: “Her şeyden evvel elimin altında bulunan iki ordunun, arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde, bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceği kanaatinde idim. Bu yolda işe başladım.


Takvimler 1 Kasım 1918’i gösterdiğinde Milli Mücadele böyle başlıyordu.


… Acı günlere ait olmakla beraber bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yad etmek isterim. Efendiler bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı… Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla mübahi olduğum bu toprakları tebcil ederim.(Atatürk'ün 15 Mart 1923, Adana Türk Ocağı konuşmasından)


Mondros Ateşkes Antlaşmasının 7. maddesinin, İtilaf Devletlerinin güvenliklerini tehlikeli gördükleri stratejik yerleri işgal etmelerine imkan verdiğini farkeden Mustafa Kemal, İtilaf ordularının bu maddeye dayanarak keyfi olarak başka yerlerle birlikte İskenderun Sancağını da işgal edeceklerini tahmin etmişti.


Osmanlı Devleti “kayıtsız şartsız bir teslim anlaşması” değil; şartları ağır da olsa bir ateşkes (silah bırakma) imzalamıştı. Bu nedenle Atatürk, Adana'da Mondros’a karşı direnme niyetini ortaya koymuştu. Öyle ki 31 Ekim’de Reyhaniye’yi, 3 Kasım’da Antakya’yı, 5 Kasım’da da İskenderun’u işgal etmek isteyenlere ateş edilmesi için emir vermişti. Bu mütareke reddedilsin diyor, yenilgiyi kabul etmiyor, emperyalizme asla teslim olmuyordu.


Atatürk 3 Kasım 1918’de 2. ve 7. Kolordulara gönderdiği telgrafla Suriye sınırının hatlarını belirledi. "Türklerin çoğunlukta olduğu bölgenin esas hat kabul edilmesini" istedi. "Mütareke şartları yeterince açık olmadığından ayrıntılar açıklığa kavuşuncaya kadar karaya işgal kuvveti çıkartılmamasını” emretti. Aynı gün mayın tarama bahanesiyle İskenderun’a çıkmak isteyen bir Fransız müfrezesine izin vermedi.


Atatürk, 4 Kasım 1918’de 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile 'Adana Mülakatı'nı gerçekleştirdi. Ali Fuat Paşa’ya göre Atatürk, görüşmede şöyle dedi: “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve koruması, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile birlikte yardım etmemiz lazımdır.” Şevket Süreyya Aydemir'e göre: “Bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir. Bu sözler cumhuriyet yolculuğunun ilk habercisidir."


Atatürk, o görüşmede Ali Fuat Paşa’dan 20. Kolordu’nun başında kalıp ilk savunma tedbirlerini almasını istedi. Bunun için ordudaki subay ve erlerin bir an önce jandarmaya kaydırılmasına, bunların silah araç gereçlerinin tamamlanmasına ve Adana’nın önemli yerlerinde “direniş yuvaları hazırlanmasına” karar verildi. Ali Fuat Paşa bu doğrultuda çalışmaya başladı.


Atatürk 5 Kasım 1918’de de emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na çektiği telgrafla "İskenderun Körfezi’ne çıkarma yapmaya kalkacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini" emretti.


Atatürk, o gece Adana’nın ileri gelenleriyle Muradiye Oteli’nin büyük salonunda verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: "Memleketin kurtulacağını, bunun için mücadele edileceğini" söyledi.


Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 6 Kasım 1918’de Atatürk’ü telgrafla uyardı: "İngilizlerin, Halep’teki ordularını besleyebilmek için İskenderun’dan yararlanmaları mütareke sırasındaki 'İngiliz centilmenliğine' verilecek bir karşılıktır" dedi.


Atatürk, aynı gün “geciktiren idam edilir” notuyla Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği şifre-telgrafta "İngiliz centilmenliğini ve gönül alma yoluna gitmeyi anlamak nezaketinden yoksun olduğunu, bu konuda hoşgörülü olmayı çok sakıncalı bulduğunu” belirtti. “İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlere ateşle karşılık verilmesini emrettim. İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini, İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir” dedi. Görevden ayrılmak istediğini de ekledi.


Ahmet İzzet Paşa, aynı gün Atatürk’e telgrafla: "İskenderun’a çıkacaklara 'silahla karşılık verme' emri 'devletin siyasetine ve memleketin menfaatine aykırıdır. Bu yanlış emir derhal düzeltilmelidir. Mütarekede bu olumsuz şartları kabul ettiren gaflet değil, kesin yenilgimizdir.” yanıtını verdi.


Bu emre rağmen aynı gün düşman çıkarma birlikleri İskenderun Körfezi’ne girdiklerinde, Atatürk’ün emri doğrultusunda, 41. Tümen uyarı atışı yaptı.


Atatürk, 7 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgrafta “İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır” dese de 7. Ordu Hareket Şubesi’nde görevli Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına göre 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan Fransız donanması, topçu ateşiyle körfezden uzaklaştırılmıştı. (Süleyman Hatipoğlu, Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, s. 80.)


Tarihçi Enver Behnan Şapolyo bu olayı, “İşte İskenderun’da işitilen bu ilk kurşun sesi Milli Mücadele’nin ilk emaresidir” diye yorumluyor.


Mustafa Kemal Paşa'nın artık çok olmaya başladığını, İngilizlerle başlarını derde sokacağına karar veren Ahmet İzzet Paşa 7 Kasım 1918’de Onu İstanbul’a geri çağırdı.


Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de, Mustafa Kemal Paşa’ya: “Şehri teslim teklifine hak ve salahiyetleri yoksa da, İskenderun şehri için Mütareke feshedilemeyeceğinden, müracaat halinde şehrin tahliye (boşaltılması) ve teslim edilmesini” emretti. Mustafa Kemal Paşa, 8 Kasım 1918’de İskenderun’un boşaltılmasıyla ilgili, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’dan aldığı emri, 15 ve 20. Kolordularla, 41.Tümen ve Adana vilayetine tebliğ etti.
Mustafa Kemal Paşa’nın bütün çabalarına ve karşı çıkmasına rağmen, İskenderun’un teslimine ister istemez uymak zorunda kaldı. Bu teslimin doğurabileceği sonuçları da Ahmet İzzet Paşa’ya, 8 Kasım 1918 tarihli telgrafıyla bildirdi.

Atatürk’ün, 8 Kasım 1918’de Adana’nın asker-sivil ileri gelenlerle bir toplantı yaptığı Adana Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın konağı


Adana’da son gününde Atatürk'ün Aliye Hanım’ın Kırmızı Konak denilen evinde  8 Kasım 1918’de yaptığı toplantıya asker-sivil çok sayıda yurtsever katıldı. Atatürk, dinleyenlerin gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın; gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…” (Süleyman Hatipoğlu, Türk-Fransız Mücadelesi, Ankara, 2001, s. 33)


Mustafa Kemal Paşa anlatıyor: “6 Kasım 1918’de Başkumandanlık Erkânı Harbiye Riyaset Celilesine gönderdiğim telgrafla da Kilis’ten aldığım özel bir istihbaratı bildirdim. İngilizler, Kilis’e iş için değil, işgal için geleceklerdi. Yine 8 Kasımı 1918’de Sadrazam İzzet Paşa’ya gönderdiğim raporda Payas-Kilis hattına kadar olan araziyi isteyen İngilizlerin yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasının ve daha sonra da Konya-İzmir hattının lüzumu işgali teklifinin muhakkak olacağını işaret ettim. Mondros Mütarekesi yüzünden orduda terhisler başlayacaktı. Memleketin istikbalini düşünmek gerekiyordu. Ordu mıntıkalarına şifreli olarak şu emri duyurdum:
– Vilayeti şarkiye efradını silahlarıyla ve götürebilecekleri cephane ile terhis ediniz.


Mustafa Kemal’in, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgrafların tanığı, Atatürk'ün yaveri Cevat Abbas (Gürer) anlatıyor: “Atatürk’ün, Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazamla Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum. Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i, devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevaplar pek sudan ve aldatıcı idi.”


Atatürk, Adana’da görevlerini Ali Fuat Paşa'ya devrederek  10 Kasım 1918’de trenle İstanbul’a hareket ederken İngilizler hakkında düşünceleri ve eylemleri şu şekildeydi:

"...mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır.
...İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… emrettim.
İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.
Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya- İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve idaresi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.


Bu arada İngiliz istihbaratı da Atatürk'ün niyetleri konusunda uyanmaya başlıyordu. Londra'daki kibirli İngiliz devlet adamları ise kendilerinden çok emindiler. Türklerin işini bu kez tamamen bitirdik diye düşündükleri için gelen istihbarat raporlarını sümen altına atmaya başlayacaklardı. 


9 Kasım 1918'de İskenderun, İngilizlerin on-on beş kişilik birliğince işgal edildi. Ertesi gün İngilizler İskenderun'u Fransızlara devrettiler.


Osmanlı yönetiminin silahların bırakma antlaşması maddelerini olumlu olarak yorumlamasından doğan ılımlı havayı dağıtmak isteyen İngilizler, hemen harekete geçmişlerdi. İngiliz Dışişleri bakanı A. J. Balfour, İstanbul'da Türklerin iyimser demeçleri nedeniyle 9 Kasım 1918'de Calthorpe' a gönderdiği telgrafta, Türklerin mütarekeyi kendi lehlerine olduğu iddialarına fırsat verilmemesi gerektiği hatırlatılarak, "İstanbul'un işgal edilmeyeceğine dair her hangi bir yazıyla Türk hükûmetine güvence verilmemesini" istemekte idi.


Yukarıda giriş bölümünde açıklandığı gibi,  petrol için bir dünya savaşını tezgahlamış olan İngilizler haksız şekilde 15 Kasım 1918'de Musul'u işgal ettiler. Osmanlı Hükûmeti Sadrazamı İzzet Paşa ve Padişah Vahdettin 'yenilen tarafız, ne yapalım' diyerek buna seyirci kaldılar. Mustafa Kemal Paşa Sadrazam İzzet Paşa'ya telgraf çekerek işgali şiddetle protesto etti.


Mondros Mütarekesi’nin 11. maddesi Kafkasları ilgilendiriyordu ve Elviye-i Selâse’nin (Kars, Ardahan ve Batum) terki söz konusu değildi. Fakat İngilizler, 11 Kasım 1918’de Osmanlı Hükûmeti’ne Mütareke’nin 11. Maddesi’ne gönderme yaparak verdikleri notada; bütün birliklerinin elemanları ve cephaneleriyle beraber Elviye-i Selâse’yi terkini istediler. Bu çaresiz durumdaki Osmanlı hükûmetine verilmiş bir ültimatomdu. İngilizler aciz Osmanlı Hükûmeti’nin müteakip itirazlarını da kabul etmediler. 15 Kasım 1918'de General William M. Thomson komutasındaki 5000 kişilik İngiliz ordusu Bakü'yü işgal etti. Halbuki Bakü Osmanlı toprağı değildi. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin başkentiydi. Mondros ile ilgisi yoktu. 16/17 Kasım’da Nuri (Killigil) ve Mürsel (Bakü) Paşalar dahil olmak üzere Osmanlı Ordusu Bakü’yü tamamen terk etti. 24 Aralık 1918'de İngilizler Batum'u işgal ettiler. Böylece Bakü'den çıkarttıkları petrolü var olan boru hattından Batum'a nakledip oradan da deniz yoluyla kendi ülkelerine taşımaya başladılar. 


27 Aralık 1918'de Kilis, 1 Ocak 1919'da Antep İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizlerin ısrarı sonucunda 9 Şubat 1919'da Harbiye Nazırı Ömer Yaver Paşa'nın emriyle 6. Ordu Komutanlığı lağvedilerek 13. Kolordu'ya dönüştürüldü. İngilizler 22 Şubat 1919'da Maraş'ı ve 24 Mart 1919'da Urfa'yı da işgal ettiler.


Fransız işgali 1919 Aralık ayında Dörtyol, Mersin-Tarsus ve Adana sonra da Toroslara kadar uzandı. 1919 yılına gelindiğinde bütün Çukurova, Fransız işgali altına girdi. Fransızlara söz verilmiş olan Musul'un İngiltere'ye bırakılması karşılığında İngilizler işgal ettikleri  Maraş, Antep ve Urfa'yı  Fransızlara devrettiler. 


İngiliz ordusu yorgundu


Britanya'nın 1. Dünya Savaşına girmeden önce 250 000'lik düzenli ordusu, bir o kadar  Bölgesel Kuvvetleri (yarı zamanlı gönüllüler) 200 000 ihtiyatı vardı. Ayrıca  15 000 Karayiplerden, 1 270 000 Hindistan'dan (günümüz Pakistan'ı ve Bangladeş'i dahil), 180 000 Afrika'dan, 67 000 Güney Afrika'dan, 620 000 Kanada'dan, 410 000 Avustralya'dan, 100 000 Yeni Zelanda'dan ve ayrıca günümüzde Kanada'ya dahil olan Newfoundland'dan olmak üzere yaklaşık 2.5 milyon asker ve personel de  dominyon ve sömürgelerden sağlanmıştı.


Mondros'tan 12 gün sonra, 11 Kasım 1918'de İtilaf Devletleri ile Almanya arasında da ateşkes  antlaşması imzalandı. Savaş uzun sürmüş, büyük kayıplar verilmişti. Özellikle Gelibolu'da çarpışmış Avustralya ve Yeni Zelandalılar olmak üzere bu insanlar "Bizim oralarda ne işimiz vardı?" diye soruyorlardı. İngiltere dahil dominyon ve sömürge halkları savaştan bıkmışlardı. İngilizler bu yüzden Anadolu ve Trakya'da işgal için gerekli olan asker ihtiyacını Yunanlılardan karşılamaya karar verdiler. Atina'da bulunan İngiliz delegesi Sir Francis Oswald Lindley, Londra'ya yazdığı yazıda: "Hatırda tutulması gereken nokta şudur: Yunanlılar bizden yardım görmezse yenilir ve saf dışı kalır. Bu noktada Türklerle savaşmak için bulabileceğimiz en ucuz ordunun Yunan ordusu olduğuna inanıyorum." diyordu. 11 Kasım'da kurulan Ahmet Tevfik Paşa Hükûmeti’nin amacı, devlet ve milletin şeref ve haysiyetine uygun bir barış yapılmasını sağlamaktı. Hükûmetin bu amaçla yaptığı çalışmalar komisyonlar çerçevesinden öteye gidemedi. 


İtilaf donanması İstanbul'da 

İtilaf Devletleri donanması, 7 Kasım 1918'de yardımcı gemileriyle beraber mayınları temizlemek bahanesiyle Çanakkale Boğazından içeri girdi. Bunu 9 Kasım 1918’de Seddülbahir ve Kumkale’ye asker çıkarılması, 10 Kasım’da Çanakkale’nin işgâli ve 28. İngiliz Tümeni’nin Müstahkem Mevkii Kumandanlığı binasına yerleşmesi izledi. 11 Kasım tarihinde diğer harp gemileri de Boğaz'a girdiler. 12 Kasım'da ise, Yunanlıların meşhur Avrerof zırhlı kruvazörü Çanakkale Boğazından Marmara'ya giriş yaptı. Boğazın işgâl işlemleri ise 12 Kasım’da tamamlandı. 

Atatürk’ün Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45’te İstanbul Haydarpaşa’ya vardı.Trenden indi. Tren ve peron cepheden gelen subay ve askerlerle doluydu.  Mustafa Kemal’i tanıyan ve trenden inişini izleyen bir çavuş, gür bir sesle perondaki askerlere komut verdi:
-Dikkaaat, gelen Mustafa Kemal Paşa’dır, selaamduurr!

Tüyler ürperten bir an yaşandı. Haydarpaşa Garı’ndaki tüm subay ve askerler bir anda yerinde çakıldı, hazır ola geçip askerce selam verdiler. Mustafa Kemal Paşa, yavaş adımlarla çavuşun karşısına yürüdü, durdu ve sordu:

Nerede beraberdik? Cevap çok şey ifade eden tek kelime ile geldi:

-Çanakkale! Mustafa Kemal çavuşa şöyle dedi:

Emir geçir, herkes köyüne memleketine silahı ile gitsin, bir şekilde silahını götürsün.

Emir geçirmek, askeri bir terimdir. Emrin yüksek sesle değil, yavaşça kulaktan kulağa sessizce tekrarlanması demektir. Çanakkale’den, yakın siperlerden, cephe günlerinden kalma bir önlemdir. Çavuş emir geçirir, peron bir anda boşalır. Yüzlerce asker silahı ile birlikte ortadan kaybolur, memleketine doğru yola koyulur. Mondros Teslimiyet Anlaşması’nın öngördüğü, Türk Ordusu’nun tüm silahları teslim etmesi şartının aksine Mustafa Kemal daha İstanbul’a indiği ilk anda ilk emrini vermiştir;

Silahları vermeyin! Çünkü yarın her bir silah milli mücadelede lazım olacaktır.

Mustafa Kemal, İstanbul’a adımını atar atmaz, Milli Mücadele ruhunu da geldiği trenden adeta Haydarpaşa Gar’ındaki her bir neferin kalbine, şah damarına mühürlemiştir.

Taylan Sorgun, İmparatorluktan Cumhuriyet’e  (Fahrettin Altay Paşa Anlatıyor) Kamer Yayınları 1998

O gün 61 parçalık İtilaf Devletleri donanması da İstanbul'a gelmeye ve İstanbul'u işgale  başlamıştı. Gemi sayısı sonunda 167'ye çıkacaktı. Atatürk bu manzarayı görür görmez İstanbul'da direnişi yönetmenin mümkün olamayacağını anladı. Yanındakilere “Hata ettim! İstanbul’a gelmemeliydim. Bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı" dedi.

Kartal İstimbotu


Haydarpaşa’dan Galata’ya geçmek için daha sonradan adı ‘Kartal’ olacak bir istimbota bindi. Yanında yaveri Cevad (Abbas) vardı.  Atatürk, düşman gemilerinin aralarından geçerken  onlara baktı. Sanki zaman yolculuğuna çıkmış, geleceği  yaşıyor gibi bir dalgınlık içerisindeydi. Ve ağzından o ünlü Geldikleri gibi giderler” kehaneti dökülüverdi.


Belli ki o sürede süper kafasında oluşmuştu, Anadolu'ya döneceği güne kadar İstanbul'dayken neler yapacağı ve gözlerinin önünden geçmişti mücadelenin nasıl sonuçlanacağı.


Aynı gün İngiliz, Fransız ve İtalyan deniz kuvvetlerinden elli parçalık filo İzmit Limanı’na demirlerken, yine aynı gün İngilizlerle imzalanan protokol gereğince 14 Kasım’da boşaltılmaya başlanan Karadeniz Müstahkem Mevkii’nin işgâli 15 Kasım’da tamamlandı. Boğazın giriş tabyaları 85. İngiliz Tugayı’nın, Anadolu yakasındaki bataryalar ise Fransız 84. Alay I. Taburu’nun kontrolü altına girdi. İngilizler ilk işgal olayının ardından ihtiyaç ortaya çıktığında Türklere ait kamu ve özel binaları da işgal edip askerlerini yerleştirmişlerdir. İngilizler, 1919 yılında ise özellikle büyük konaklara göz dikmişler, buraların boşaltılmasını talep etmişlerdir. Bunlar içerisinde Halil Rıfat Paşanın konağı ile Şehzade Yusuf İzzettin Efendi'nin konağı da bulunmakta idi.


15 Kasım'a kadar İstanbul önlerinde demirleyen İtilaf savaş gemisi sayısı 167'e yükselmiştir. Bunlardan 67'si İngiltere'ye, 22'si Fransa'ya, 10'u İtalya'ya, 1'i Yunanistan'a aitti. Diğer gemiler ise bu devletlere ait yardımcı sınıf gemilerdi. Yunan gemilerinin İstanbul'a girişi, kentte bulunan Rumlar arasında taşkınlıklara yol açmıştır. Rumlar, Beyoğlu'nda dükkan ve mağazalarını Yunan bayrakları ile donatmışlardır. Karaya çıkan birlikler içerisinde İngilizler çoğunlukta idi. Bir süre sonra, Boğaz'da bulunan istihkamların boşaltılması gündeme geldi ve istihkamlarda bulunan silah ve her türlü malzeme galiplerin kontrol memurlarına teslim edildi.


Anadolu/Bağdat hattının başlangıç yaptığı Kadıköy Haydarpaşa İstasyonu 15 Kasım 1919’de işgâl edildi. 19 Kasım'da İtilaf askerleri İzmit'e çıktılar. Haydarpaşa’dan Pendik’e, buradan Kocaeli sınırının başladığı Gebze ve İzmit’e kadar kıyı şeridine paralel olarak uzanan hattın kontrolü peyderpey İngiliz birliklerinin eline geçti. Bu Adapazarı, Eskişehir demiryolu hatlarının işgâline kadar devam etti.


İstanbul'da sömürge yönetimi oluşturuluyor


"Yüksek Komiserlik", İngiltere'nin sömürgelerinin yöneticileri için kullanılan bir terimdir. Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İngiltere, Türkiye’de savaş öncesindeki İngiliz Büyükelçisi’nin yerine görev yapacak ve mütarekenin uygulanmasını denetleyecek bir makama ihtiyaç duymuştur. Böylece Amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe 6 Kasım 1918’de Yüksek Komiserliğe atanmıştır. Yüksek Komiser yardımcılığına Koramiral Richard Webb, birinci siyasi memurluğa T.B. Hohler, ikinci siyasi memurluğa da Ryan getirilmiştir.


Calthorpe 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelerek görevine başlamış, 5 Ağustos 1919’da İstanbul’dan ayrılmış, görevini Çanakkale Savaşları sırasında İngiliz donanmasının başında bulunmuş olan Amiral John de Robeck’e devretmiştir.


De Robeck 17 Kasım 1920 tarihine kadar İstanbul’da görev yapmış, bu tarihte Yüksek Komiserlik görevini Horace Rumbold’a devretmiştir. ,


Rumbold 15 Kasım 1922’ye kadar kaldığı İstanbul’dan Lozan Konferansı’na katılmak üzere ayrılmıştır. Lozan Konferansı’nın birinci evresinde Curzon’un yanında İngiliz heyetinde bulunan Rumbold, konferansın ikinci evresinde bu heyete başkanlık yapmıştır. Yüksek Komiserlik, barış antlaşması imzalanıncaya kadar İngiliz ve Türk hükûmetleri arasında resmi iletişim kanalı olmuştur.


Yüksek Komiserliğe bağlı Müttefik İşgal Kuvvetleri Askeri Komutanlığı, Müttefikler arası Kontrol ve Örgütlenme Komisyonu ve Pasaport büroları vardı.


Müttefikler arası Kontrol ve Örgütlenme Komisyonu, Mali Komisyon, Hapishane Komisyonu ve Basın komisyonu olmak üzere üçe ayrılıyordu.


Müttefik İşgal Kuvvetleri Askeri komutanlığı bünyesinde Askeri mahkemeler, İngiliz Pasaport Kontrol şubesi ve özel istihbarat elemanları yer alıyordu.


Kontrol ve Organizasyon Alt Komitelerinde, Silahsızlanma (başkanı İtalyan, Osmanlı Ordusunun silahsızlandırılmasından sorumlu), Bahriye ve Boğazlar, Jandarma (başkanı Fransız), Polis, El Koyma, Sansür, Sağlık/Tıp, Selamlama gibi birimler bulunuyordu.


Pasaport bürosu vizesi bulunmayanların Boğazda karşıdan karşıya geçmesine dahi izin vermemek gibi bir uygulamayı da başlatmıştır. İstanbullular kendi şehirlerinde bir yerden bir yere pasaport ile gitmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bütün bunların yanında keyfi uygulamalarda da olabiliyordu. Osmanlı vatandaşı gayri Müsliınlerin askerlikten muafiyeti konusunda onlara destek olduklan gibi, Ermenilere tehcirden dolayı, Osmanlı hükumetince verdirilen zararın Ziraat Bankasından ödetilmesi yolundaki talepleri, Rum ve Ermenileri İngiliz üniforması giydirerek istihbaratta görevli polis olarak çalıştırmaları gibi hususlar ilk akla gelenlerdi. İşgal Kuvvetleri Komutanlığı, kimi zaman yardım amaçlı kurulmuş olan komisyonların paralarına dahi göz dikmiş, bunları yetkililerden talep etmiştir.  Yunanlılar 712 nefer, 83 subay ve 160 makineli tüfekle Beyoğlu yakasına yerleşmişlerdi. Osmanlı askerleri işgalcilerin  izni olmaksızın hiçbir yere hareket edemiyorlardı.


İtilaf makamlarının, subaylarının beğendikleri yerleri, hususi meskenleri zorla boşalttırarak yerleşmeleri, savaşla girilen bir şehirde konaklama halini almıştı. Mesken dokunulmazlığı ve aile mahremiyeti tecavüzlere uğramakta idi. Yunan askerlerinin İstanbul'a girişi, kentte yaşayan Rumlar arasında taşkınlıklara yol açmıştır.


İtilaf kuvvetleri İstanbul'a çıktıktan sonra, kentin asayişi bozulmuş, Türk polisinin ve jandarmasının sözü ve hükmü büyük ölçüde azalmıştır. Türk egemenliğini ve gururunu kıran, milli vicdanı derinden yaralayan olaylar gerçekleşmiştir. Türk subayları İttihatçı oldukları kuşkusu ile sokak ortalarında tutuklanıp İtilaf kontrol noktalarına götürülerek gözlem altına alınmış, kuşkulu görülen Türklerin evlerine izinsiz olarak girilmiştir. Ermeni tehciri konusu  sık sık gündeme getirilerek, dikkatler bu yöne çekilmeye çalışılmıştır.


İngiliz General Wilson, 17 Ocak 1919'da Osmanlı Harbiye Nezaretine yazdığı bir yazı ile Osmanlı zabıtasının kontrolünü üzerine aldığını bildirmiştir. Boğazın Rumeli yakası Beyoğlu ve Rumeli olmak üzere iki bölgeye ayrılmış ve her birine İngiliz, Fransız ve İtalyan polislerden onar polis, yine aynı devletlerin kontrol zabitlerinden müteşekkil bir komisyon teşkil edilmiş, başlarına bir İngiliz yüzbaşısı verilmiştir.


8 Şubat 1919'da Fransız Generali Franchet d'Esperey bir zafer alayı ile, kır bir ata binmiş ve dizginlerini Roma usulünce iki askere tutturmuş olduğu halde, azınlıkların alkışları arasında, İstanbul sokaklarında dolaşarak Fransız elçiliğine gitmiş ve orada yerleşmiştir. Alayda Rumlar Yunan bayrakları ile İngiliz ve İtalyanlar da yer almıştır.


Osmanlı ordusu erkanı ve subaylarının İtilaf subaylarına sokakta rastladıkları zaman rütbe farkına bakılmayarak selamlamaları zorunlu tutuldu. Bu Türk askerlerine karşı aşağılık bir uygulamaydı. Bu yüzden Osmanlı ordusu mensuplarının hemen hepsi görev dışında sivil elbise giymeye mecbur kaldılar.


Diğer bir uygulama da İtilaf ordusuna mensup askerlerin trenlerde ve vapurlarda birinci mevkide oturmalarıdır. Birinci mevki bileti alanların çoğu bu durumlarda ayakta gitmek zorunda kalıyorlardı. İngiliz askerleri daha da ileriye giderek Haydarpaşa hattındaki trenlerde seyahat eden yolcuların biletinden eşyasına varıncaya kadar her şeyini kontrol ediyorlar, kılık kıyafetini beğenmediklerini de trenlere bindirmiyorlardı. Yaz ve kış İtilaf zabitleri için vapur ve trenlerde boş yer bırakılması da ilke haline getirilmişti. Bu arada şunu da ifade etmek gerekirse, İngilizler yolda yürüyen vatandaşların yürüyüşüne dahi karışmakta idiler. Örneğin, kaldırımdan yürümediği için İngiliz askerleri tarafından para cezasına çarptırılanlar dahi vardı.


İstanbul'da bulunan devlet erkanına ve halka psikolojik bir baskı için İngiliz ve Fransızlar zaman zaınan İstanbul sokaklarında tantanalı resmi geçitler yaparlardı. Bazen de 3.000-3.500 kişi civarındaki bu birlikler aynı caddelerden bir kaç defa geçirilerek halkın gözünde bu kuvvetlerin miktarının çok olduğu izlenimi yaratılmak istenirdi. Beyoğlu'ndaki kimi Türk esnafı da dükkan ve işyerlerinin tabelalarını İngilizce veya Fransızca yazarak onlara hoş görünmeye çalışıyorlardı. Püsküllü fesli Yunan jandarmaları sokaklarda dolaşarak Yunan varlığını hissettiriyorlardı.


İtilaf Devletleri her türlü haberleşme ve yayımı da denetim altına alarak istedikleri gibi sansür uygulayarak basını yönlendirdiler. 


Böyle bir sömürge yönetimi Mondros'ta imzalanan antlaşma ile bağdaşmamaktaydı.


Mustafa Kemal - İngiliz Price görüşmesi


İstanbul'a gelen Atatürk, önce Pera Palas’a yerleşti. Pera Palas’a yerleşmesinin temel amacı, işgalci İngiliz ve Fransız subaylarının ve gazetecilerinin de daha çok orayı tercih etmeleriydi. Onların zihniyetlerini tanımalı, niyetlerini, stratejilerini öğrenip karşı stratejisini belirlemeliydi.


Mustafa Kemal ilk olarak 14 Kasım 1918’de Pera Palas'ta İngiliz Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile görüştü. İngiliz yazar Lord Kinross anlatıyor: “Mustafa Kemal… Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi karşılıklı kahve içmeye çağırdı. Ward Price da Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu. Yanında arkadaşı Refet bey vardı.” (Lord Kinross, “Atatürk - Bir Milletin Yeniden Doğuşu -Rebirth of a Nation)


Lord Kinross'a göre Mustafa Kemal, görüşme sırasında Price'a şunları söylemiş: Eğer İngilizler Anadolu'da sorumluluğu üzerlerine almak niyetinde iseler, tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaklardır. Bu sıfatla yardımımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.


Atatürk düşmanları mal bulmuş mağribi gibi bu sözleri: "Mustafa Kemal İngilizlerden Valilik istemiş" diye yorumluyorlar.


Buna karşılık, bu sözlerin Atatürk'e ait olamayacağı bazı gerekçelerle savunulmakta:

  • Price'in Pera Palas'taki görüşmeden 39 yıl sonra, 1957 yılında neşredilen “Ekstra-special Correspondant” adlı kitabında yer alan bu sözler Price'ın 1918 yılında Daily Mail gazetesine geçtiği haberde ve 1939’da Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte neden yok?

  • "Valiler" sözcüğü görüşmede sırasında yanlış çevrilmiş ve/veya yıllar sonra hatırda farklı kalmış olabilir.

  • Lord Kinross'un bahsettiği Refet bey, Refet Bele Paşa olmalı. Ancak Refet (Bele) Paşa bir gün önce İstanbul'a gelmiş olan Atatürk ile henüz görüşmemişti.

  • Bu görüşmeden daha bir hafta önce Adana'dan Sadrazam ve Harbiye Bakanı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgraflarda açıkça "İngiliz karşıtlığını" ortaya koymuş, emrindeki orduya “İngilizlere ateşle karşılık vermeyi emretmiş” Mustafa Kemal Paşa nasıl İngilizlerden valilik isteyebilir? (Not: Söz konusu telgraflar önceki bölümde ayrıntılı olarak açıklanmıştır).


Aslında bu savunmaya ihtiyaç ve gerek yoktu. Zira Lord Kinross, aynı kitabında Mustafa Kemal'in amacının ne olabileceğini de açıklamış: "...şimdi karşı tarafla ilişki kurmanın kendi amaçlarına yarayabileceğini düşünmeye başlıyordu. Ne de olsa, memleketin kaderini ellerinde tutan onlardı...kadrosu gittikçe daralmakta olan Türk ordusunda önemli bir göreve atanması söz konusu değildi. Oysa onun hiç yetkisiz olmaktansa herhangi bir yetkili görevde bulunması, isteklerini... yani milli ayaklanmayı gerçekleştirmek için şarttı. Acaba... İngilizler'den bir mevki koparamaz mıydı? Onlar burada iken elde edilecek bir yetkinin çekip gitmelerinden sonra memlekete daha yararlı başka yollarda kullanılabilmesi pekala mümkündü." (Lord Kinross, “Atatürk - Bir Milletin Yeniden Doğuşu -Rebirth of a Nation)


Atatürk, İstanbul'da kaldığı 14 Kasım 1918 - 16 Mayıs 1919 arasındaki altı ay boyunca asker-sivil, yerli-yabancı, yurtsever, mandacı, işgalci, işbirlikçi, hatta sonradan vatan haini olan pek kişiyle görüşerek hem yurtseverlerin hem makam mevki sahibi kişilerin hem de düşmanın ve işbirlikçilerinin durumunu anlamak istemişti. Görüştükleri:

  • Kendisine yakın gördüğü, düşüncelerini ve planlarını açıkladığı kişiler: Başlıcaları Fethi Okyar, Tevfik Rüştü Aras, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Dr. Rasim Ferit Talay.

  • Hükümete yakın kimseler. Başlıcaları Padişah Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Dâhiliye Nazırı Mehmed Ali Bey, Bahriye Nazırı Avni Paşa, Harbiye Nazırı Fevzi Çakmak Paşa.

  • Eski İttihatçılar. Başlıcaları Kara Vasıf Bey, İsmail Canbolat ve Ali Rıza Bey.

  • İşgal kuvvetlerine yakın kimseler. Başlıcaları mütareke basınından Refii Cevat (Ulunay), İngiliz gazeteci Ward Price, İngiliz Generali Sir William Birdwood, İngiliz ajanlarından Rahip Frew, İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Sforza.

  • Trakya-Paşaeli Cemiyeti'nin üyeleri gibi Müdafa-i Hukukçular.


Mustafa Kemal'in İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Sforza ile görüşmesi çok yararlı olmuş, Atatürk İtalyanlardan hiçbir düşmanlık görülmeyeceğini hatta ilerde destek bile alabileceğini anlamıştı. Nitekim yanılmamıştı.


Mustafa Kemal'in, İstanbul çalışma ve temasları çerçevesinde Ali Fuat ile birlikte Dahiliye Nazır Vekili Mehmet Ali Bey ile görüşmesi de ileride çok işine yarayacaktı.


Trakya'dan ayrılıp Erzurum'daki 15. Kolordunun komutasını devralmaya gitmekte olan Kazım (Karabekir) Paşa, İstanbul'da ziyaret ettiği Mustafa Kemal'e ülkenin kurtuluş umudunun İstanbul'da değil doğu bölgesinde olduğuna inandığını belirtti. Kazım Paşa'ya göre ordunun gerçek ve azimli bir öndere ihtiyacı vardı.  Mustafa Kemal ne yapıp edip Anadolu'da bir komutanlık bulmanın çaresine bakmalıydı. Öteki yurtsever subaylar da ister görevli, ister kendiliklerinden onun peşinden gitmeliydiler. Mustafa Kemal Anadolu'ya geçince hemen Doğu'ya gelmeliydi. Orada milli hükûmetin temelini attıktan sonra batıya gidebilirdi. "Bunları sen yapmayacaksan ben kendi başıma hareket edeceğim" dedi.


Lord Kinross'un kitabında da belirtilmiş olduğu gibi artık Mustafa Kemal'in hedefi kendisine yetkili bir görev verilmesiydi. Bunu birkaç kez görüştüğü Padişah Vahdettin'e de açmış, hatta Harbiye Nazırlığına tayinini istemişti. İngiliz ajanlarına göre Mustafa Kemal, Damat Ferit ile yemek yerken Damat Ferit Mustafa Kemal'den bağlılığı konusunda doyurucu ve güvenilir yanıtlar almış. Bu doğruysa, mükemmel bir stratejist olan Mustafa Kemal 'köprüyü geçinceye kadar' sabrına hakim olmuş asıl niyetini belli etmemiştir. Daha geniş açıklamaları OKUMAK  İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


İngilizler tutuklamalar yapmak istiyorlar


Mondros Mütarekesi’ne göre Osmanlı Devleti elindeki bütün İtilaf esirlerini serbest bırakmayı kabul etmişti. Türk esirlerin ise İtilaf Devletlerinin emrinde kalması kararlaştırılmıştı.
İngiliz Amiral Calthorpe, 7 Ocak 1919’da Hariciye Nazırı Reşit Paşa ile görüştü ve I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz esirlere kötü davrananların ve Ermeni katliamından sorumlu olanların cezalandırılmasını istedi. İngiliz hükûmetinin bunları cezalandırma konusunda kararlı olduğunu da ekledi.  İngilizler suçlu gördükleri kişileri cezalandırmak amacıyla listeler hazırlamaya başladılar. İlk liste 15 Ocak 1919’da İngiliz Savunma Bakanlığı tarafından İstanbul, Kahire ve Bağdat’taki İngiliz Başkumandanlıklarına gönderildi. Bu liste Mütareke şartlarına uymayarak Türk ordusunun geri çekilmesini geciktirmek ve Ermenilere zorbalık etmekten suçlu oldukları iddia edilen Osmanlı kumandanlarını içermekteydi. Aralarında İngilizlere kuyruk acısı yaşatmış Kafkasya’da bulunan Kafkas İslam Ordusu Komutanı Nuri Paşa, Azerbaycan Kuvvetleri Komutanı Mürsel Paşa, 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, 2. Ordu Komutanı Nihat Paşa, 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, Hicaz Ordusu Komutanı Fahri Paşa, Yemen’deki 40. Tümen Komutanı Galip Paşa ve Yemen’deki 7. Kolordu Komutanı Tevfik Paşa bulunmaktaydı. 


İngiliz General Allenby İstanbul'da


İngiliz General Allenby, 7 Şubat 1919'da Filistin'den gelerek İstanbul'a kısa ama fırtına gibi bir ziyarette bulunmuştu. Kendisini dev aynasında görüyordu. Bazı Türk generallerinin mütareke koşullarına aykırı olarak, askerlerini terhis etmekte zorluk çıkarttığından şikayet etti.­ Allenby, Harbiye ve Hariciye Nazırlarını çağırtarak ağızlarını  açmalarına­  fırsat vermeden  onlara isteklerinin listesini okudu. Bunların arasında arka­ planda suçlu gördüğü Musul cephesindeki Altıncı Ordu  komutanının­  görevden alınması da vardı. İstediklerini beş dakika içinde deklare eden Allenby­ zaman kaybetmeden Filistin'e döndü. Günah keçisi olarak Altıncı Ordu komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa  23 Şubat 1919'da Konya'da tutuklandı.


Atatürk düşmanlarına göre Allenby'nin İstanbul'a geliş nedeni Mondros Mütarekesi şartlarının yerine getirilmesi için, M. Kemal Paşanın özel yetkilerle donatılarak, "asayiş ve düzeni sağlamak" üzere Anadolu'ya gönderilmesini istemekmiş. Olan biten ise tam tersi. Söz konusu ziyaretten hemen sonra Harbiye Nezareti, Mustafa Kemal'e ordu komutanı rütbesinin indirildiğini bildirdi. Hünkar Yaveri olarak sahip bulunduğu imtiyazlar kaldırıldı, emrindeki makam otomobili geri alındı ve maaşı azaltıldı. Kendisine terhis edilecek olan Altıncı Ordunun komutanlığı yani içi boş bir makam önerildi. Mustafa Kemal öneriyi derhal reddetti. Böylece, büsbütün açıkta kaldı.


Osmanlı topraklarını paylaşma görüşmeleri


Lord Curzon, Ocak 1919'da Paris'te toplanacak Barış Konferansı öncesinde, İngiliz kabinesine  ABD Başkanı Wilson'un  ilkelerine uygun bir çözüm yolu sunmuştu. Buna göre, sadece Osmanlı uyruğundaki Ermeniler ve Araplar gibi Türk uyruklu etnik topluluklara­ değil, Türklere de kendi kaderini seçme hakkı tanınıyordu. Bağımsız­  Arabistan ve Ermenistan'dan başka, bir de bağımsız Türk devleti kurulmalıydı. Bu devlet, geçmişte olduğu gibi, Anadolu yarımadasının sınırları­ içinde kalmalı ve başkenti de ya Bursa ya da Ankara olmalıydı. İstanbul ve Boğazlar Türklerin elinden alınıp Cemiyet-i Akvam'ın Yönetimine verilmeliydi. Bir taraftan 'yüzyıllardan beri herkesi uğraştıran, başına bela açan­ bir entrika ve fesat kaynağı olan' Türkler Avrupa'dan büsbütün atılmış olacaktı. Diğer taraftan Türkler ancak bu şekilde tatmin edebilecekler ve milli­ ayaklanmalar, ancak bu şekilde önlenebilecekti.  Bu türlü bir çözüm yo­lu mevcut psikolojik ortamda, zayıf görünüm veren Türk hükûmeti tarafından kabul edilir görünmekteydi.­ Belki de Anadolu'da ehveni şer olarak görülüp Kurtuluş Savaşı'nı başlamadan bitirebilecek bu plan İngiliz hükûmetince kabul görmedi. Çünkü Lord Curzon'la sürekli­ çatışma halinde olan Lloyd George'un bambaşka düşünceleri vardı. 


18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı, I. Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin mağlup devletlere ayrı ayrı barış antlaşmaları dikte ettirmeyi amaçladığı uluslararası bir platformdu. Osmanlı Devleti dışında herkes Paris’teydi. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Rum, Ermeni, Kürt, Arap ve Yahudilerin temsilcileri Paris’te yoğun siyasi faaliyet içindeydiler. Yunanistan başbakanı Venizelos da Yunan taleplerini kabul ettirmeye çalışmakta idi.


Büyük Beşler (İngiltere, ABD, Fransa, İtalya ve Japonya), 28 Ocak 1919'da, Osmanlı topraklarının nasıl taksim edileceği üzerinde görüştüler, manda idareleri üzerinde durdular. 1 Şubat'ta Onlar Konseyi toplantısında ABD başkanı Wilson, Ermeniler ile Yunan hükûmetinin etkisiyle Osmanlı  topraklarının belli yerlerinin işgalini önerdi. Bu toprakların büyük kısmına, İtilaf Devletleri subay ve askerleri Mondros’tan sonra zaten girmeye başlamışlardı. 


Curzon, 1919 Mart sonlarına doğru İngiltere kabinesine yeni bir muhtıra vererek Yunanlıların Anadolu'yu işgalinin Türklerin direnme duygusunu canlandıracağına işaret etmişti. Curzon ve İngiliz Dışişleri, Yunanlılara Trakya'da toprak verilmesini daha uygun görmekteydiler. Curzon'a göre: 'Selanik'in iki adım dışarısında bile düzen sağlamayı beceremeyen­ Yunanlıların, Anadolu'nun önemli bir kesimini yönetebilecek­lerine nasıl güvenilirdi? Yunan işgali gerçekleşince de göçmenlerin ülke­de çıkaracakları karışıklık sonucu, Osmanlı İmparatorluğu­ ve halifelik bilfiil ortadan kalkacaktı'. Curzon Müslüman ba­ğnazlığının bütün Batı dünyasını kapsayacak 'çılgın bir öfke' halinde patla­k vermesinden korkuyordu. Ancak bu uyarılarını Lloyd George yine ciddiye almadı.


Lloyd George'un 'inandığını savunmak için tek parmağını bile oynatamayan şaşkın ve sakat peygamber' dediği ABD Başkanı Wilson, hastalanıp Amerika Türkiye sahnesinden büsbütün çekilince meydan kendisine kalacak.


Bunlara rağmen Lord Curzon Türkiye için bir barış anlaşması taslağında. Anadolu'da bağımsız bir Türkiye planı yanında Türkleri 'bohçalarını ellerine verip' Avrupa'dan atmaktan vazgeçmemişti. Lloyd George ile hiç olmazsa bu ikinci noktada bir görüş birliğine varmışlardı. Buna rağmen, kabinede Hindistan İşleri Bakanı Mr. Edwin Montagu onlara şiddetle karşı koydu. Halifenin İstanbul'dan atılması bütün İslam âlemini gücendirecek ve İngilizlerin Hindistan'daki durumunu sarsacaktı. İngiliz Harbiye Nezareti de, çeşitli nedenlerden dolayı, bu görüşü destekleyince, kabine en sonunda, Türklerin İstanbul'da kalmalarına büyük bir çoğunlukla karar verdi. Yalnız bu, boğazlardan geçişin serbest olması konusunda varılacak uluslararası bir anlaşmaya bağlı olacaktı.


Paris'te Ermeni taleplerinin en büyük savunucusu ABD başkanı W. Wilson idi. Oysa, İngiltere başbakanı Lloyd George bile söz konusu Ermeni isteklerini fazla aşırı bulmuştu. Buna rağmen İngiliz başbakanı, Dörtler Konseyi’nin 14 Mayıs 1919 tarihli toplantısında, ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında belirlenecek sınırlar içinde Ermenistan’ın bir manda yönetimine alınmasını teklif etti. Bu tekliften cesaret alan Erivan’daki Ermeni hükümeti, 28 Mayıs 1919’da Büyük Ermenistan Cumhuriyeti’ni ilan edecekti.


İngiltere’nin İstanbul Büyükelçilik görevlisi Kidston, 28 Kasım 1919’da Londra’ya gönderdiği raporda Musul ile ilgili olarak “Kürtlere ne kadar güvenmesek de, onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir” diyordu. Bakü petrollerini 28 Nisan 1920'de Sovyet rejimine kaptıran İngiltere Başbakanı Lloyd George ise, 19 Mayıs 1920’de San Remo’da yapılan Konferans’ta “Kürtler, arkalarında büyük bir devlet olmadıkça varlıklarını sürdüremezler” diyor, bölgeye yönelik İngiliz politikası için şunları ekliyordu: “Türk yönetimine alışmış olan Kürtlerin tümüne yeni bir koruyucu kabul ettirilmesi güç olacaktır. İngiliz çıkarlarını, dağlık kesimlerinde Kürtlerin yaşadığı Musul ve içinde bulunduğu Güney Kürdistan ilgilendirmektedir. Musul bölgesinin, öteki bölümlerinden ayrılarak yeni bağımsız bir Kürdistan Devleti’ne bağlanabileceği düşünülmektedir. Ancak bu konuyu anlaşma yoluyla çözmek çok güç olacaktır.


Koyun can derdinde kasap et derdinde


Padişah Vahideddin tarafından 4 Mart 1919'de ilk kez Başbakanlığa getirilen Damat Ferit, 30 Mart günü İstanbul’da İngiliz Yüksek komiseri Amiral Calthrope’a bizzat Padişah tarafından hazırlanmış bir teklif takdim etti. Bu teklifin ana hatları:                   
1-Avrupa ve Asya’da ister doğrudan doğruya sultanın egemenliği altındaki ülkelerde, ister özgür olanlarda İngiltere 15 yıl boyunca Türkiye’nin yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve iç güvenliğini sağlamak için gerekli bulduğu yerleri işgal edecektir.                                                                     
2-Ermenistan, diğer büyük devletlerle anlaşacak  olan İngiltere’nin isteğine göre bağımsız veya özgür bir cumhuriyet olacaktır.
3-Boğazlarda bütün tahkimat yıkılacak ve buraları İngilizler tarafından işgal edilecektir.
4-İngiltere, bir dostluk nişanesi olarak, Sultan tarafından Osmanlı bakanlarına İngiliz müsteşarları tayin edilmesine muvafakat edecektir.
5-Her vilayete bir İngiliz konsolosu tayin edilecek ve 15 sene süre ile bunlar aynı zamanda  valilere müşavir olacaklardır.
6-Parlamento seçimleri ile mahalli seçimler İngiliz konsoloslarının nezareti altında yapılacaktır.
7-İngiltere’nin, ister başkentte, ister taşrada mali denetleme kurma hakkı olacaktır.
8-Anayasa, doğu milletlerinin yetenek ve siyasi kabiliyetlerine göre sadeleştirilecektir. (Damat Ferit, kendisinin daha önce bu yolda bir tasarı teklif ettiğini not ediyor)
Bütün kayıtların yerleştirilmesinin ardından şu madde de eklenmiş: Sultan, imparatorluğun dış siyasasını yönetmekte kesin olarak hür olacaktır. (Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.1, S.50, İngiliz Gizli Belge No: F/O 371/4156)


Milli Mücadelenin kaderini belirleyen Pontus isyanı


Mustafa Kemal gökte aradığını yerde bulacak, silah arkadaşlarıyla görüşmelerinde gerekli görülen ve Lord Kinross'un da bahsettiği mevkii ve yetkiyi alması, aynı zamanda Anadolu'ya da kolayca geçmesi, bu Musul'daki Allenby'nin değil onun çok uzaklarındaki Pontus'un sayesinde olacaktır.


Mondros Mütarekesini imzalayan İngiliz Amiral Calthorpe ve Fransız Amiral Amet, 1918 Kasım ayı sonlarında “Samsun’da Mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını” iddia etmişlerdi. İmtiyazla Selanik’te tütün fabrikası açmış olan American Tobacco Company, Ocak 1919’da Londra’daki merkezine gönderdiği istihbarat raporunda “Bütün Müslümanların, özellikle köylülerinin silahlandığını” bildirmişti. Halbuki durum bunun tersiydi. Bunun üzerine İngiltere Hükûmetinin Hristiyanları korumak amacıyla bölgede askeri güç kullanmanın mümkün olup olmadığı sorusunu Amiral Webb, 13 Ocak 1919’da  “Normal şartlara dönüş için bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması gereklidir. Bu da ancak büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir.” diye yanıtlamıştı.


İngilizler’in Karadeniz’e ayıracak büyük askeri kuvveti yoktu. 9 Mart 1919’da Samsun’a başlarında Teğmen J. S. Perring olan 200 kişilik bir askeri birlik çıkarmışlardı. 17 Mayıs'ta 100 asker takviye gönderildi. Bunlardan bir müfreze Merzifon’a aktarıldı. Erzurum'a İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğeni Sir Henry Rawlinson'un oğlu Albay Alfred Frederick Rawlinson'u, Trabzon'a Yüzbaşı Farel'i, Yüzbaşı L. H. Hurst’ü de istihbarat için bölgeye gönderdiler.


İngilizlerin Samsun’a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmişti. 17-18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü’ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıktı. Bu sırada Anadolu’nun başka yerlerinde de “Şuralar” (Yerel Milli Meclisler) toplanıp işgallere karşı direnmenin yollarının aramayı sürdürmekteydiler.


İşgal ordularının İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919’da başında Damat Ferit'in olduğu İstanbul Saray Hükümeti’ne aşağıdaki şartları içeren bir nota verdi:
1- Erzurum, Erzincan, Bayburt, Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi yavaş gitmektedir,
2- Bu yörelerde Kars’ta olduğu gibi baştanbaşa Şuralar kurulmuştur,
3- Bu Şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadırlar. Bu gelişmeler bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir,
4- Bu duruma derhal son verilmezse, işler ciddiyet kazanacaktır,
5- Şuraların asker toplamalarının engellenmesi için derhal talimat verilmelidir.


Sadrazam Damat Ferit bu istekleri yerine getirmek için Samsun’a bir “Ordu Müfettişi” göndermeye karar verdi. Ordu müfettişliği eski bir Osmanlı ananesiydi. Olağanüstü durumlarda olağanüstü yetkili komutanlar 17. asırdan beri özellikle Anadolu’daki ayaklanmalar döneminde ve II. Viyana Kuşatması sonrasında çıkan karışıklıklar sırasında Anadolu’ya gönderilmişlerdi.

Ordu Müfettişinin seçiminde İngilizlerin üç kırmızı çizgisi vardı:
1- İttihatçı ve Enverci olmayacaktı.
2- Alman yanlısı olmayacaktı.
3- Hiçbir biçimde “Ermeni Tehciri” olayına karışmamış olacaktı.
Mustafa Kemal’in durumu bu üç kritere de uyuyordu. 

Öte yandan Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale'deki başarıları Padişah Vahdettin’in dikkatini çekmiş ve nişan ile ödüllendirmişti. Ayrıca M. Kemal Paşa'nın Almanları sevmediği, yurt dışına kaçan Enver Paşa ve İttihatçılarla arasının iyi olmadığı da biliniyordu. Paşa da İstanbul'daki temasları çerçevesinde Vahdettin ile görüşmekteydi. 


Tam bu sırada, Mustafa Kemal'in İstanbul çalışma ve temasları çerçevesinde Ali Fuat ile birlikte ziyaretine gitmiş olduğu Dahiliye Nazır Vekili Mehmet Ali Bey Mustafa Kemal'i Anadolu'ya Müfettiş olarak göndermesini Sadrazam Damat Ferit'e önerir ve M. Kemal ile Damat Ferit'in birlikte Cercle d'Orient'de yemek yemelerini organize eder. Yemekte Mustafa Kemal akıllı davranır, Sadrazam'ı kuşkulandırmayacak ve güven verecek şekilde hareket eder. Aranan kan böylece bulunmuş olur.


Damat Ferit, Calthorpe'un onayını alarak, Mustafa Kemal Paşa'yı İngilizlerin ültimatomunu yerine getirmesi göreviyle, bütün Doğu Ordularını kapsayan Ordu Müfettişi (Not: Bazı kaynaklarda 9. Ordu Müfettişi - bazılarında 3. Ordu müfettişi olarak geçmekte) olarak tayin eder, Vahdettin fermanı 30 Nisan 1919’da imzalar.


Türkiye’de bir kesim, Paşa’nın Samsun seyahatini Sultan Vahideddin’in emri ile ve “memleketi kurtarmak” maksadı ile yaptığına inanır ve buradan hareketle de padişahın “Kurtuluş Savaşı’nın gizli mimarı” olduğu iddiasında bulunur. 

Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin, hiçbir zaman Anadolu’da milli bir örgüt kurulmasını düşünmemişti. Vahdettin’in düşünce yapısı ve kapasitesi böylesi bir planı düşünmesine engeldi. Öncelikle Vahdettin anti-emperyalist değildi. Anti-emperyalist olmayan bir Padişah milli kuvvetleri teşkilatlandırmak düşüncesini aklından bile geçiremezdi. Kaldı ki, Vahdettin kesin olarak İngiliz yanlısıydı. İngilizlerin İstanbul’u 13 Kasım 1918’de işgalinden sonra, Vahdettin İngiliz The Daily Mail gazetesine “En fazla İngiliz milletinin hoşuma gitmesi, ona hayranlığım babamdan bana miras kalmıştır” diye açıklama yapmıştı. (Daily Mail 24 Kasım 1918). 

10 Ocak 1919 günü İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe'un Londra’ya gönderdiği rapor da bunu doğrulamaktadır: “Padişah, bütün umudunu İngiltere’ye bağladı. Her istediğimizi tutuklayıp cezalandırmaya razı. Halifelik makamında kalabilmesi için kendisine İngiliz hükûmetinin yardım edip etmeyeceğini soruyor. Yüksek Komiserlikten gelecek işarete göre harekete edeceğini söylüyor.”(Bilal Şimşir, İngiliz Belgeleri, C.2 S.36., İngiliz Gizli Belge No: F0/4172-13592)

Sonuçta Padişah söz konusu fermanı İngilizlerin ültimatomuyla mecburen imzalamıştır. Ferman'da (irade - emir)  sadece: “Mülga (kaldırılmış) Yıldırım Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Üçüncü Ordu Kıtaâtı (kıt’aları) Müfettişliği’ne tâyin edilmiştir. İşbu iâde-i seniyyenin (padişah emrinin) icrasına (yürütülmesine) Harbiye Nâzırı (Savaş Bakanı) memurdur (görevlidir)” yazar. Sol üstünde Sultan Vahideddin’in, altta Sadrazam Damad Ferid ile Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’nın imzaları var. 

Bu tayin emrinden 1 hafta sonra 5 Mayıs 1919’da Anadolu’daki 19 makama Mustafa Kemal Paşa görevlendirilmiştir diye Saraydan yazılı bilgi verilir.      


Mustafa Kemal Paşanın müfettişlik tayin emri (2)

Mustafa Kemal Paşa istediğinin yarısını yani mevkiyi elde etmişti ama diğer yarısı yani yetki de gerekliydi. 

Yetki tam olmalıydı, ama o kadarını ona Padişah ve Damat Ferit vermezlerdi. Böyle bir belgeyi Mustafa Kemal Paşa kendisi hazırlayıp Vahdettin'in imzası olmadan nasıl elde ettiğini 1926 yılında Falih Rıfkı Atay’a anlatmış:

Dairede İkinci Başkan Diyarbakırlı Kazım Paşa ile karşılaştım. Kendisine Bakan Paşa’nın verdiği görevden bahsettim.
– Bilginiz var mı?
– Hayır,
– İşte ben sana veriyorum! Kapıları kapatır mısınız!

Mustafa Kemal Paşa, Kazım Paşa ile açık açık konuşarak bütün düşüncelerini anlatıyor:
Her ne sebep veya maksatla, beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için vesile aramışlar ve bu memuriyeti bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum. Mademki onlar teklif ettiler, fırsattan mümkün olduğu kadar istifade etmeliyiz!
– Ha… Zaten ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen o tarafa ordu müfettişi unvanı ile gidebilirsin!
– Unvanın önemi yok, yalnız şimdi Harbiye Nazırı ile konuş, benden ne istiyorlar, tespit et, üst tarafını kendimiz yaparız.


Kazım Paşa hemen Harbiye Nazırı (Savaş Bakanının) yanına gidiyor.  Nazır Şakir Paşa Kazım Paşa’yı bilgilendiriyor: “Maksat, Samsun bölgesindeki Rumlara saldıran Türkleri cezalandırmak, sonra Anadolu’da birtakım milli kuruluşlar beliriyormuşonları da ortadan kaldırmak… Mustafa Kemal’i bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile beraber bir yetki belgesi vereceğiz.”


Kazım Paşa odasına dönüp, bu konuşmayı Mustafa Kemal’e aktarıyor. Bu noktada tekrar Mustafa Kemal’in anlatımına dönelim:
– Çok güzel, dedim ve kapıların iyi kapalı olup olmadığına baktım.
– Yalnızız!
Onlar ne istiyorlarsa en çoğu ilave ederek bir talimatname kaleme alınız, yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim!
– Peki!
Benim önem verdiğim yetki meselesi idi. Mümkün olduğu kadar Anadolu’nun her tarafına emir verebilmeliydim. İstediğim bir madde, Samsun’dan başlayarak bütün Doğu vilayetlerinde bulunan kuvvetlerin komutanı olmaklığım ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilayetler valilerine doğrudan doğruya emir verebilmekliğimdi. Bir başka madde, bu bölge ile herhangi bir temasta bulunan askeri ve idari makamlara yazı ile duyurularda bulunabilmekliğimdi. Kazım Paşa’ya dedim ki:
– Onların arzularını bir araya topla. Fakat sonuna bu iki maddeyi ilave et!
Kazım Paşa yüzüme baktı.
– Bir şey mi yapacaksın?
– Kulağını bana uzat… Evet bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım!
– Vazifemizdir, çalışacağız.”
Dediğim gibi yazdığı talimatnameyi okudu. Sonra beni bırakarak, taslağı Harbiye Nazırı’na göstermek üzere odadan çıktı. Bilmem ne geçti, bu kadar az zamanda ne geçebilir, fakat Kazım Paşa’nın söylediğine göre Sadrazam Paşa talimatnameyi imzalamayacakmış. Şakir Paşa da imza koymaktan çekinmiş, ancak bu rahmetlide vicdani bir seziş olmak lazımdı ki, ‘imza edemem’ sözünden sonra ‘Mührümü basarım’ demiş.
Mührünü basıyor mu?
– Evet, hatta bana mührünü verdi ve bas dedi!
O halde talimatnameye Mustafa Kemal Paşa gerek gördükçe ‘doğrudan doğruya Sadrazam Paşa (Başbakan) ile yazışma yapar, kaydını da ilave edelim
– İyi ama, Şakir Paşa’ya okuduğum taslakta bu kayıt yoktu.
Bununla beraber, Kazım Paşa böyle bir madde de ilave ederek yönerge taslağı beyaza çekildi, Şakir Paşa’nın makam mührü basıldı. İki kopya idi, birini cebime koydum. Ötekini de Kazım Paşa’ya vererek:
– Sen de dosyanda saklarsın.
Latifeli (şakacıklı) bir gülüşle:
– Paşa, beni torbaya mı sokuyorsun?
– Hayır, hayır, sana şimdi teşekkür ediyorum. Bir gün bunu hatırlarız.


samsun yetki belgesi Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı imzasız, üzerinde Nazırlık mührü olan 6 Mayıs 1919 tarihli Talimatname

Bu yetki belgesinden Vahdettin’in hiç haberi olmuyor. Belgenin mühürlü halini ne Sadrazam ne de Harbiye Nazırı Şakir Turgut Paşa görüyorlar. Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı imzasız, üzerinde Nazırlık mührü olan 6 Mayıs 1919 tarihli Talimatnamede Mustafa Kemal Paşa’nın görevleri ve yetkileri şu şekilde belirlenmişti:

1) Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik nedenlerinin belirlenmesi,
2) Silah ve cephanenin bir an önce toplattırılıp koruma altına alınması,
3) Şuralar varsa ve asker topluyorsa bunun kesinlikle engellenmesi, şuraların kapatılması,
4) 3. ve 15. kolorduların müfettişlik emrine verilmesi,

Atatürk, Müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van, Erzincan ve Canik illerine gereken emirleri verebilecek, buralarla sınırı olan Diyarbakır, Bitlis, Mamuretülaziz, Ankara, Kastamonu illerindeki ordu komutanları da Atatürk’ün emirlerini dikkate alacaklardı.


İngilizlerin Mustafa Kemal kuşkusu


İyi Türkçe bilen, İngiliz gizli servisinin en önemli ajanlarından Ryan, Damat Ferit’in, Mustafa Kemal’in atanması ile ilgili olarak İngilizlere bilgi verdiğini ve İngilizlerin onaylarını aldığını şöyle anlatıyor: “1919 baharında Türk hükûmeti Anadolu’da merkez tarafından kontrolü daha iyi düzenlemek amacıyla birkaç genel müfettişlik kurulmasına karar verdi. Tayin ettiği ilk ve güvenilir tek müfettiş Mustafa Kemal idi. Kendisini seçkin asker olarak göstermiş fakat bu zamana kadar göze çarpan hiçbir siyasi rol oynamamıştı.


İtiraf etmeliyim ki Damat Ferit benimle müfettişliğin şeması hakkında konuştuğunda onun adı bana hiçbir şey ifade etmedi… Damat Ferit, Mustafa Kemal’le yemek yediğini ve ondan memnuniyet verici sadakat (bağlılık) vaatleri aldığını ve bunları bir subayın centilmen yemini olarak kabul ettiğini anlatarak beni inandırdı.”


Ryan dışındaki İngilizler Mustafa Kemal'den emin değillerdi. Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa'nın ağzını arıyorlardı. Fevzi Paşa anlatıyor: "Mustafa Kemal Paşa'nın Almanlar'ın  ve Enver Paşa'nın aleyhinde olduğunu söyleyerek yeni görevine gidince bütün bunların (güvensizlikten doğan karışıklık olaylarının) ortadan kalkacağını anlatıyordum. Bu nedenle Mustafa Kemal'in eylemini onaylıyor, hatta çabuklaştırıyorlardı."


İngiliz istihbaratçılar hala tedirgin


Mustafa Kemal Paşa’nın, Samsun’a gideceğini öğrenen İngiliz istihbaratçı-rahip Frew (okunuşu Fru), Paşayla  görüşüp arka plandaki niyetini öğrenmek, ağzını yoklamak ister. Atatürk, bunu 1926 yılında gazeteci Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatmıştır:
"Bir gün, Umumi Harp’te İstanbul otellerinden birinin müdürü iken tanıdığım M..... Şişli’deki evime geldi, Fethi Bey de yanımda idi. Birçok şeyden konuştuktan sonra, bana dedi ki, ‘Burada yabancılarla temastayım. Size ne kadar önem verdiklerini de biliyorum. İngiltere Sefareti’nde Mösyö Fru sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar etti. İster misiniz, sizi bizim evde buluşturayım?’
Fethi Bey’e doğru döndüm; ‘kabul et’, der gibi baktı, 'Konuşalım' dedim, 'Fakat o istiyorsa...'
Davet günü Madam M.....’nin salonundayız. Biraz sonra ‘Mösyö Fru!’ dediler, içeriye giren zat oturduğum kanepenin soluna yerleşti. Fransızca konuşuyorduk:
“Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan bir yabancıyım”, diye söze başladı. “Türkleri, daha doğrusu İttihat ve Terakki idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir efendim, bilirsiniz. Umumi Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet alemi Türkiye’yi mahveder!..” 
“Fakat”, dedim, “Siz benimle görüşmek istemişsiniz. Bu hanım ve kocası aracılık ettiler. Sizinle konuşmamın faydalı olacağını söylediler. Bana bunları söylemek için mi bu görüşmeyi aradınız?”
“İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz” dedi.
“Ben İttihat ve Terakki’nin temsilcisi değilim!”
Nutkuna devam etti. Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım: “Evet, İttihat ve Terakki’nin temsilcisi değilim. Fakat müsaadenizle söyleyeyim ki, İttihat ve Terakki vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu aşağılamalarınıza hak verdirecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların üstündedir.”
Bu zatın bu görüşmeyi niçin istediğini hâlâ anlamadım. Fakat bir küçük hatıramı ilave edeyim: Ankara’da bulunduğum sıralarda bir gün Antalya’ya geldiği ve Madam M....’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz. Yabancılarla bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti.
İstanbul’u işgal eden İtilaf devletlerinin temsilcileri, politikacıları, hatta askerleri bir noktayı anlamaya çok önem veriyorlardı: “Türkiye’de bütün memlekete nüfuzunu hissettirecek bir teşkilat olmasına ihtimal var mıdır? Böyle bir teşkilat varsa onun başına geçebilecek şahsiyetler kimler olabilir?” İttihat ve Terakki’yi hiç hatırlarından çıkardıkları yoktu.” (Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, Ulus Basımevi, Ankara, 1994’ten aktaran; Atatürk’ün Bütün Eserleri, 3. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.82-83.)


Rahip Frew, Milli Mücadele karşıtı İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin (İngiliz Dostları Derneği) başkanlığını da yapmıştı.


İngiliz istihbaratçılar Mustafa Kemal'in niyetini anlıyor


İstanbul’da bulunan İngiltere Yüksek Komiserliği istihbarat memurları ve ordu komutanları istihbarat topluyor ve derledikleri bilgileri Londra’daki Savaş Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’na yolluyorlardı.  Raporlarda, o dönem Türkiye’de bulunan İngiliz yetkililerin, Anadolu’da henüz yeni yeni örgütlenmeye başlayan milli mücadelenin, halkın desteğini toplamaya başladığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini belirleyecek olan anlaşmanın ağır şartlar dayatması halinde silahlı mücadeleye geçebileceği uyarıları yapılıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da görüşmeler yaptığından da haberdarlardı.

İngiliz Gizli Servis ajanı Yüzbaşı Hoyland'ın raporu


28 Şubat 1919’da, İngiliz Gizli Servis ajanı Yüzbaşı Hoyland, İstanbul’daki İngiliz Gizli Servis Başkanlığı’na verdiği raporda 34 kişinin görevlerinden uzaklaştırılmasını ve İstanbul dışına sürülmesini istemişti.


Bu listede bulunan isimler içerisinde Mustafa Kemal ve yaveri Cevat Abbas’a ek olarak, o sırada Osmanlı Devleti Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Savunma Bakanlığı Müsteşarı Albay İsmet (İnönü), Kazım (Karabekir) Paşa, Halil (Kut) Paşa, Albay Ali (Çetinkaya) da vardı. Rapor 12 Nisan 1919’da Londra’ya gönderildi. Yüzbaşı Hoyland’ın bilinçli bir gizli servis uzmanı olduğu anlaşılıyor zira saptadığı isimler yakında Anadolu İhtilali’nin kilit/önemli isimleri olacaktı.


13 Nisan 1919’da İngilizler, 2500 Ermeni askerini takviye getirerek Kars’ı işgal ettiler. Cenûbîgarbî Kafkas Hükümeti’ni dağıtıp; Hükûmet Başkanı Cihangiroğlu İbrahim Beğ ile birlikte toplam 12 Hükûmet üyesini tutukladılar. İngilizler Hükûmet üyelerini Tiflis-Batum-İstanbul yoluyla Malta’ya sürdüler. 3 Mayıs 1919 da Ermeni çete reisi General Dro İngiliz Generali Davie ’tarafından Nahçıvan bölgesinde asayişi temin etmek ve Nahçıvan’da Ermeni idaresini kurmak üzere tayin edildi. General Shalkovnikov ve General Dro’nun kuvvetleri ile Mışığ Aveteryan’m atlı süvarileriden oluşan 6.000 kişilik bir Ermeni müfrezesi Türklerin direnişini kırarak 24 Mayıs 1919’da Nahçıvan’ı işgal etti.


İngiltere'nin Karadeniz Orduları Başkomutanı General Milne istihbaratçı olmadığını belli ediyor, Londra’ya gönderdiği raporda yaptığı işleri anlatarak durumu idare ediyordu: “İstanbul hükümetine istediklerimi yaptırıyorum. 9. Ordu Komutanı Yakup Şevki’yi (Subaşı) görevinden attırdım. Batum Tümen Komutanı Mürsel (Bakü) Bey’i tutuklattım.”


Mustafa Kemal’in Müfettiş olarak görevlendirilmesinin ardından İstihbarat subayı Binbaşı Brian Wright, Londra’ya gönderdiği 2 Mayıs 1919 tarihli telgrafta, “Türk ordusunun sicili en parlak generali müfettiş olarak Küçük Asya’ya (Anadolu) gidiyor. Bu asker daha yarbay iken Çanakkale’de koskoca müttefik ordularını yendi. İstanbul’da yaptığı gizli görüşmeler hayra alamet değilBir an önce tutuklanmasından yanayım” diyerek İngiliz Hükûmetini uyarmıştır.


6 Mayıs 1919’da, İngiliz Savaş Bakanlığı’ndan Binbaşı Wright’a gelen Murray kodlu 215/TY/51919 sayılı yanıtta aksi görüş savunularak: “Türk generalin padişahın emrinden çıkması mümkün değildir. İngiliz işgal kuvvetleri temsilciliklerinin bulunduğu Anadolu’da, sorun yaratması da mümkün gözükmemektedir. Hiç şansı yok. Darmadağın olmuş Türkleri ne o ne de başka bir güç artık toparlayamaz” denilmektedir.


Gelen yanıttan tatmin olmayan Binbaşı Brian Wright, 11 Mayıs 1919’da, Londra’ya gönderdiği yeni telgrafında İngiliz Hükûmetini ısrarla şu sözlerle uyarmaktadır: “Hindistan’da, Afrika’da görev yapmış deneyimli bir istihbaratçı olarak söylüyorum, kariyerindeki büyük başarılar Mustafa Kemal’in herhangi bir subay olmadığını gösteriyor. Şansı yok yorumunuza katılmıyorum. Atasözümüz ‘Şans, cesur olanı kollar’ der. O cesaretini Çanakkale’de kanıtladı. Her haliyle farklı olan general sanki içinde bir lider gizliyor. İngiltere’nin başına çok büyük dertler açabilir. Padişah emri dinleyecek biri ise asla değil. Bu adamın adı, Anadolu’daki Türkler arasında bir efsane gibi yayılıyor. Padişah ve halife yanlıları, birçok Türk subayının, Küçük Asya’nın (Anadolu) birçok noktasına dağılıp Mustafa Kemal’i bekledikleri bilgisini bize ulaştırıyor. Generalin İstanbul’dan ayrılmasına izin vermek kesinlikle hata olur.”


Bu arada Wright'ın Vahdettin yanlılarından istihbarat aldığını ifade etmesi Milli Mücadele'ye karşı Osmanlı ihanetinin önemli bir  kanıtı.


Londra'nın basireti bağlanıyor


Londra aldığı raporların gereklerini yerine getirseydi, örneğin o sırada Mustafa Kemal tutuklanıp Malta’ya sürülseydi, Türklerin, Yunanlıların, Ermenilerin, Kürtlerin ve Hindistan gibi sömürgelerin tarihi değişirdi. Ancak basireti bağlanan Londra, özgüven ve mağrurluktan kaynaklı aymazlık içerisinde, bu raporları ciddiye almadı.


Buna rağmen İstanbul’daki İngiliz istihbaratçılar son dakikaya kadar Londra'dan emir gelebileceği beklentisiyle Mustafa Kemal’in peşini bırakmadılar.


Tedirginlik sırası Mustafa Kemal'de


Samsun’a giderken Şişli’deki evinde annesi ve kız kardeşiyle vedalaşan Mustafa Kemal Paşa da İngilizlerin takibinden dolayı tedirgindi. Dikkat çekmesin diye kimse uğurlamaya gelmesin dedi. Yola çıkışındaki bu kritik saatleri şöyle anlatır:

Otomobil kapı önünde idi. … Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum (Rauf Orbay), aldığı bir habere göre, benim ya hareketime müsaade edilmeyeceğini, yahut, vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun müddet yanımda çalışan bir erkanıharp (kurmay) da gelerek, maiyetinde çalıştığı bir damattan aynı şeyleri öğrendiğini bildirdi.

Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir şimşek geçti: Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıklı idi. Ancak artık benim için yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan men edilmek, hepsi ölmekle eşit idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata Rıhtımı’na geldim.


Yukarıda ayrıntıları verildiği gibi İstanbul'daki İngiliz İstihbaratçılar Atatürk'ün Samsun'a gitmesine karşıydılar. Ancak Londra'yı ikna edememişlerdi.  Atatürk 16 Mayıs 1919'da  bir motorla rıhtımdan Kızkulesi açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru'na bindi. Karadeniz'e açılmalarından hemen önce bir devriye hücumbotuyla gelip Bandırma'nın güvertesine çıkan İngiliz denizcileri vizeleri kontrol ettiler, evraklarda eksiklik göremediler. Harekete engel olabilecek son çare olarak silah araması da yaptılar ancak yine birşey bulamadılar.


Mustafa Kemal anlatıyor: ”Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne de cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz”.


Vapur hareket etti ama Atatürk İngilizlerin tavırlarından iyice tedirgin olmuştu niyetini anladıklarını tahmin etmişti. Karadeniz'e çıkınca Bandırma vapuru kaptanına “Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın  sahile oturtunuz!” emrini verdi.


Kuş öyküleri


İngilizler kuşu kaçırmışlardı. 'Kuş da nereden çıktı?' demeyin, öyküleri var:


Atatürk 6 Mayıs 1919'da yetki belgesini cebine sıkıca yerleştirmiş, Harbiye Nezaretinden ayrılırken 'inanılmaz talihi' karşısında heyecandan dudaklarını ısırmıştı. Sonradan bu halini "kafes açılmış, önümde geniş bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir 'kuş' gibiydim," diye anlatır.


Bandırma Vapuru Karadeniz'de yol alırken vapurda vize ve silah kontrolü yapmış olan İngilizlerin vapurda gördükleri geniş heyetin raporundan uyanan Yüksek Komisyon, Ateşemiliter İngiliz Wyndham Deedes'i vapuru durdurabilmek için apar topar Sadrazama gönderdi. Ancak Damat Ferit iki parmağının ucunu şaklatarak "Çok geç kaldınız ekselans, kuş uçtu bile" dedi.


Britanya Karadeniz Orduları Başkomutanı General Milne'in yapabileceği tek şey, 19 Mayıs'ta Osmanlı Harbiye Nezareti'ne bir nota gönderip, müfettişin neden o kadar geniş bir kurmay heyetiyle gittiğini sormak olacaktı. Osmanlı yönetiminin cevaplarını doyurucu bulmayınca notalarını daha da sertleştirdi.


İngiliz istihbarat subayı John Godolphin Bennett

İşgal döneminde Muğla’dan İzmir’e gitmek için İtalyan vizesi


O günlerde İtilaf Devletlerinin pasaport dairesinden vize alınmadan İstanbul'dan çıkmak, Anadolu Feneri-Pendik hattından öteye seyahat etmek mümkün değildi.  Çıkış noktalarında, denizde ve yollarda vize ve silah kontrolları yapılırdı. 


Harbiye Nezareti 14 Mayıs’ta İngiliz İşgal Kumandanlığı’ndan başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere 23 subay, 25 er ve erbaş ile altı adet eğerli at için vize talep etti. Vizeler 15 Mayıs’ta alındı, o arada Bandırma Vapuru da hazırlandı.


John Godolphin Bennett İstanbul’un işgali sırasında işkenceciliğiyle ünlü bir İngiliz istihbarat subayıydı. Gazeteci Murat Bardakçı'nın iddiasına göre 1973'de  "Mustafa Kemalinizi Samsun’a ben göndermiştim.... Benim verdiğim vize olmasaydı İstanbul’dan katiyyen ayrılamazdı!” demiş. Bardakçı'nın Samsun yolculuğunun belgelerini topladığı kitabına bakılırsa bütün olup bitenler, Harbiye Nezâreti’nden Dahiliye ve Bahriye Nezâretleri’ne, zamanın Genelkurmayı’ndan Sadaret’e ve Saray’a kadar devletin en üst düzeyinin dünya savaşı bozgunu sonrasında birşeyler yapabilmek için beraberce hazırladıkları bir devlet operasyonu. (Kitabın Tanıtım Bülteninden alıntı)


Atatürk düşmanları fırsatı kaçırır mı? Bu satırların üzerine mal bulmuş mağrıbi gibi atlıyorlar. Diyorlar ki Atatürk Milli Mücadeleyi başlatsın diye Samsun'a gönderilmiş. Bennett'in iddiasına, İngiliz vizesine ve Padişahın tayinine bakılırsa ortada İngiliz-Vahdettin işbirliği var buna hiç kimse itiraz etmiyor. Amacı da önceki bölümlerde anlatıldığı gibi Anadolu'daki Türk direnişinin bastırılması. Ancak Atatürk düşmanları bunu kabul etmiyorlar. 


Kimilerine göre Vahdettin bunu güya Mustafa Kemal Osmanlı'yı kurtarsın diye yapmış. İngilizler durumu anlamasın diye de önce onları ikna etmiş sonra yine durum anlaşılmasın diye Mustafa Kemal'i idama mahkum etmiş... vesaire vesaire... Vahdettin Atatürk'ü Kurtuluş Savaşını başlatsın diye Samsun'a gönderdiyse nerelere kadar emir verebileceğini belirten yetkilerle de donatması, Sadrazam ve Harbiye Nazırı'nın bu yetki belgesini imzalamaları gerekmez miydi? 


Diğerlerine göre ise İngiliz bunu güya Mustafa Kemal Osmanlı'yı yıksın diye yapmış. İngiliz'in amacı Osmanlı'yı yıkıp M. Kemal'e yeni cumhuriyet kurdurmak idiyse İstanbul'da milliyetçi Meclis-i Mebusan ve milliyetçi Harbiye Nazırlığı varken, darbe yapmak için toplantılar yapan Türk subaylarını ve bu subaylarla görüştüğünü bildikleri  Mustafa Kemal'i, destekleyerek, Osmanlı'yı en hızlı ve kansız şekilde yıkma imkanı dururken neden 5 yıl ordusunu ve donanmasını İstanbul ve Anadolu'da besledi? Güya Allenby İstanbul'a bunun için gelmiş. Ancak İstanbul Hükûmetine ültimatom veren Allenby değil Calthorpe. İstekleri arasında da Umumi Müfettiş yok, dolayısıyla ad da vermiş değil, Türk direnişlerine karşı önlem alınmasını istiyor. Umumi Müfettiş çözümünü Hükûmet getiriyor.  Gösterilen adayı yani Mustafa Kemal'i İngilizler kuşkuyla karşılıyorlar. Ayrıca İngilizler güya Milli Mücadele'nin başarılı olması! için Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçmesini istemişlerse  Yunan'ı neden İzmir'e çıkarmışlar ve Ankara'ya kadar gitmesine izin vermişler? 


Gerçeği Mustafa Kemal Paşa’dan dinleyelim: “Vahdettin kabinelerinde benim için iki zıt fikir olduğunu yukarıda söylemiştim: Biri beni lehlerinde kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir suretle güvenilmemek lazım olduğunu iddia edenler!.. Bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal’i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar.

İşin aslını Kuva-yı Milliye hareketine başından beri karşı olan ünlü yazar Refik Halit (Karay) mütareke basını üyesi Alemdar gazetesinde 5 Şubat 1920’de özetlemiş:
Mustafa Kemal Paşa devamlı bir çalışmayla, Harbiye Nazırı’nın samimiyetinden, budalalığından ve kabinenin güçsüzlüğünden istifade ederek, en yüksek bir askeri görevi elde etmiş ve Anadolu’ya müfettiş olarak resmen geçmiştir.” Bu konuda daha geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

14 Kasım 1918 tarihli Yeni Gün Gazetesi “İtilaf donanması limanımızda” manşetiyle çıktı. Manşetin altında bu işgale gayrimüslimlerin sevindiği, “Çanakkale’de verilen şehitlerin hatırasıyla titreyen öteki kısmın” ise üzüldüğü yazıyor. Sol altta ise Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a geldiği belirtiliyor.


Sonuç itibarıyla, Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelişi, İstanbul çalışmaları ve görüşmeleri Kurtuluş Savaşının yol haritasını belirlemiştir.  


Yakın tarih yazarlarının birleştiği nokta şudur: “Mustafa Kemal en büyük siyasal yeteneğini İstanbul’da geçirdiği bu 6 ay boyunca göstermiştir."


Bennett aslında kimdir?


Yukarıda belirttildiği gibi işgal günlerinde İstanbul'dan vizesiz ayrılmak mümkün değil. Aslında önemli olan zurnanın son deliğinin yani Mustafa Kemal'e vize verenin kim olduğu değilse de yine de bakalım Bennett neyin nesiymiş.


Bardakçı, Samsun yolculuğunun belgelerini toplayıp kitap halinde yayımlamış. Ancak ortada bir başka belge daha var. O da Atatürk'e vizeyi ben verdim diyen İngiliz İstihbaratçı John Godolphin Bennett'in adının geçtiği belge. Söz konusu belge bir istihbarat raporu. Söz konusu raporda İngiliz subayı Bennett'in Atatürk'ü öldürmek üzere kalabalık bir heyetle beraber Anadolu'ya geçeceği ihbar edilerek dikkatli olunması isteniyor. Buna ek yapılan  belgede de Bennett'in eşkali ilgili askeri ve mülki makamlara bildiriliyor.  Bu da gösteriyor ki  Atatürk düşmanlarının iddiası olan Bennett ve İngilizlerin Atatürk dostu olması tamamen ihtimal dışı.

 

 

BÖLÜM 3 - MİLLİ MÜCADELE


İngiliz istihbaratı haklı çıkıyor


15 Mayıs 1919 da 20 bin Yunan askeri İngiliz ve Fransız gemilerinin desteğinde Anadolu’yu işgal etmek üzere İzmir’e çıktılar.


Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs'ta Samsun'a çıktı. Mecburen müfettiş olarak oradan çıktı. Fazla da renk vermiyordu. Çünkü orası mesaj verilecek yer değil, stratejik bakımdan uygunluk sıfır. Samsun yeni kurulan bir kent.  Ne fazla modernite ne anane var. Hiçbir şey yapılamayacağı anlaşılıyor. İngiliz subayları tarafından izleniyor. O yüzden bir deklarasyon bile yayımlayamıyor.


Mustafa Kemal Samsun’da İngiltere’nin bölgedeki askerî  temsilcisi olan  Yedek Subay Yüzbaşı L. H. Hurst ile görüştüğü  Hurst'un Samsun’dan İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A. Calthorpe’a, 21 Mayıs 1919’da gönderdiği  raporundan anlaşılmakta.  Hurst  görüşme hakkında şöyle yazmıştır: “Kemal Paşa 19 Mayısta buraya geldi ve sükûneti muhafaza etmek maksadıyla içeriye doğru teftiş gezisine gidecektir. Onunla bölgenin genel durumunu görüştüm”.


Mustafa Kemal, Hurst ile görüşmesi hakkında Samsun’dan İstanbul'a gönderdiği raporlarında herhangi bir bilgi vermemiştir. 22 Mayıs’ta Samsun’dan Sadarete gönderdiği raporda: “Bugün erkânı harbiyemden birkaç zatı, sureti mahsusada Samsun İngiliz siyasî mümessili Yüzbaşı Hurst, askerî kontrol memuru Yüzbaşı Salter ve siyasî kontrol memuru Yüzbaşı Miles ile temas ve mülâkat ettirdim” demekte ve sonunda iletilmeye gerek gördüğü hususları şöyle sıralamaktadır:
Samsun Sancağındaki eşkıyalığın nedenlerinin tümüyle 21 Mayıs 1919 tarihli ve 53 sayılı şifre ile arzettiğim kanaat dahilinde olmak üzere bizzat İngilizler tarafından itiraf edilmiştir, İzmir’in işgali sırasında meydana gelen üzüntü verici olaylardan söz edilerek İngiliz subayları, Osmanlı Hükûmeti’nin Türkiye’yi kendi başına yönetemeyeceği, birkaç yıllığına olsun yabancıların işe karışmasına ve korumacılığına muhtaç olduğu görüşü ileri sürülmüştür. Kendilerine verilen cevapta, Samsun Livasındaki eşkıyalığı savaş sırasında Rumların başlattığı, Rumların bunu takviye ettikleri ve yönettikleri, bu yüzden o tarihte önemli birliklerin bu çevrede görevlendirildiği, hatta ordunun başvurusu üzerine hükûmetin Bafra tehcirini yapmak zorunda kaldığı, bugün için Rumlar Türkleri kışkırtmaktan ve onları etkilemekten vazgeçerlerse eşkıyalığın hemen durabileceği, bu sayede İslam çetelerinin ortadan kaldırılmasının mümkün hale geleceği, gerektiğinde askeri birliklerle bunların sindirilmesi yoluna gidileceği bildirilmiştir.
Osmanlı Hükûmeti’nin idare tarzı hakkındaki görüşlerine karşılık olarak da, özel ve kişisel kanaat olarak, Türklüğün yabancı idaresine tahammülü olmadığı, İngilizler gibi, en medeni milletlerden uzman kişilerin danışman olarak iyi karşılanacağı, Yunanlıların Osmanlı memleketlerinin hiçbir yerinde hakimiyet haklarının olamayacağı kendilerine anlatılmıştır, İzmir hakkındaki suallerine de vakanın tamamıyla millî ve hayati bir mesele olduğu ve en basit bir köylü tarafından da böyle değerlendirildiği ve İzmir’in Türklerce İstanbul kadar mühim bulunduğu, hiçbir yabancı, bilhassa Yunanistan gibi hayalperver bir hükûmetin işgaline razı olunamayacağı, kuvvetle yapılan bu işgalin geçici bulunacağı, milletin yekvücut olup hakimiyet esasını, Türklük duygusu aynı derecede güçlü olmak üzere işbaşındaki hükûmete ruhuyla ve olanca varlığıyla bağlı bulunduğu bu sırayla açıklanarak ve görüş alışverişi içinde, duyulara dayalı bir ortam içinde görüşme tamamlanmıştır."


 

(T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Yayın No: 1 - Gn No: 060)

(T.C. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Yayın No: 1 - Gn No: 060)


Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktıktan üç gün sonra sadarete yazdığı bu rapor, bütün Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil ettiği gibi Mustafa Kemal Paşanın ne gibi fikirlerle yüklü olarak bu görevi kabul ettiğini de açıkça göstermektedir. Samsun’a gider gitmez, müfettişliğin kendisine geniş yetkiler veren talimatını da aşarak bütün ülke kaderiyle ciddi olarak uğraşmaya başladığının bundan daha açık bir kanıtı bulunamaz. Saray ve işgal kuvvetleri, onun bu gerçek niyetlerini daha İstanbul’da iken sezmiş olsalardı, Anadolu’ya göndermeyecekleri şüphesizdi (Tevfik Bıyıkoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921), C.I, Kent Basımevi, Ankara-1981, s. 115-116).'

(Not: Atatürk'ün Samsun'da İngiliz subay Salter tarafından tutuklanmak istendiği, Atatürk'ün karşısında adeta büyülenen Salter'in ve askerlerinin tutuklandığı, Salter'in Ankara'da, askerlerinin Yozgat'ta birkaç yıl göz altında tutulduklarına dair diğer anlatımlarla tamamen uyumsuz bir iddia var. Atatürk ile ilgili bu ve benzeri birkaç söylenti Atatürk düşmanlarına koz vermekten başka bir işe yaramamaktadır. Atatürk'ün bunlara ihtiyacı yoktur.)


Atatürk 25 Mayıs 1919’da Havza’ya geçti. Paşa, Havza’da dinlenmesini İstanbul'a  “istirahat ve kaplıca tedavisi” gibi gösterdi. Halbuki yoğun görüşmeler yapıyor, civar bölgeler eşrafına ve memurlara telkinlerde bulunuyordu. 28 Mayıs 1919’da  telgraflarla, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgaline karşı her yerde millî heyecan ve gösterilerin yapılmasını istedi. 30 Mayıs'ta Sultan Ahmet Meydanında yapılan mitinge 200 000 civarında insan katıldı. Yapılan miting ve gösterilerin millî heyecanlara neden olması, İngilizlerin Mustafa Kemal Paşa’ya karşı duydukları endişe ve kuşkuyu zirveye çıkardı.


6 Haziran 1919’da General Milne imzasıyla Harbiye Nezaretine verilen notada “Mustafa Kemal Paşa ile maiyeti erkânının (birlikte olduklarının) vilâyetlerde isbat-ı vücut etmelerinin (bulunmalarının) arzu olunmadığını (istenmediği)” belirtilerek Mustafa Kemal Paşa ile beraberindekilerin derhal İstanbul’a dönmelerinin sağlanması istendi. Bunun takipçisi olan İngilizler, Harbiye Nezaretine baskılara başladılar ve Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a dönmesinde ısrarcı oldular.


İtilaf Kuvvetlerinin baskıları sonucunda dönemin Harbiye Nazırı Şakir Paşa, 8 Haziran 1919'da 9. Ordu Müfettişliğine “Maiyeti âlilerindeki istimbotlardan biri ile buraya teşrifiniz rica olunur” diyerek telgraf çekti. Mustafa Kemal Paşa, zaman kazanmak adına kömür ve benzinlerinin olmadığını, bunların tedarik edilmesini rica ettiğini bildirdi ve niçin geri çağrıldığının sebebini öğrenmek istedi.  Harbiye Nazırı 15 Haziran 1919’da cevap olarak, İstanbul’a çağrılmanız İstanbul Hükümeti’nin kararıdır, dedi. Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nazırı’nın verdiği bu yanıtı inandırıcı bulmadı ve Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa’ya başvurdu. Cevat Paşa da kendisine; "9. Ordu Müfettişi olarak atandığınız bölgedeki faaliyetlerinizi İngilizler hoş karşılamadığı için İstanbul’a çağrılmaktasınız" yanıtını verdi.


21 Haziran’da Mustafa Kemal ile, Rauf Bey, Refet ve Ali Fuat Paşalar Amasya’da buluştular.  22 Haziran 1919’da Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan, hepsinin imzaladığı Amasya Genelgesi (Tamimi) yayınlandı. Genelge İstanbul Hükûmetini hiçe saymakta, hükûmetin düşman devletlerin esiri olduğunu ve milleti yine milletin kendisinin azmi ve kararlılığının kurtaracağını açıklamaktaydı. 


Aynı gün Mustafa Kemal, Padişah Vahdettin’e gönderdiği telgrafta İngilizlerin emrindeki kişilerin kendisini İstanbul’a çağırdığını belirtti ve “Sizi son ziyaretimde, millet beni ve kendini inşallah kurtarır demiştiniz. Şimdi görüyorum ki, millet baştan aşağıya uyanıktır, bağımsızlık için kuvvetli bir inançla donanmıştır. Beni geri çağırıyorlar, konuya müdahale edin” dedi. Padişah, Mustafa Kemal’in bu telgrafına cevap vermedi.


Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a geri dön çağrısına uymaması ve Amasya Genelgesini yayınlaması üzerine, Dâhiliye Nezareti 23 Haziran 1919 günü Diyarbakır, Ankara, Erzurum, Sivas, Trabzon, Van, Kastamonu, Bitlis, Elazığ vilayetleriyle Erzincan ve Canik Mutasarrıflıklarına (valiliklerine) şu telgrafı çekti: Mustafa Kemal Paşa, büyük bir asker olmakla beraber, zamanın siyasetini kavrayamadığı için bütün gayret ve çabalarına rağmen memuriyetinde başarılı olamamıştır. Karesi (Balıkesir) ve Aydın havalisinde Müslüman halkı kurdurduğu cemiyetler yüzünden zor durumda bırakmaktadır. Çektiği telgraflarla da hatalarını artırmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın görevinden azledildiği bildirilip kendisi ile irtibat kesilmelidir".  Aynı gün İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Londra’da Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği telgrafta Mustafa Kemal’in görevden alındığını bildirdi ve şunları yazdı: “Mustafa Kemal iyi niyetle görevine atanmıştı. Samsun’a varışından beri kendisini, milliyetçi akımın merkezi haline getirmiştir.”


M. Kemal 26 Haziran sabahı Amasya’dan ayrılarak, bir süre Tokat ve Sivas’ta kalmış, 27-28 Haziran gecesi sabaha doğru Sivas’tan Erzurum’a doğru yola çıkmıştır. Bu arada İngilizler Amasya’da alınan kararları öğrenmiş ve İstanbul hükûmetine  baskılarını daha da arttırmışlardı. Mabeyn Başkâtipliği’nden 2 Temmuz 1919’da M. Kemal Paşa’ya çekilen telgrafta kendisinin bazı tertibat ve girişimlerinin İngilizlerin dikkatini çektiği ve bu nedenle hükûmete baskı yapmaya başladıkları ifade edilerek, istifa ederek ya İstanbul’a dönmesi veya iki ay süreliğine hava değişimi alarak istediği yerde istirahate çekilmesi tavsiye edilmişti. Bu telgraf Erzurum’a gitmekte olan M. Kemal Paşa’ya Erzincan’da ulaşmıştı.


M. Kemal Paşa, yanında Hüseyin Rauf (Orbay) Bey, Manastırlı Miralay Kâzım (Dirik) Bey, Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey, Miralay İbrahim Tâli (Öngören), Refik (Saydam) Bey, yaver ve zabitler olduğu halde 3 Temmuz 1919’da  Ilıca’ya (Aziziye) vardılar. Ilıca’da 15. Kolordu Kumandanı Kazım (Karabekir) Paşa kalabalık bir maiyeti ve süvari bölüğü ile eas duruşta selam vererek "Ben ve kolordum emrinizdeyiz Paşam" dedi. Yanında Erzurum Valiliği’nden alınan Ahmet Münir (Akkaya) Bey, Bitlis Valiliği’nden ayrılıp İstanbul’a gitmek üzere olan Mazhar Müfit (Kansu) Bey, Vilâyat-i Şarkiyye-i Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi Reisi Hoca Raif Efendi ve cemiyetin idare heyeti vardı.


“İstanbul Kapı” adındaki asıl karşılama mevkiine gelindiğinde, kalabalık bir halk topluluğu, 15. Kolordu İhtiram Kıtası ve Kâzım Karabekir Paşa’nın “Şehit Yavruları” tarafından parlak bir karşılama töreni yapılmıştır.


Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Erzurum’da Kongre hazırlıklarını yaparken,  5 Temmuz 1919'da Harbiye Bakanı Ali Ferit Paşa, telgraf başında Mustafa Kemal’le görüştü. Mustafa Kemal’i Padişah adına İstanbul’a çağırdı, kendisinin tutuklanmayacağına dair güvence verdi. Mustafa Kemal, kendisini İstanbul’a çağıran Harbiye Bakanı’na İstanbul’a geri dönmeyeceğini bildirdi ve telgrafında “İngilizlerin kendisini tutuklamayacakları yolunda verdikleri güvenceye inanmanın saflık olduğunu” belirtti. 8 Temmuz 1919'da Mustafa Kemal gece Saray’dan gelen istemle telgraf başına çağrıldı. Padişah adına konuşan Harbiye Bakanı Ferit Paşa, önce “Padişah’ın selam-ı şahanelerini” tebliğ etti. Padişah’ın Mustafa Kemal’i İstanbul’a beklediğini belirtti. Yanıt veren Mustafa Kemal Erzurum’dan ayrılmayacağını yineledi.


8 Haziran 1919’dan 8 Temmuz 1919’a kadar süren karşılıklı telgrafla oyalama taktiği artık sona eriyordu. İstanbul Hükûmeti 8-9 Temmuz 1919 gecesi Padişah'ın Mustafa Kemal Paşa’nın görevine son verdiğini tebliğ etti. Bu görevden alma, hemen Osmanlı Devleti’nin resmi gazetesi Takvimi Vekayi’de yayımlandı. Aynen şöyledir: "9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın memuriyetine hitam verilmiştir. İşbu irade-i seniye icrasına Harbiye Nazırı memurdur.” İmzalar, Harbiye Nazırı Ferit, Sadrazam Vekili Şeyhülislam Sabri, Padişah Mehmet Vahidettin. Aynı dakikada Mustafa Kemal Paşa da askerlik görevinden istifa ettiğini bildirdi. 


Mustafa Kemal Paşa’nın, Anadolu’dan İstanbul’a dönmeyip Milli Mücadele yararına faaliyetlere devam etmesi üzerine, M. Kemal Paşa ve Rauf Bey’in (Orbay) hükûmetin emirlerine muhalif davranmakta ısrar ettiklerinden tutuklanarak İstanbul’a gönderilmeleri, Harbiye Nezareti ve Dâhiliye Nezareti tarafından resmi makamlara bildirildi.


Mazhar Müfit Kansu anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten ayrılışının ertesi günü, yani 9 Temmuz 1919 sabahı artık Mustafa Kemal Paşa halktan biriydi ve sivil giyinecekti. Bütün ömrü askerlikte geçen Paşa’nın sivil elbisesi yoktu. Hemen yeni bir elbise bulmak olanaksızdı. Sabahleyin:

- ‘Elbiseyi ne yapacağız Mahzar?der demez:

- ‘Kolay Paşam’ dedim. Aklıma valiye gitmek geldi.

- ‘Paşa için sizin elbiselerinizden birini istiyorum.’ Münir (Akkaya) Bey bir hayli sıkıldı:

- ‘Evet, ama Paşa Hazretlerine yaraşır, temiz bir elbise bende de yok’ dedi. Haksız değildi. Savaş içinde ve savaş sonrası kimsede el dokunulmadık elbise kalmamıştı. Bununla beraber hemen akıl etti:

- ‘Benim ya bir ya iki defa giydiğim bir jaketayım var, Paşa’ya onu vereyim.’

- ‘Gayet iyi’ diyerek hemen jaketayı aldım, bende de temiz bir fes vardı. Gömlek, yaka, kravat da uydurmuştum. Paşa’nın ilk sivil kıyafetini böylelikle temin etmiş olduk.

Paşa’nın birkaç ay kullanmış olduğu o fesi, hala, o günlerin anılarını tazeleyerek, özenle saklarım.”

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, 4. Baskı, 1997 ISBN: 975-16-0906-2, Sayfa:418)


İngiliz Albay Alfred Rawlinson 


Albay Alfred Rawlinson İngiliz Hava Kuvvetlerinde görev yapmakteyken sağlık nedenlerinden dolayı kara sınıfına ayrılmış bir istihbarat subayıdır.
Birinci Dünya Savaşı'nda görev almış ve 1918'de Azerbaycan Türklerine yardıma gelen Nuri Paşa'nın komutasındaki Türk ordusuna Bakü'de karşı koymaya çalışan ancak Türklerin Bakü'ye girmeye başlaması üzerine gemilere binip kaçan Dunstervill'in ordusunda bulunmuştu. I. Dünya savaşından sonra Mütareke koşullarını gözetme ve yürütme görevi ile Erzurum'a gönderildi.  Rawlinson 22 Nisan 1919'dan beri 10 askeriyle Erzurum'da bulunmakta, Kazım (Karabekir) Paşa'dan yörede depolanan  silahlarının teslim edilmesini istemekteydi.  


Rawlinson 9 Temmuz 1919 günü öğleden sonra Mustafa Kemal Paşa’yı Erzurum'da kaldığı evde ziyarete gelmişti. Öğle yemeği henüz yenmemişti. Mustafa Kemal Paşa İstanbul yönetiminin baskılarına ve hakkında verdiği idam fermanından dolayı ordudan, askerlikten çekilmiş olmasına rağmen Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’e dostluk ve incelik eseri olarak kendi emir eri olan Ali’yi evde bırakmıştı. Ali odaya girerek şöyle dedi:
-"Kolonel Rawlinson sizi görmek istiyor, Paşam…"
Mustafa Kemal Paşa bir an ciddileşir, adeta taş kesilir, çatık kaşlarının arasındaki gözlerindeki mavilikler koyulaşır. Bir an için emir eri Ali’ye sessizce ve derinden bakar. Ardından da der ki:
– "Peki buyursunlar."
Mustafa Kemal Paşa, Kolonel (Albay) ile önceleri havadan sudan konuşurlar. Sonra da İngiliz Kolonel şöyle konuşur:
-"Duyduğuma göre, burada yarın bir Kongre açacakmışsınız."
Mustafa Kemal Paşa birdenbire yeleleri kabaran bir aslan kesilmiştir.
Tok ve kararlı bir sesle Kolonelin yüzüne bir şamar gibi inen bu sözleri söyler:
–"Evet, milletçe bu kongrenin açılmasına karar verilmiştir. Kongre kesinlikle toplanacak ve ilan edilen günde açılacaktır. Millet buna kesin olarak karar vermiştir. Açılmamasını salık veren, kılan nedenleri sormayı dahi gerekli görmüyorum."
Kolonel, bir millet iradesi önünde bulunduğunun hala farkında değildi. Görevinin vermiş olduğu sözde bir cesaret ve tavır içinde şöyle seslenir:
– "
Fakat, Hükümetim, bu Kongrenin toplanmasına asla izin vermez."
Mustafa Kemal Paşa’nın sesi kararlıdır ve tavrı tarihsel bir sestir. Şöyle der:
–"Ne hükümetinizden, ne de sizden izin istemedik ki, böyle bir iznin verilip verilmeyeceği bahis konusu olsun."
O sırada emir eri Ali elinde kahve tepsisi olduğu halde odaya girer. Mustafa Kemal Paşa’nın yüzüne bakar. Konuşulanlardan bir şey anlamamış olmasına rağmen, Paşa’nın ses tonundan durumu kavramıştır. Emir eri Ali, Anadolu insanının zekasının bir önsezisi ile, kaşları ile bir işaret yaparak kapı dışarı edeyim mi? demek ister gibidir. Ancak, ses vermeyince kahveyi verip, dışarıya çıkar. Kolonel kendini sanki İstanbul’da sanıyordu. Şöyle der:
-"
Kongreden vazgeçmezseniz, zor kullanır, dağıtırız."
Halbuki artık Osmanlı devri kapanmıştır. Mustafa Kemal Paşa da tarih ve millet adına konuşmaktadır. Gereken cevabı vermekte gecikmez:
-"O halde kuvvete kuvvetle karşı koyarız. Milletin kararı ne pahasına olursa olsun, mutlaka yerine getirilecektir."
Mustafa Kemal Paşa bu sözlerinden sonra, derhal ayağa kalkar şöyle konuşur:
–"Görüşmemiz bitmiştir."
Kapıyı açarak:
–"Lütfen Kolonel."
Kolonel sapsarı bir yüzle, arkasına dahi bakmadan gider. İngiliz devleti askeri temsilcisi ve Erzurum işgal kuvvetleri komutanı Kolonel Rawlinson bu şekilde evi ve görüşme yerini terkettikten sonra, Paşa, asabiyetini muhafaza eder, odanın içinde gezinir ve der ki:

-"Miralay Bey, böyle blöflerle, tehditlerle, bizi kararımızdan vazgeçirebileceğini zannediyor. Azm-i milletin, irade-i milliyenin ne demek olduğunu bilmiyor...Bununla beraber her ihtimali nazarı dikkate almalıyız.  Pek ihtimal vermiyorum ve ciddi telakki etmiyorum amma, şayet bu zat, kongrenin toplanmasına müdahale etmeye ve mani olmaya kalkışırsa bizim de tedarikli bulunmamız lazım gelir. Aklıma kolordudan biraz muhafız asker istemek gelmiyor değil. Fakat bu iyi bir şey olmaz. Kongreyi millet değil, asker yaptı ve yaptırdı, derler.(Atatürk’ün Özel Kalemi Mazhar Müfit Kansu’nun Anılarından - M. Müfit Kansu. Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber I, Ankara,1966, s.47 )


Bu talimat üzerine Mazhar Müfit Bey hemen polis müdürü Saffet Beyin yanına giderek Jandarma komutanının da katılmasıyla birlikte sivil giydirilmiş seçme polis ve jandarmaların, kongrenin açıldığı ve açık kaldığı günlerde o civarda seyirci halk imiş gibi bulunmalarına ve herhangi bir müdahale olduğunda silâha silâhla karşılık vermelerine karar vermişlerdi. 


22 Temmuz’da, Erzurum Kongresi’nin toplanmasından bir gün önce Mustafa Kemal Rawlinson'un tehditleri ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Samsun’a asker çıkarılmış… Bunlar, Hintli Müslüman taburunu değiştirmekten daha başka maksatlara da sahip olabilirler. Ancak, ne şarktan, ne garptan, ne cenup ve ne de şimalden Sivas’a da, Erzurum’a da bir İngiliz neferi bile gelemez ve gelecek değildir. Bu hareketlere kapılarak ve bunlardan mâna çıkararak ürkersek mukaddes dâvamıza ve gayemize ulaşamayız. …Hattâ, göreceksiniz, Kaymakam Ravlenson’un bizi kuru sıkı tehdit etmiş olmasına rağmen yarın Erzurum Kongresi bilâ hâdise açılacak ve devamı müddetince de İngilizlerin herhangi bir müdahalesi vâki olmayacaktır. Çünkü bir medenî millet ve devlet anlayışına sahip olarak: Türklerin istiklâl yolunda, hürriyet yolunda çalıştıklarını, kimseye taarruz ve tecavüz fikri taşımadıklarını, bir müstemleke halkı olmanın çok üstünde ve ilerisinde bir büyük millet vasfını haiz bulunduklarını ve millî mevcudiyetleri için sarfı gayret ettiklerini görecekler ve hiç olmazsa kalben takdirkârımız olacaklardır. Bunu zaman gösterecektir. Bununla beraber, her türlü tedbiri almaktan çekinecek veya geriye kalacak değiliz…”


O günlerde Kazım Karabekir, Rawlinson'un baskılarını kabul etmiş görünerek elindeki  silahların Kars'a sevk edilmesine ses çıkarmaz. Silahlar trenle 26 Temmuz 1919'da Kars'a giderken Oltu Şura Hükûmet milislerinin komutanı Eyüp Paşa (yerel adı Eyüp Paşo) Kazım Paşa'dan alınan emir gereği Taşkesen mevkiinde treni durdurup silahları alıp götürür (Kazım Karabekir. İstiklal Harbimiz, İstanbul. 1988, s.85.). Ardından 27 Temmuz'da Karabekir ile görüşüp İtilâf Devletleri’ne teslim edilecek silahların köylüler tarafından yağma edildiğini anlatan Rawlinson'a Kazım Paşa: "Bu halk benim de senin de başını taşla parçalarlar. Ben onlardan korkarım. Artık silah ve cephane işini bırakalım” der. Rawlinson İngiltere’nin buna karşılık olarak işgallerde bulunacağını söyleyerek tehditlerde bulunur. Kazım Paşa'dan bir sonuç elde edemeyeceğini anlayan Rawlinson olayı Genel Karargahına bildirerek son ümit olarak gücünün farkına vardığı Mustafa Kemal ile bir kez daha görüşmek ister.

Mazhar Müfit 28 Temmuz 1919'da gerçekleşen bu ikinci görüşmeyi anlatıyor: "Rawlinson;

"-Ordu müfettişliğinden çekilmiş ve hatta ordudan istifa etmiş bulunduğunuzu biliyorum. Fakat Kazım Karabekir nezdinde müessir bir tavassutta bulunabileceğinizden eminim. Kendisine hakikati anlatınız ve gereken tavsiyede bulununuz." teklifini yaptı.

Mustafa Kemal Paşa, daha evvelki hadisenin tesiri altında veya başka mülahazanın sevkiyle olacak ki, Kolonel'e karşı çok sert davrandı. Kazım Karabekir Paşa hakkındaki şikayetlerini reddeyledi ve açıkça:

"-Bu silahlar milletin malıdır. Millet bunları vermeyecektir." dedi.

Sonra bilmiyorum, yine ne düşündü, mülakat hitam bulmuş olduğu halde:

"-Bununla beraber, Kazım Karabekir Paşa nezdinde hususi surette bir kere teşebbüste bulunur ve müracaatınızdan bahsederim..." dedi.

Kolonel, sert ve huşunetli bir sahneden sonra bu cümleyi işitince, adeta çıldıracak kadar memnun oluşunu yüzünde dağılan tebessüm hatları ile saklayamadı."


Rawlinson Mustafa Kemal ile son görüşmesini 6 Ağustos 1919'da' yaptığı veda ziyaretiyle gerçekleştirmiştir. Söz konusu görüşmeyi Rawlinson "Adventures in the Near East" kitabında (s. 190)  anlatmaktadır:
"Müşarünileyhin (Kazım Karabekir) nezdinden çıktıktan sonra, Mustafa Kemal ile, kongrenin tatili hakkında mülakat aldım. Mülakatımız pek yararlı idi ve üç buçuk saat devam etti. Müşarünileyhin hususi ikametgahında vaki oldu. O zamanlar Mustafa Kemal ile aynı evde oturan eski Bahriye Nazırı Rauf bey mülakatın bir kısmında hazır bulundu. İstikbalin ihtimallerinden ve o gün kabul edilen yeni "Misak-ı Milli"nin muhtemel emellerinden bahsettik. İlk defa olarak ortaya konulan mezkur "Misak", o tarihten itibaren milliyetçilerin esas maksadını ve gayret ve siyasetlerinin müteveccih bulunmuş ve bulunmakta olduğu gayeyi teşkil etmiştir. Müşarünileyh, misakın nihai metnini ertesi gün telgrafla hudutta bana bildireceğini vaadetti ve kemali ihtimamla yerine getirdi. Bundan sonra her ikimizde istikbalin hazırladığı inkişafın ciddiyetini takdir ederek kemali nezaketle ayrıldık."


Rawlinson,  11 Ağustos 1919'da kaleme aldığı ve ilgili makamlara sunduğu "Erzurum Konferansı Günlerinde Doğu Anadolu'daki Durum" başlıklı raporunda ise şu bilgileri kaydetmektedir:
"Konferansın son günü Erzurum'dan ayrılmadan önce Mustafa Kemal'le iki saati geçen bir görüşme yaptım. Bana konferansın İstanbul yönetimini tanımadığını ve (Ulusal) Akım'ın gerçekte ihtilalci olduğunu içtenlikle itiraf etti. Öteki illerin çoğunluğunca da desteklenmeyi umduğunu, Paris Konferansı, Ermeni yönetimine, eski Türk-Rus hududunun ötesinde herhangi bir ülkeyi vermek kararını alırsa buna ihtilalci bir ordunun karşı koyacağını; düzenli Türk askerlerinin de, gerekirse kimi subaylar etkisiz bırakılarak, bu akıma katılmasını ümit ettiğini bildirdi.
O (Mustafa Kemal) tüm Bolşevik propagandası ve meylini yadsıdı (inkar etti). Ama yalnız ad bakımından bir fark vardır.. (Akım'ın) önderleri Enver'le işbirliğinde bulunmaya kesinlikle karşı çıktılar... Kemal yıllardan beri Enver'e kişisel olarak karşıcılığını sürdürüyor. Şu sonuca varıyorum; bu denli bir ihtilalin başarı şansı büyüktür.
Şimdiki ülkeyi bölerek bir bölümünü Ermenilere vermek için çok sayıda Bağlaşık (İtilaf) askeri kullanılmasını gerçekleştirecek bu denli bir üstlenme, uzun sürecek ve çetin olacaktır. Esasen Ermeniler, çiğnemeyecek kadar iri bir parçayı ısırmışlardır; sonra yönetim yeteneklerinden de yoksundurlar ve daha geniş ülkelere sahip olmayı dilemiyorlar.
...Mustafa Kemal, Türkiye'deki Osmanlı Hristiyanlarına daha önceki hakların verilmesini üstleniyor."


Son görüşme hakkında Mustafa Kemal ise; Erzurum'dan 16 Ağustos 1919 tarihinde Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya çektiği telgrafında; "İngilizlerin gösterdikleri yolda kurtuluş aramak boştur, sonu acıdır. Bundan dolayı, İngilizler de en sonunda gücün ulusta olduğunu anlayarak, hiç bir dayanağı olmayan ve ulus adına hiçbir yüklenimde bulunmayan ve bulunsa bile ulusça saygınlığı olmayan bir hükûmetle sonuç alıcı bir işe girişilemeyeceğini anlamışlardır. Bu yörede İngiliz temsilcisi olan Yarbay Rawlinson da bu gerçeği bana söylemişti" şeklinde bilgi vermiş, ayrıca ilerde 24 Nisan 1920'de Meclis'te gizli celsede yaptığı konuşmada şu bilgileri açıklamıştı: "Boğazlardan sarfınazar edemez misiniz, Adalar denizi sahilinde Yunanlılara bazı imtiyazat ve Fransızlara bazı imtiyazat vermek sizi sarsmaz zannederiz ve diğer taraflarda bazı kontroller yapılırsa bundan size bir zarar gelir mi? Efendiler; bu sözleri bana sarfeden Erzurum'da ve bütün Kafkasya'da mümessil olan ve Londra'da haiz-i salahiyet olan Ravlenson namında bir kaymakamdır ve kendisile münasebatımız teakup etmiştir. Hem dost olmak istiyor, hem de bu dostluktan menafii yolunu takipten geri kalmak istemiyorlardı. Bittabi biz kendisine bu tasavvuratın gayr-i kabil-i kabul olduğunu söyledik. Ravlenson'a payitahtimizda bulunan İngilizlerin memleketimizi ve milletimizi eyi tanımış olduklarından dolayı Ferit Paşa Hükûmeti'nin kendilerini yanlış tanıtmak suretile iğfal suretile yanlış raporlar yazıldığını ve yanlış raporlara müsteniden yanlış kararlar verildiğini ve bütün bunları tashih edeceği emniyesiyle kendisiyle teması kabul ettiğimizi ifade ettim. Ravlenson Londra'ya gittikten sonra bunları değiştireceğiz diye söyledi ve fılhakika o tarihte İstanbul'da bulunan) memurin-i siyasiye, İngiliz memurini ve sairesi yerlerine başkaları gelmiştir ve onu müteakip İstanbul'a avdet eder etmez bizimle temas istedi. Pek mevsuk malumata istinaden arzederim ki İstanbul'a gelir, gelmez hainler tarafından ihata edildi. Bizimle temas arzusu bu suretle düçar-ı akamet oldu"


Rawlinson arkadan Londra'ya giderek Amiral Calthorpe gibi, Kuva-yı  Milliyeci hareketin ileride gösterebileceği gelişmeler üzerinde İngiliz Hükûmetini boş yere uyarmaya çalışmıştır. Sözlerine, yalnız Curzon kulak verir gibi oldu. Mustafa Kemal'in ne gibi barış koşulları umduğunu ve kabul, edebileceğini öğrenmek istiyordu. Bu yüzden, Albay Rawlinson'u Mustafa Kemal'in ağzını aramak için yeniden Türkiye'ye yolladı. Ancak Rawlinson Erzurum'a gelinceye kadar kış bastırmış M. Kemal, Ankara'ya geçmişti. Olayların bundan sonraki akışı, ikisi arasında böyle bir buluşmaya fırsat vermedi.


Rawlinson, Rauf Bey ve arkadaşlarının tutuklanması ve Malta'ya sürgün edilmesine karşılık 16 Mart 1920'de rehin alınmış, Malta sürgünlerinin bırakılması üzerine 1 Kasım 1921'de İnebolu'da serbest bırakılmıştır. 


İngiliz Binbaşı Noel ve Sivas Kongresini basma planı


Sivas Valisi Reşid Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya eğer Sivas’ta bir kongre yapılırsa, Sivas’ın işgal edileceğine dair bilgi aldığını telgrafla Erzurum'a iletmişti. Mustafa Kemal Paşa bunun bir blöf olduğu yanıtını verdi. Bunun üzerine Reşit Paşa İstanbul'un emirlerine karşı gelerek Sivas'ta kongre toplanmasına izin verdi. 29 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dan Sivas’a hareket etti.


Mustafa Kemal ve beraberindekilerin Erzurum’da topladıkları Kongreyi engelleyemeyen Damat Ferit Hükûmeti, bu kez yurdun bütünlüğü için kararlar alınacak olan Sivas Kongresini engellemek istedi. Bunun için 3 Eylül 1919’da Dahiliye Nazırı Adil Bey ve Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa para karşılığı dönemin Elazığ Valisi Ali Galip’i bir yazıyla görevlendirdiler. Yazıda verilen talimata göre Ali Galip Kürtlerden güvenebileceği 100 - 150 kadar süvariyi yanına alarak ne için ve nereye gidildiğini hiç kimseye sezdirmeden Sivas’a kimsenin beklemediği bir anda girecek, vali ve komutanlığı ele alacak ve sayıca az olmakla birlikte jandarma ve askerler ile Sivas Kongresi’nin toplanmasını engelleyecek ve sorumluları tutuklayarak İstanbul’a gönderilmelerini sağlayacaktı.


O sıralarda Türk, Kürt ve Ermeni etnisitesini incelemek üzere İstanbul Hükümeti’nden alınan izinle bölgede dolaşan E.W.C. Noel adında bir  İngiliz Binbaşısı vardı. Noel'in Süleymaniye'de Şeyh Mahmud Berzenci ile yakınlaşması ve daha sonra Güneydoğu Anadolu'da faaliyetlerini sürdürmesi İngilizlerin Irak'ı tamamen kontrol altına almak ve Anadolu'nun güneydoğusuna nüfuz etmek istemelerinin sonucuydu. Binbaşı Noel incelemeleri sonucunda "iş sıkı tutulduğu takdirde İngiliz himayesi altında kuzey sınırı Van gölüne kadar uzanacak bir Kürt devletinin kurulması"nın zor olmayacağını rapor etmişti. Noel'e göre Kürt grupları İslamcı ve Milliyetçi olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Kuva-yı Milliyeciler İslamcılarla ortak hareket ediyordu. Buna karşılık İngiltere de Milliyetçilerle işbirliği yapmalıydı. Eğer İngiltere bunlara sahip çıkar ve istikrarlı bir hükûmet kurarsa o zaman Londra, Kafkasya ile Mezopotamya arasında güçlü bir tampon bölge ihdas etmiş olacaktı. Bunun için öncelikle Büyük Ermenistan ya da Ermeni-Kürt Federasyonu projesinden vazgeçilerek, sınırları ileride belirlenecek Ermenistan'ın yanı başında ayrı bir Kürdistan'da karar kılınması yerinde olacaktı. Noel'e göre bölge halkı Osmanlı propagandasının etkisiyle silahlanmakta ve muhtemel bir işgale karşı hazırlanmaktaydı. Ayrıca aşiretlerin Ermenilerle uzlaştırılması mümkün değildi.


Noel, Kürt Bedirhan aşireti önderleri Malatya Mutasarrıfı Bedirhanî Halil, Kamuran, Celâdet ve Ekrem Beylerle de görüşüyordu. İstanbul Hükûmetinden Sivas Kongresinin basması için yazılı görev emrini aldıktan üç gün sonra Ali Galip de 6 Eylül’de Malatya'da bu gruba katıldı. Yapılan toplantıda  Bedirhanî Halil’den 500 seçkin atlı hazırlamasını kararlaştırdılar.


Öteden beri bu girişimleri izleyen Mustafa Kemal, Kazım (Karabekir) ve Ali Fuat Paşalar, gelişmelerin Kürtleri ayaklandırmak ve Sivas Kongresini dağıtma amacı yanında Doğu illerinde asayişsizlik yaratacağı bölgenin işgaline zemin hazırlanacağını değerlendirdiler ve Ali Galip ile beraberindekilerin Sivas üzerine yürümelerini beklemeksizin onların ele geçirilmeleri kararını aldılar. Elazığ, Diyarbakır, Siverek ve Aziziye’den bazı birlikler Malatya üzerine gönderildi. Bunun üzerine önce Noel ile Kamuran, Celadet ve Ekrem, arkasından Ali Galip ile Mutasarrıf Halil Kahta’ya doğru kaçıp, Bey Dağ’daki Reşvan Aşireti Başkanı Bedir Ağa’nın yanına sığındılar. Ali Galip kaçarken maliye veznesinden almış olduğu “Mustafa Kemal ve avenesinin tenkili (topluca ortadan kaldırılması) masarifine (masraflarına) karşılık olmak üzere olbabdaki emrini tevfikan altı bin lira alınmıştır.” ibareli senedi unutmuştu. Beydağ’da da yeni kuvvet toplama girişiminde bulunduğu anlaşılan Ali Galip üzerine kuvvet gönderilince bu defa Urfa’ya kaçtı, oradan da Noel’in çağrısı üzerine Halep’e gitti. Noel'in İstanbul'a çektiği şifresiz bir telgraf,  İngilizlerin Mustafa Kemal'e alçakça tertip hazırlandığını belirten kanıt olmuştu.


Hükûmetin kongreyi basmak suretiyle kan dökülmesine kalkıştığı ve millet parasını harcayarak, Kürdistan'ı ayaklandırmakla vatanı parçalamak istediği Padişaha bir telgraf çekilerek, bildirildi. Ali Galip Olayı bu şekilde sonuçlanırken Mustafa Kemal Paşa durumu İstanbul Hükûmeti aleyhine kullanmıştır. Damat Ferit Paşa Hükûmeti’nin düşürülmesi yoluyla kendileri ile daha yakın bir çizgi içerisinde bulunacak Ali Rıza Paşa Hükûmeti’nin kurulması sağlanmıştır. Bu amaca ulaşmak için Milli Mücadeleyi destekleyen İrade-i Milliye ve Albayrak gazetelerinden yardım almıştır. Bu gazetelerde iki hafta boyunca Ali Galip ile İstanbul Hükûmeti arasındaki işbirliği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Böylece İstanbul Hükûmeti aleyhinde bir kamuoyu oluşturulmuştur. Mustafa Kemal’in Dâhiliye Nazırı Adil Bey’e 10 Eylül 1919 çektiği aşağıdaki telgraf 17 Eylül 1919 tarihli İrade-i Milliye gazetesinde yayınlanmıştır; “Milleti padişahına maruzatta bulunmaktan men ediyorsunuz. Alçaklar caniler, hainler! Düşmanlarla millet aleyhinde tertibat-ı hainanede bulunuyorsunuz. Milletin kudret ve iradesine takdirden aciz olduğunuza şüphe etmiyorum. Fakat vatan ve millete karşı hainane ve mezbuhane harekette bulunacağınıza inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza toplayınız. Galip Bey ve hempaları gibi bülehanın ahmakça olan mevhum vaadlerine kapılarak ve Mr. Nowil (Noel) gibi milletimiz ve vatanımız için muzır olan ecnebilere vicdanınızı satarak irtikap ettiğiniz denaetlerin milletçe tatbik olunacak mes’uliyetini nazar’ı dikkatte tutunuz. Güvendiğiniz eşhas ile merkumun akıbetini öğrendiğiniz zaman kendi akıbetinizle mukayeseyi de unutmayınız


Noel’in maskesi düşünce telaşlanan İngilizler, Noel’in “Kürt propagandası” yapmadığını, tam tersine Kürt sorununda bir uzman olduğunu ve bölgeye barış götürmek için çalıştığını söylemişlerdir. Mr. Ryan, 4 Aralık 1919 tarihli raporunda Noel’i aklamak konusundaki çalışmalarını şöyle anlatmıştır: “Reşit Paşa’yla Kürt meselesini görüştüm ve Albay Noel’in Malatya ziyaretinin yanlış yorumlandığını söyledim. Gerçi Majestenin hükûmetinin, Kürt meselesinde büyük çıkarı olduğu doğrudur, bu sadece Mezopotamya (Irak) ile ilgilidir ve sırf orayı korumak içindir, dedim. Diyarbakır’da ki Türk memurların Bedirhan’ı ve hatta Binbaşı Noel’i tutuklamalarının kötü bir şey olduğunu, propaganda yapmadığını, Bedirhan’ın da Noel’e kılavuzluk ettiğin, amaçlarının o bölgede sulh ve sükûn götürmek olduğunu söyledim…


İngilizlerin bir diğer Sivas komplosu

İstanbul'a dönmeyi reddeden Atatürk Sivas'ta iken, İngilizler'in onun ve silah arkadaşlarının öldürülmeleri için Sofi Ziya ve Ahmet Nuri ile birlikte yirmi kişiyi görevlendirdikleri istihbaratı alındı. Temsil Heyeti'nin Rauf (Orbay), Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kazım (Karabekir) imzasıyla Sivas 3. Fırka Komutanlığına gönderdiği 23  Ekim 1919 günlü talimatla gerekli önlemlerin alınmasını istendi.

İstanbul'da, Ankara'da, Sivas'ta Türklerin görüşlerini, amaçlarını tespit etme ve bunu Amerikan kamuoyuna ve resmi makamlarına iletme göreviyle gönderilmiş Amerikalı gazeteci Louis Edgar Browne Chicago Daily News'a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: "Bu gece gördüğüm kadar iyi işleyen bir telgraf şebekesini ömrümde görmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Erzincan, Musul, Diyarbakır, Samsun, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa hepsi birbiriyle haberleşme halindeydiler. Bütün bu yerlere ulaşan telin bir ucunda Mustafa Kemal oturuyor, öbür ucunda da bu şehir ve kasabaların askeri komutanlarıyla mülki' idare âmirleri bulunuyorlardı. Durum, olduğu gibi kendilerine anlatıldı ve bir tek istisnayla, bütün Anadolu, Mustafa Kemal'e kendi dilediği gibi hareket etmesini ve işin sonuna kadar gitmesini emretti. Yalnız Konya, şehirde İtalyan birlikleri bulunduğundan tarafsız kalmak zorunda olduğu cevabını verdi." O gün ve ertesi gece süresince bütün telgraf merkezleri kolordu komutanları tarafından işgal edilmişti.


Sivas Umumi Kongre Heyeti Eylül 11'i 12'ye bağlayan gece Sadrazama bir telgraf çekmiştir. Bu telgrafta milletin Padişahtan başkasına güveninin kalmadığı ve bu nedenle isteklerini ancak Padişaha arz edeceklerini fakat hükûmetin buna engel olduğu ifade edilmiştir. Bu durum bir saat kadar daha sürerse Anadolu’nun İstanbul Hükümeti ile her türlü bağlantıyı keseceği ve bu durumun yabancı devlet temsilcilerine bildirileceği de açıklanmıştır. Buna karşın yanıt alınamaması üzerine sabaha karşı beşte Kongre Heyeti meşru saydığı bir hükûmet iş başına geçinceye kadar İstanbul ile her türlü haberleşmenin kesildiği açıklamıştır.


Damat Ferit gittikçe büyüyen bu baskıdan kurtulmak için İngilizlerin Anadolu’ya asker göndermesini sağlamaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. 17 Eylül 1919'da İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral John de Robeck, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 512 numara ile gönderdiği yazıda asker gönderme taraftarı değildi: “Sadrazam milliyetçilere karşı asker göndermeyi önerdi. Fakat bu akıllıca olmaz, en azından bir iç savaş başlatır. Daha kötüsü bu gruplar Mustafa Kemal’le birleşebilir. Bu konuda saray ve müttefikler zayıf durumdadır. Biz Mustafa Kemal’e aracı göndermeyi düşünüyoruz”. 


İngilizler, asker vermek şöyle dursun kalan kuvvetlerini de Anadolu'nun tehlikeli noktalarından çekme kararı aldılar. İlk önce, Samsun'dan çekildiler, bu olay Sivas'ta fener alayları ve 'Kahrolsun işgal' sesleriyle kutlandı. İki gün sonra Ali Fuat Paşa, İngilizlerin demiryolunu korumak için bir kuvvet oluşturdukları Eskişehir kavşağına yürüdü. Ancak İngilizler, daha önce çekilmişlerdi. İngilizler kendilerini riske atmıyor, can kaybına uğramak istemiyor sadece savunmasız Türklere saldırıyorlardı. Sonunda Damat Ferit'in 1 Ekim 1919 tarihinde istifa etmek zorunda kalması, Milli Mücadeleye yakınlığı ile bilinen Ali Rıza Paşa Hükûmeti’nin kurulması Temsil Heyeti’nin ilk başarısı olarak değerlendirilmiştir. Yine Ali Galip Olayı ile Anadolu’da verilen mücadelenin sadece birkaç komutanın düzenlediği bir mücadele hareketi olmaktan öte halkın destek verdiği ve bizzat içinde bulunduğu bir hareket olduğu da ortaya konulmuştu.


Milne Hattı


İngiliz General George Milne, Anadolu’nun batısında Türkler  ile  Yunanlar  arasında çatışmaları önlemek için bir hat belirledi ve  3 Kasım 1919’da Harbiye Nezareti’ne  bildirdi. Bu hat, Ayvalık’ın kuzeyindeki Aymazdağı’ndan güneye doğru Tatarköy, Keşelli, Sart, Bademlik, Umurlu ve Selçuk’tan geçiyordu. Bu sınır büyük tepki gördü ve çeşitli yerlerde gösteri ve mitinglerle protesto edildi. Denizli yöresinde bulunan Demirci Mehmet Efe ise, ''Biz Osmanlı Devleti'nin isteği ve izni ile milli harekete girişmedik, kendiliğimizden ayaklandık.'' diyerek bu hattı tanımadı. Öte yandan Yunanlar da Milne Hattı’nı tanımadılar. 18 Ocak 1920’de Soma ve Salihli cephelerinden saldırıya geçtiler, ama geri çekilmek zorunda kaldılar. 22 Haziran 1920’de başlayan Yunan saldırısı, Milne Hattı’ndan başladı ve bu yapay hat bu saldırıyla birlikte ortadan kalktı.

Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye'nin Ankara'ya gelişi 27 Aralık 1919


4 Eylül 1919 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşen Sivas Kongresi’nde Millî Mücadelenin yürütme organı olarak görevlendirilen Heyet-i Temsiliye üyeleri; Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey, Mazhar Müfit Bey, Hakkı Behiç Bey, Şeyh Fevzi Efendi 18 Aralık 1919'da Sivas'tan ayrılıp   27 Aralık 1919'da Ankara'ya geldiler. Kendilerine ayrılan Ziraat Mektebi’ne yerleştiler. Heyet-i Temsiliye’nin geçici merkezinin Ankara olduğunu duyuran bir bildiri yayımlandı. 


Sevr öncesi İngiliz İstihbaratı

İngiltere’nin, Osmanlı ordusunun dağıtılmış ve silahlarına da el konulmuş olmasından dolayı bir silahlı direniş olabileceği yönünde bir beklentisi yoktu ancak 1919 yılının ortalarından itibaren bu olasılığı “doğru şekilde tahmin eden” İngiliz istihbarat memurları vardı. Bu istihbarat memurlarının ilk gözlemlediği Türkiye’deki direniş hareketinin çok meşru bir yoldan kendisini ifade etmeye başladığı yönündeydi. Meşru yol dedikleri parlamenter yoldu. İngiltere'ye karşı mücadele seçim ve parlamento aracılığıyla verilmeye başlanmıştı. Bu durum, elbette parlamentonun doğduğu ülke olmakla övünen İngiltere için bir sürpriz olmuştu. 


1919 yılının sonlarına doğru, İngiliz istihbaratı Mustafa Kemal ve Milli Mücadeleyi giderek daha çok mercek altına almaya ve Londra’ya uyarılar yapmaya başlıyordu.


Yerinden gelen istihbarat raporları Kemalist-milliyetçi direniş hareketini az çok doğru anlayan bilgilere sahipti. Fakat bunlar direnişi küçümsemeyi sürdüren Londra’da hâlâ ciddi şekilde ele alınmıyordu. Raporların yazıldığı dönemde soyadı kullanılmadığı için Atatürk'ten Mustafa Kemal ya da Mustafa Kemal Paşa olarak bahsedilmekteydi.


İngiliz istihbaratının 1919 Ekim-Aralık dönemindeki değerlendirmeleri isabetliydi, buna göre: Mustafa Kemal ve Anadolu’da başlayan hareket “devrimci ve tehlikeli bir niteliğe sahip”ti.  Karşıtları desteklenmeli ve rakibi olan hareketlerin bir araya gelmesi özendirilmeliydi. Anadolu’da henüz yeni yeni örgütlenmeye başlayan Milli Mücadele, halkın desteğini toplamaya başlamaktaydı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini belirleyecek olan barış antlaşmasının ağır şartlar dayatması halinde silahlı mücadeleye geçebilecekti. Anadolu’da örgütlenen Milli Mücadele İzmir’in işgaline doğan tepkiyle beslenerek, giderek daha güçlenen bir yapılanma haline geliyordu.


İstanbul’da bulunan İngiltere Yüksek Komiserliği, istihbarat memurları ve ordu komutanlarının bu değerlendirmeleri, Londra’daki Savaş Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen ve 100 yıl sonra açıklanan gizli raporlarda yer alıyor.


9 Ekim 1919 tarihli “Mustafa Kemal ve milliyetçi (millici) hareket” başlıklı rapor, o dönem İngiltere’nin işgali altında bulunan Mısır’daki istihbarat birimi tarafından, Fransızlardan alınan belgelere dayanarak hazırlanmış. Rapora göre: Millici hareket, Yunanistan’ın İzmir işgaliyle başlamış, bunun ardından destek toplamış ve Türk heyetinin Paris’ten dönmesiyle, Yunanların İzmir’de yaptıkları, İtalyanların Antalya’ya çıkması ve Ermeni ile Kürt sorunlarına ilişkin belirsizlikle güçlenmiştir. Hareket, ordunun yardımıyla geniş çaplı bir siyasi direniş olarak kısıtlanmıştır ve daha fazla kışkırtılmadığı sürece silahlı mücadeleye dönüşme ihtimali düşük görülmektedir." Raporda Mustafa Kemal’in adı “Mustafa Kamil” olarak yazılmış. 


Ancak, Bağdat’ta bulunan Siyasi Komite’den bir başka yetkili gerçeklerden oldukça uzak olan bu rapora ek yaparak, Mustafa Kemal ve amaçları konusunda “iyimser olamadığını” yazıyor ve diyor ki: “Mustafa Kemal’in faaliyetleri veya niyetleri konusunda, ne yazık ki iyimser bir görüş takınamamaktayım. [Kuzey Irak’tan] gelen raporlar ve İstanbul hükûmetinin elinin altındaki gerçeklik düzeyi yüksek bilgiler, bu hareketin tehlikeli bir nitelikte olduğunu ve askeri boyut kazanabilecek şekilde bir kargaşayı kışkırtma olasılığı hiç de düşük değildir. Siyasi hareketlerin baskıyla yok edilmediğine katılmakla birlikte, baskı uygulamanın ne adil olduğunu ne de elimizdeki tek silah olduğunu düşünüyorum. Karşıtlarının bir araya gelmesi teşvik edilmeli ve rakibi olan hedefler yerine getirilmelidir.” 


İlerleyen dönemlerde yazılan raporlarda ise savaşı sonlandıran bir anlaşma olmamasına karşın yabancı devletlerin işgallerinin halk üzerindeki etkilerine ve Mustafa Kemal’in Anadolu’daki örgütlenmesinin boyutlarına ilişkin detaylı değerlendirmeler yapılıyor. İtilaf Devletleri tarafından Mondros Mütarekesi’nin özellikle 7’nci maddesi kullanılarak, savaşı sonlandıran bir anlaşma yapılmadan Türkiye’nin fiili işgaline başlandığına dikkat çekiliyor.


Özellikle Yunan ordusunun İngiltere’nin desteğiyle 15-19 Mayıs 1919 tarihlerinde İzmir’i işgal etmesi “hem Türkiye hem milli mücadele hem de Mustafa Kemal’in liderliği açısından dönüm noktası” olarak tanımlanıyor. İzmir’in işgalinin Milli Mücadelenin örgütlenmesi ve halk desteği toplaması üzerinde oynadığı kritik rol İngiliz istihbarat raporlarına yansıyor.


İngiltere Yüksek Komiseri John de Robeck’in Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a 28 Ekim 1919 tarihinde yazdığı raporda, savaşı sonlandıracak anlaşmanın Osmanlı Devleti için “ağır olması muhtemel şartlarının” uygulanmasının İzmir’in işgalinden önce çok daha kolay olacağı değerlendirmesi yapılıyor:


Mütareke ile ezilen ve yenilgiye uğratılan Türkiye, varlığını korumaya yönelik ufacık bir umut dışında her şeyden vazgeçmeye hazırdı. Geniş halk kitleleri maliyetinden bihaber oldukları barış ve güvenliği arzuluyordu. Doğal olarak İstanbul enkazdan neleri kurtarabileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu dönemde (İzmir’in işgaline kadar) barış anlaşmasının şartlarını uygulamaya koymak kolay olurdu.


İzmir’in işgali o zamana kadar uyuşuk bir şekilde sağa sola giden karıncaların yuvasının dağıtılmasına benziyordu. İzmir işgali direnişi başlattı. Mustafa Kemal, Mayıs ayında (1919 yılı) müfettiş olarak Samsun’a gönderildi. Smyrna’da (İzmir’de) uykuda yakalanan Türkler canlandı. Bir Ermeni devletinin kurulacağını düşünmek için çok neden vardı ve birçokları da bir Pontus Rum devletinin oluşacağını konuşuyordu. Ordu da yeni bir darbeyi engellemeye kararlıydı. Mustafa Kemal gelir gelmez bu bölgeyi hareketlendirmek için faaliyete geçti. İtilaf Devletleri’nin kontrolü dışında kalan Amasya’yı karargah olarak belirledi. Bu hareket devrimci ve tehlikeli bir niteliğe sahip gibi görünüyor.


Bu zamana (İzmir’in işgaline) kadar bu hareketin liderleri her an dayak yemekten korkan yaramaz oğlanlar gibiydi. İtilaf kuvvetlerinden herhangi bir muhalefetle karşılaşmayınca ve Merkezi Hükûmetin gereksizliği ve muhtemelen işbirlikçiliği de fark edilince daha çok ön plana çıkmaya başladılar. Bitkin ve yozlaşmış İstanbul Hükûmeti’nin Türkleri temsil etmediğini, Türkiye’yi mahvettiğini düşünüyorlar ve kendilerinin Türkleri temsil ettiğini, ülkeyi de yönetebileceklerini göstereceklerini söylüyorlar.”


20 Ekim 1919’da İngiltere’nin Karadeniz Ordusu Başkomutanı General Sir George Milne’nin Savaş Bakanlığı’na gönderdiği, oradan da Dışişleri Bakanlığı’na aktarılan bir istihbarat raporuna göre:


"Mustafa Kemal ve destekçilerinin olmazsa olmaz olarak tanımadığı üç konu İzmir, Ermenistan ve Trakya sorunları.


İzmir sorunu önemli. İzmir’de yaşananların o kadar büyük etkisi oldu ki, (Yunan güçlerinin) buradan ayrılması ve Türkiye’ye iade edilmesi artık her Türk’ün en önemli talebi haline geldi.


Ermenistan sorununun en kritik noktası, çok az Ermeni’nin kalmış olması ve bağımsız bir Ermenistan kurulması için yapılacak daha büyük planların çok büyük askeri güç gerektirmesi. Bu konuda çok yoğun duygular var. Damat Ferid’in Kabinesi bile çok sert talimatlar yayınlayarak, hiçbir Ermeni’nin geri dönmesine izin verilmeyeceğini ilan etti.


Trakya sorunuyla ilgili yapılması düşünülen ayarlamaların milliyetçi hareket tarafından kabul edilemez olarak değerlendirileceğini gösteren herhangi bir gösterge yok.”


Bu dönemde yazılan raporlarda, İngiliz istihbaratının ağırlıklı olarak iki şekilde bilgi topladığı anlaşılıyor. Bunlardan ilkini, Milli Mücadeleye bağlı olduğu bilinen kişilerin iletişimlerinin dinlenmesi, ikincisini de İngiliz istihbarat ajanlarının sahada çeşitli kişilerle yaptıkları görüşmeler oluşturuyor.


Robeck’in Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yolladığı raporda, yapılacak antlaşmanın uygulamaya konulmasının her geçen gün daha da zorlaştığı belirtiliyor:


İstanbul’da doğan ve Erzurum’da yuvalanan milliyetçi hareket, Yunan Bölgesi dışında Anadolu’nun tamamını kontrol edecek kadar genişledi ve Trakya’nın da önemli bir bölümünde varlık gösteriyor. Bazı Kürt, Arap ve Tatarların da sempatisini topladı. Merkezi Hükûmet, İstanbul’da bir ilçe belediyesine, Milliyetçiler ile İtilaf Devletleri arasında aracıya dönüştü.


Şu ana kadar her şey yolunda ancak Türkiye’ye sıkıntı yaratacak bir barış teklifi yapıldığında madalyonun diğer yüzü de ortaya çıkacak. Milliyetçiler örgütleniyor, moral topluyor, takibat yapıyor, eleman devşiriyor, para topluyor ve Türkiye’nin bölünmesine ya da yabancı devletlerin kontrolü altına girmesine karşı çıkmak için uyuşuk insanları canlandırmaya çalışıyor. Şu ana kadar da başarı sağladılar. Her geçen gün barış anlaşmasının uygulamaya sokulması daha da zor bir hal alıyor.”


General Milne’nin hazırladığı raporda da benzer değerlendirmeler yer alıyor. Raporda, Kuva-yı Milliyeci hareketin Türkiye’de kamuoyunun desteğini topladığı ve destekçilerinin de önemli pozisyonlara getirilmeleriyle bu desteğin giderek arttığı belirtiliyor. Kuva-yı Milliyeci hareketin o dönemde silahlı direniş fikriyle “flört ettiği” şu şekilde ifade ediliyor:


Bu yolu tercih etmeleri durumunda ateşle oynamış olacaklarının ve felakete yol açacaklarının farkındalar. Ancak silahlı mücadele fikrini Barış Konferansını etkilemek için istiyorlar. Zira halkın bildiği tek örgütlenme biçimi de bu.


Barış Konferansı’nda Türkiye için çok ağır sonuçlar doğuracak kararların alınması ve İstanbul’daki yöneticilerin isyankarları kontrol altında tutamaması halinde millici hareket, İtilaf Devletleri’nin askeri planları üzerinde büyük etki yaratır. Halk silahlı ve ilk kez birlik olmuş durumda. Milliyetçi bir ayaklanma olması halinde kullanılması gereken askeri gücün boyutlarını hesaplamak zor.


Gayrimüslimlerin kaygıları İngiliz istihbarat raporlarında


Bu dönemde yazılan istihbarat raporlarında öne çıkan bir diğer konu da Anadolu’daki Hristiyanların güvenlik kaygıları. Anadolu’da başlayan örgütlenmenin İngiliz istihbarat raporlarında “mülteci” olarak tanımlanan, Birinci Dünya Savaşı sırasında yerinden edilmiş kişilerin geri dönebilme olasılığını düşürdüğüne dikkat çekiliyor.


General Milne’nin raporunda, Anadolu’da kalan Ermenilerin sayısının azalmış olmasının, Ermenistan devletinin kurulma olasılığını azalttığı vurgulanıyor.


28 Ekim’de Yüksek Komiser Robeck’in hazırladığı raporda konuyla ilgili şu değerlendirmeler yapılıyor:


Yunan ve Ermeni liderler, Amerikalı Misyonerlerin de desteğiyle katliam olacağı öngörüsüyle koro halinde bağrışıyorlar. Mustafa Kemal de aynı öngörüyü fark etmiş ve bunu engellemek için adımlar atmış gibi görünüyor. Samsun’daki Kontrol Memuru, Mustafa Kemal’in teminatlar verdiğini ancak Hristiyanların gereksiz yere kaygılı olduklarını bildirdi.


Milliyetçiler, Hristiyanları koruyor ve dışarıdan gelen yardımlara ve müdahalelere karşı çıkıyor. İngilizlere karşı gücü ve giderek daha da güçlenen, ancak diğer İtilaf devletlerine karşı daha az boyutlarda olan bir kırgınlık hissediliyor. Milliyetçiler yerel halkla çok fazla temas edebilmiş değil. Sürekli olarak Hristiyanların korunmasına dair yapılan açıklamalar tamamen siyasi nitelik taşıyormuş gibi görünüyor. Türklerin bu konudaki eğilimleri ve içgüdüleri katliam yapılması yönünde. Milliyetçiler savaşmayı tercih ederse Hristiyanların da katledilmeleri muhtemel.”


12 Kasım 1919’da bir istihbarat memurunun Bursa’dan hazırladığı raporda, mülkiyeti Ermenilere ait olan ancak daha sonra Türklerin yerleştirildiği gayrimenkullerin iadesiyle ilgili kurulan komisyonların çalışmalarına da şu şekilde yer veriliyor:


Bilecik’te belediye başkanının başkanlığında iki Ermeni ve iki Müslüman’dan oluşan Karma Komisyon, 15 Nisan ile 4 Ekim 1919 arasında 100 tane dosyayı inceleyip sonuca başladı. Türk mültecilerin yerleştirildiği mülkiyeti Ermenilere ait evlerin geri verilmesine yönelik yüzlerce dosya ile doğrudan yerel yetkililer ilgileniyor ancak normal olarak iade edilen binalar çok acınası ve harap durumda olduğundan içinde oturulamayacak durumda bulunuyor. Bu kasabadan sürgün edilen yaklaşık 5 bin Ermeni’nin beşte biri geri döndü, diğerlerinin kaybolduğu düşünülüyor."


Raporlarda, Ermeni ve Yunanların güvenlik kaygısı taşımaya devam ettikleri ancak Milli Mücadele liderlerinin gayrimüslimlerin korunmasının “kendi çıkarlarına olacağının farkında oldukları için” gerekli güvenlik teminatlarını verdikleri belirtiliyor.


Mustafa Kemal İngiltere hakkında ne düşünüyormuş?

Hazırlanan raporlarda yanıtı aranan bir diğer soru da Mustafa Kemal ve liderlik ettiği mücadele hareketinin İngiltere’ye bakışı.


İngiliz istihbaratının hazırladığı raporlarda, milli mücadeleye destek veren yayınlarda yer alan, İngiltere veya İngiliz mandasını savunan, İngiliz Muhipleri Cemiyeti karşıtı yazıların da özetlenerek Londra’ya iletildiği görülüyor.


24 Ekim 1919 tarihinde İngiltere Yüksek Komiserliği’nin yazdığı raporda, Erzurum’da yayınlanan ve milli mücadeleye destek veren Albayrak gazetesinin İngiliz politikalarına ağır eleştiriler yönelttiğine şu şekilde dikkat çekiliyor:


Millici hareketin propaganda gazetelerinden Albayrak gibi yayınlar eski kabinenin millici harekete karşı koymak için İngiltere hükûmetinden rüşvet aldığı yönündeki düşünceyi inandırıcı kılmak için önemli çaba gösteriyor.


Bunun örneklerinden biri Mustafa Kemal’in bir Amerikan radyosuna verdiği mülakat. Paşa, Türkiye’yi yok etmek için İngiltere’nin parasının kullanıldığını ve kendisi ile arkadaşlarının elde ettiği kesin bilgilere göre, İngilizlerin eski içişleri bakanına 150 bin sterlin verdiğini söylüyor.”


İngiltere’de o dönemde Türkiye’ye yönelik görüşler


1919 sonunda İngiltere’de Türkiye’ye yönelik üç farklı görüş vardı:

  • Bunlardan ilki, Başbakan Lloyd George’un temsil ettiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir an önce paylaşılması, Batı Anadolu’nun ve Trakya’nın tamamen Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden yana ve Anadolu’dan Türklerin sökülüp atılmasını savunacak kadar radikal bir bakış açısı.

  • Dönemin Savaş Bakanı Winston Churchill’in temsil ettiği ikinci bakış, radikal bir antlaşmanın Türkleri Bolşevizm’in kucağına itmesinden korkuyor ve daha ılımlı bir anlaşma yapılmasını istiyor.

  • Üçüncüsü de Hindistan Bakanı Edwin Montagu’nun Hindistan Müslümanlarının tepkisinden çekindiği için bir an önce İstanbul’un Türkiye’de bırakılması ve hilafetin korunmasına yönelik bakışı.


İngiliz Muhipleri (Dostları) Cemiyeti

Hararetli bir şekilde İngiliz Mandasını savunan Türk millî varlığına düşman olan bu cemiyet 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngiliz casusluğu görevini de yürüten İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleri, İngiliz ajanı Frew’in talimatıyla, İstanbul’un en yoksul semtlerindeki Türk ailelerine her gün çok miktarda et dağıtarak işe başladılar. İngilizlerden para yardımı alan cemiyet, Anadolu'da karışıklıklar çıkarmayı ve Kurtuluş Savaşı'nı engellemeyi amaçlıyordu. Kurtuluş Savaşı'na karşı yapılan tüm yıkıcı eylemlerin ve örgütlenmelerin destekleyicisi oldu.


İngiliz ekonomik sermayesiyle güçlenen teşkilat, desteklediği diğer yan kuruluşlarla Anadolu’da oluşan Kuvâ-yı Milliye’yi yok etmeye yönelik hareketini hızlandırdı.  Marmara ve Ege bölgelerinde çıkan isyanlar dahil, Konya-Bozkır ayaklanmaları ile Konya Delibaş Mehmet İsyanı hareketinde de büyük rolleri olan cemiyetin yayın organı “İstanbul” gazetesiydi.


Atatürk Nutuk'ta anlatıyor: "Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti’nin Osmanlı Devleti’ni bir bütün olarak korumak ve himaye etmek isteğinde olup olamayacağını bir defa olsun dikkate alıp almadıkları, üzerinde düşünülmeye değer.


Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halîfe-i Rûy-i Zemîn ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nâzırı Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu. Dernekte Rahip Frew gibi İngiliz istihbaratçısı da vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı idi.


Bu derneğin iki yönü ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun girişimlerle İngiliz himâyesini sağlama amacına yönelmiş olan niteliği idi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilâl çıkarmak, millî şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait Molla’nın açıktan yaptığı çalışmalarında olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı görülecektir. Bu dernek hakkında söylediklerim, sırası geldikçe yapacağım açıklamalar ve gereğinde göstereceğim belgelerle daha kolay anlaşılacaktır."


Kürt Teali Cemiyeti


İngiliz Hükümeti mütarekenin hemen ardından Kürt kozunu öne çıkaran demeçler vermeye başladı. Hükümete yakınlığıyla tanınan Lord Robert Cecil 18 Kasım 1918'de Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada; Savaş boyunca Türklerin Ermenilere büyük zulüm yaptığını, mevcut iktidarın görevden uzaklaştırılması halinde Kürtler ile Ermenilerin bir arada yaşamaları için uygun ortam yaratılmış olacağını ileri sürdü. Cecil, İngiliz Hükümeti'nden de kendilerine himaye için başvuranların isteklerini dikkate almasını istedi (HADİSAT, 30 Teşrin-i Sani 1334/30 Kasım 1918, N:42). Bunun hemen ardından 30 Aralık 1918'de Kürt Teali Cemiyeti kuruldu.


Cemiyet Hürriyet ve İtilaf Fırkası  (İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne karşı kurulmuş olan muhalefet partisi), İngiliz Muhipleri Cemiyeti, İstanbul Hükûmeti ve İngilizler ile işbirliği içinde İngiliz çıkarları ile örtüşen ayaklanmalara önayak oldu.


Cemiyet içerisinde başkanlığını Seyid Abdülkadir'in üstlendiği bir komite 2 Ocak 1919'da İstanbul'da İngiliz Yüksek Komiserliği'ne başvurarak Güneydoğu Anadolu, Mezopotamya ve Güneybatı İran toprakları üzerinde Kürdistan'ın kurulması için destek talep etti. Seyid Abdülkadir 15 Nisanda İngiliz Yüksek Komiserliği baş çevirmeni Andrew Ryan'la görüşmede İngiliz mandası altında "Özerk Kürdistan" fikrini ortaya attı. İstanbul'daki İngiliz üst düzey yetkililer, Kürt Teali Cemiyeti ile yakınlaşarak Kürdistan projesinin siyasi altyapısını hazırlayıp kuvvetlendirirken, istihbarat elemanları da cemiyetin çalışmaları hakkında bilgi toplamaktan, propagandaları yönlendirmeye kadar uzanan bir yelpazede gerçekleştirilen eylemlerin içinde yer aldılar. Bu yakınlaşma cemiyeti zamanla İngiliz politikalarının bölgesel sözcüsü ve destekçisi haline getirmiştir. 


Mustafa Kemal Paşa, Haziran 1919'da Teali Cemiyeti'nin doğudaki şubelerinin kapatılmasını sağlarken. Ağustos 1919'da ise Kürt ileri gelenlerine telgraf çekerek İngilizlerin gerçek niyetlerini ortaya koyuyordu. Ayrıca Eylül 1919'da General Harbord'a gönderdiği mektupta, İngilizlerin Anadolu'yu parçalamaları çabalarını şikayet ederek, bazı ailelerin de buna destek verdiğini belirtti. Kürdistan Projesinin siyasi ayaklarından biri de Kürt ve Ermeni isteklerini birbiriyle uyumlu hale getirmekti. Tarafların Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerindeki rekabeti İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın iki kesimi anlaştırmak için yoğun çaba harcamasına neden oldu. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın bu yöndeki gayretleri Kasım 1919'da anlaşmayla sonuçlandı.


Kürt Teali Derneği, 31 Mart 1920'de Peyam-ı Sabah gazetesinde yayınladığı bir bildiride Kuva-yı Milliye'nin Bolşevik fikirlere sahip yurtsuz serseriler olduğunu beyan etti.  


Dernek üyesi Mevlanzade Rıfat, Wilson Prensiplerine göre bağımsız Kürdistan taleplerine karşı çıkılamayacağını savunuyor, Kürtlere özgürlük ve güvenlik sağlayacak tek devletin de İngiltere olduğuna inanıyordu.  24 Mart 1919 tarihli Hukuk-i Beşer adlı gazetede, I. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara, İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri sürmüş ve komutanlara, ‘Büyük alçaklar ve haydut başları...’ diye hakaret etmiştir. Bunun üzerine o günlerde İstanbul'da bulunan Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti’ne bir dilekçeyle başvurarak, bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat’ın cezalandırılmasını istemiştir. Mustafa Kemal'in şikayet dilekçesi dikkate alınmadığı gibi Mevlanzade Rıfat, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle M. Kemal’e karşı dava açmıştır. 


Kürt Mevlânzade Rıfat, İttihad ve Terakki’nin yanı sıra İstiklâl Savaşı’na da muhalif olmuş, zaferin kazanılmasından sonra 150’likler listesine alınmış ve sürgüne gönderilmiştir. 1929 yılında Halep’te basılan ve 1933’te Türkiye’de yayınlanan ‘Türkiye İnkılâbının İçyüzü’ adlı kitabında, ‘Vahdettin’in, Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Anadolu’ya gönderdiğini’ iddia etmiş; bu iddiasını, Vahdettin’in Mustafa Kemal’e verdiği, fermana dayandırmıştır. Bu iddianın geçersizliği ve söz konusu Fermanın içeriği yukarıda Bölüm 2 de açıklanmıştır.


Teali-i İslam Cemiyeti


Milli Mücadele'nin başlarında 19 Şubat 1919'da İskilipli Atıf, Tahirül Mevlevi, Bediüzzaman Said-i Kürdi gibi arkadaşlarıyla “Müderrisler Cemiyeti”ni kurdu. Cemiyet, 24 Aralık 1919'da “Teali-i İslam Cemiyeti” adını aldı.


Bu cemiyetin başkanı İskilipli Atıf, ikinci başkanı Mustafa Sabri'ydi. Cemiyet, Damat Ferit'in Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın paralelinde, ona bağlı bir yan kuruluş gibi çalışıyordu. İttihatçılara ve Müdafaa-i Hukukçulara düşmandı. İstanbul Hükümeti'nin ve Padişah Vahdettin'in “İngilizlerin merhametine sığınma” politikasına uygun hareket ediyordu.


Teali-i İslam Cemiyeti, İngiliz ajanları Sait Molla ve Papaz Frew'in “İngiliz Muhipleri Cemiyeti”yle çok sıkı bir işbirliği içindeydi. Öyle ki Teali-i İslam Cemiyeti'nin üyesi ve ikinci başkanı Mustafa Sabri, aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin de fahri başkanıydı. İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Sait Molla, Rahip Frew'e gönderdiği 26 Ekim 1919 tarihli 8. mektupta Teali-i İslam Cemiyeti'nin en etkili isimlerinden Mustafa Sabri ile görüşüp anlaştığını belirtiyordu.


İngilizler, işgal döneminde, Bolşeviklik fikrinin İslâm’a aykırı olduğuna dair fetva almak amacıyla şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye başvurmuşlar ve bu fetvaya karşılık Padişah başkanlığında İslâm âleminden gelecek delegelerin oluşturacağı bir Hilâfet Meclisi toplanmasını önermişlerdir. İngilizler, böylece Bolşevikliğin Asya milletleri arasında yayılmasını engelleyerek, Asya ve Hindistan sömürgelerindeki çıkarlarının önünün kesilmesine engel olmayı amaçlamaktaydılar. Ayrıca kendi kontrolleri altında bir hilafet kurumu vasıtası ile Asya Müslümanları arasında hızla yayılmakta olan Bolşeviklik fikrine karşı da mücadele edebileceklerdi.


Böyle bir fetva yayınlanmasının sonunda gerçekleşecek  “Hilâfet meclisi” ise Sultan Vahdettin’e birçok faydalar sağlayacaktı. Herşeyden önce Anadolu’da başlamış olan Kuvâ-yı Milliye Hareketinin Rusya’daki Bolşeviklerle yakınlık kurmasıyla maddî yönden olduğu kadar, propaganda açısından da destek sağlaması ve güçlenmesi engellenebilecekti. İkinci olarak da Vahdettin'in İstanbul’un giderek zayıflamaya başlayan otoritesi, toplanacak olan Hilâfet meclisi ile tekrar tesis edilebilecekti. Bildiriyi Teali-i  İslam Cemiyeti yayınlamıştır. (Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, s.87, 130).


Kuva-yı Milliye'nin oluşumunda büyük katkıları olan Albay Şefik Aker, Teali-i İslam Cemiyeti'nin, İngilizlerin kontrolünde bir “fesat cemiyeti” olduğunu ve “uğursuz işler yaptığını” yazıyor. (M. Şefik Aker, İstiklal Harbi Başlangıcında 57. Tümen ve Aydın Milli Cidali, C.3, s. 89-102).


İskilipli Âtıf, başında bulunduğu Teâlî-i İslam Cemiyeti’nin  imkânlarını kullanarak İngiliz ve Yunan işgallerine karşı çıkılmaması için çalışmış, bu yolda hazırlattığı beyannameleri Türk köylerine dağıtmıştır. Cumhuriyet döneminde Ankara’da yargılanmasına 1926 yılı Ocak ayında başlamış  ve Şubat ayı başlarında ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-i Esasiye Kanunu’nu tamamen veya kısmen tağyir suçu sabit görülerek Ceza Kanunu’nun 55. maddesine göre mahkûm edilmiş, 4 Şubat günü Ankara’da Karaoğlan Çarşısı’nda asılmıştır. 


İskilipli Âtıf, başında bulunduğu Teâlî-i İslam Cemiyeti’nin  imkânlarını kullanarak İngiliz ve Yunan işgallerine karşı çıkılmaması için çalışmış, bu yolda hazırlattığı beyannameleri Türk köylerine dağıtmıştır. Cumhuriyet döneminde Ankara’da yargılanmasına 1926 yılı Ocak ayında başlamış  ve Şubat ayı başlarında ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-i Esasiye Kanunu’nu tamamen veya kısmen tağyir suçu sabit görülerek Ceza Kanunu’nun 55. maddesine göre mahkûm edilmiş, 4 Şubat günü Ankara’da Karaoğlan Çarşısı’nda asılmıştır. Şapka Kanununa muhalefet ettiği için asıldığı Atatürk düşmanlarının büyük bir yalanıdır. İstiklal Mahkemesi zabıtları ortadadır: OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN. İskilipli’nin idam gerekçesi şapka risalesi değildir, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu  tamamen veya kısmen tağyir’dir. Şapka kanununa muhalafet etme suçlamasıyla yargılandığı davada beraat etmiş, serbest olarak mahkeme heyetiyle aynı gemide İstanbul’a dönmüştür. AYRINTILARINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

 


İngilizler Kuvvacıların silah kaçırmalarını engelleyemiyorlar


Yunanlıların İzmir’i işgalinden ve Gönen Bölgesi’nde Anzavur Ayaklanması’ndan sonra, o bölgede, Kuva-yı Milliye’nin silâh ve cephane gereksinimi son derece artmış bulunuyordu. O sırada, Gelibolu Yarımadası’nda, Gelibolu ile Eceabat arasındaki Akbaş mevkiinde, Osmanlı Devleti’nden el konulan ve Fransız askerlerinin koruması altında bulunan bir cephanelik ve silâh deposu bulunuyordu. Balıkesir’de bulunan, 61. Fırka Kumandanı Kâzım (Özalp) Bey’in karargâhında hazırlanan bir plânla, Köprülü Hamdi Bey ile, Çerkes Ethem’den ayrılmış olan Dramalı Rıza Bey, 30 kadar Kuva-yı Milliye askeri ile, 26-27 Ocak 1920 gecesi, Akbaş cephaneliğini bastılar ve 20 kadar Fransız askerini esir aldıktan sonra, 8.000 tüfek, 5.000 sandık cephane ve 300 mitralyöz (ağır makinalı tüfek), hazırlanan kayık ve motorlara yüklenerek Lâpseki’ye kaçırıldı ve oradan da içerilere taşındı. Fransız askerlerinin iki gün sonra serbest bırakıldığı bu olay, o civardaki İtilaf Devletleri gemilerine ve Akbaş yakınlarında bulunan İngiliz kuvvetlerine rağmen gerçekleştirilmişti.


Akbaş Olayı, İtilaf Devletlerinin prestijine son derece ağır bir darbe teşkil ettiği kadar, Kuva-yı Millîye'ye de o derece büyük prestij sağladı. Ancak, Akbaş Olayı İtilaf Devletlerinin  tepkisine neden oldu.  Anadolu'ya silah kaçırılması, İngilizleri artık iyice tasalandırmaya başlamıştı. Bu kaçırma işi, başlarında çok kez eski Türk subaylarının bulunduğu yeraltı örgütleri tarafından başarıyla yürütülmekteydi. Depoların çoğunun bekçileri Türktü; sonra çalınan silahları İngiliz devriyeleriyle Yunan çetecilerinin burnunun dibinden Anadolu'ya geçirmeye gönüllü olan sürüyle hamal, sandalcı ve sürücü vardı. Bunları kağnı arabalarına, saman ve kömür yığınlarının altına saklıyorlar, yalnız geceleyin yol alıyor, gün doğmadan önce toprağa gömüyorlar; gece olunca tekrar yükleyip, bundan sonra varacakları yere kadar yeniden uzun ve ağır yolculuklarına devam ediyorlardı. Harbiye Nezareti bile, mütarekenin silahsızlanma ile ilgili koşullarını uygulamaktan sistemli şekilde kaçınıyordu.  Fransızlar da silah kaçırılmalarına göz yummaya başlamışlardı.  Yunanlılarla çekişme halinde olan İtalyanlar, daha baştan beri Kuva-yı Milliyecileri tutmakta ve birliklerini çekmeye hazırlandıkları sırada onlara silah satmaktaydılar. Üstelik taşıyıcılara kendi müttefiklerinin kontrolundan sıyrılmak için yardım bile ediyorlardı. İngilizlere gelince, onlar da baştan beri silahların toplanıp saklanması işini çok sıkı tutmuşlardı. Bir İngiliz kurmay1, genel karargâhta, yalnız Türklerin silahlarını alıp da Rumlarınkini bırakmanın haklı bir şey olmadığını söylemişti. Kuva-yı Milliyecilerin silahlanması böylece sürüp gidiyordu.


İtilaf Devletlerinin canını sıkan bir durum da, Adana, Antep ve Maraş’ta, Fransız işgal kuvvetlerine karşı yürütülen Millî Mücadele idi. Her üç vilâyette de, Ermenilerin, Fransız işgal kuvvetlerinin en büyük desteğini teşkil etmesi, mahallî halkın milliyetçi direnmesinin en önemli faktörü idi. Özellikle Maraş’ta, Ermenilerle milliyetçi kuvvetler arasındaki mücadele çok şiddetli ve kanlı oldu.


İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Maraş olaylarını Akbaş Olayı ile birleştirirken, bir yandan da Milliyetçilerin Bolşeviklerle işbirliği yaparak, Hazar Denizi’nin doğusunda ve batısında İslâm bağnazlığını tahrik etmelerinden söz ediyordu. De Robeck, Lord Curzon’a gönderdiği 23 Şubat 1920 günlü telgrafında, Kilikya (Adana) ve Maraş’ta, bir Ermeni katliâmından söz ediyor ve “bir kere daha belirtmek isterim ki, bütün bu olaylar, Mustafa Kemal Paşa’nın bir süre önce kasıtlı olarak tertip ettiği bir tehdidin icrasıdır” diyordu.


İngilizleri kızdıran Misak-ı Milli (Milli Ant)


1919 Aralık ayında yapılan genel seçimler sonucunda son Osmanlı Meclis-i Mebusanı oluştu. Meclise Anadolu’dan sadece Milli Mücadele yanlısı milletvekili adayları seçildi. İki ayrı ilden milletvekili seçilen Mustafa Kemal Paşa Atatürk, tehlikeleri gayet berrak bir şekilde gördüğünden, İstanbul’a gelmedi. Zira geldiğinde tutuklanmasına karar verilmişti.  


28 Ocak 1920 de Osmanlı Mebusan Meclisi, Mustafa Kemal tarafından hazırlanan Misak-ı Milli‘yi bazı değişikliklerle ilan etti. Misakı Milli, ülkenin geleceğinin, sınırlarının, barış anlaşmasında nelerin kabul edileceğinin manifestosu/bildirisidir.  Misak-ı Milli sınırları ilkesel olarak, Mondros Mütarekesi sırasındaki durum esas alınarak tanımlandı. Arap çoğunluğun bulunduğu yerler Misak-ı Milli sınırlarının dışında kaldı. Misak-ı Milli sınırları tesbit edilirken Brest Litovsk anlaşması da esas alınmış böylece gelebilecek  itirazların asgariye indirilmesi düşünülmüştü.


İngilizlerin Misak-ı Milli'ye tepkisi - İstanbul'un işgali


İngilizlerin deyimiyle “National Movement“ Millî/Ulusal Hareket, İtilaf Devletlerinin gözleri önünde kendilerine meydan okumuştu, özellikle İngilizlerin barış şartlarını hazırlamakta oldukları bir sırada, Türkler, kabul edebilecekleri barış şartlarını kendileri tespit ediyorlardı. İstanbul Hükûmeti, bütün bu olup bitenlere egemen olmaktan çok uzak kalmıştı.


Bu gelişmeler Ali Rıza Paşa Kabinesi’ni de çok rahatsız etmekteydi. Şeyhülislâm, Haydarizade İbrahim Efendi 26 Ocak 1920 günü, İngiliz askerî ataşeliğine bağlı bir subayla yaptığı görüşmede şunları anlatıyordu: "Kabinenin durumu gayet nahoştur. İki değirmentaşı arasındayız. Kuvayı Milliye, Hükûmet üzerinde açıkça kontrol kurdu, Meclis-i Mebusan açıldıktan sonra, Anadolu Kuvvetleri’ne, Hükümet’e müdahale edemeyeceklerini ve Padişah’ın emirlerine tâbi olmaları gerektiğini söyledik. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ise Meclis-i Mebusan üzerinde, tıpkı İttihad ve Terakki gibi kontrol tesis etmek istediler. Bu durumda ya onlar kayıtsız şartsız Hükûmete tâbi olacaklar ya da Hükûmet istifa etmek zorunda kalacak."


Yüksek Komiser Amiral de Robeck, 6 Şubat 1920’de Lord Curzon’a çektiği telgrafta şunları anlatıyordu:  "Meclis-i Mebusan’ın aleni oturumlarında İtilaf Devletlerine açık olarak tehditler yöneltilmekte. Hükûmet çökme işaretleri veriyor. İtilaf Devletleri Kuvvetleri komutanı General Milne, askerî durumu kuvvetlendirmek istiyor, bunun için de bütün İtilaf Devletleri kuvvetlerinin İstanbul’da kendi komutası altında toplanması gerektiğini bildirdi. İstanbul ve İzmir’in Türklerden alınması ve büyük bir Ermenistan kurulması halinde, böyle bir barış antlaşmasını ancak kuvvet zoruyla Türklere kabul ettirmek gerekecek, bu nedenle, daha hoşgörülü barış şartları mümkün olabilir mi?"


De Robeck, Lord Curzon’a çektiği 12 Şubat tarihli telgrafında bu noktaya bir kere daha değinerek, İstanbul ve İzmir’in Türklerden alınması kesinleşmemiş ise, kendisinin bu konuda yatıştırıcı (İngilizcesi: tranquilizing) bir demeç vermesi hususunda yetki istemiş ve Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserlerinin de hükûmetleri nezdinde aynı girişimde bulunduklarını söylemiştir.


Lord Curzon, 16 Şubat’ta de Robeck’e verdiği yanıtta, İstanbul’un Türklerden alınmasının henüz kesinleşmediğini, fakat, “Ermeni katliâmı”‘ ve Anadolu’daki Müttefik askerlerine saldırılar durmadığı takdirde, barış şartlarının Türkler aleyhine değiştirileceğinin kendilerine bildirmesini istedi. Bunun üzerine, İngiliz Yüksek Komiserliği’nin ikinci adamı Ryan, Sadrazamı ziyaret ederek, bundan böyle, Kuva-yı Milliye’nin (İngilizlerin deyimiyle “National Forces“) İstanbul Hükümeti’nin bir parçası sayılacağını kendisine bildirdi. Müttefikler, böylece Anadolu’daki Millî Hareket’in faaliyetlerinin sorumluluğunu Ali Rıza Paşa kabinesinin sırtına yüklediler.


Amiral de Robeck, 19 Şubat’ta, Hariciye Nazırı Sefa Bey’i ziyaret ederek, uzun bir görüşme yaptı. Bir hayli tehditkâr ifadeler kullanan Yüksek Komiser, İtilaf Devletleri askerleri deyimine Yunan askerlerinin dahil olduğunu söyleyerek, onlara da yapılmış saldırıların, İtilaf Devletlerinin askerlerine yapılmış sayılacağını belirtir. Keza milliyetçi hareketlerin sorumluluğunun İstanbul Hükümeti’ne ait olacağını tekrarladı. Sefa Bey, Kuva-yı Milliye’nin  bütün yaptıklarından Hükûmet’ in sorumlu tutulamayacağını söyleyince de, Yüksek Komiser, Sadrazam’ın Millî Hareket  ile uyum içinde olan bir program izlediğini iddia etti. Akbaş Olayı’ndan da yakındı ve  bu olaydan da İstanbul Hükûmeti’ni sorumlu tuttu.


Akbaş olayları ve Misak-ı Millinin ilanı İngilizler için ağır bir prestij darbesi olduğu anlaşılmıştı. Lloyd George, Mustafa Kemal'in hamlelerini kastederken: "Askeri istihbaratımız hiçbir zaman zekâdan bu derece yoksun olmamıştı" diyordu.


Ne yapılması gerektiğini görüşmek üzere, üç İtilaf Devletleri Yüksek Komiseri, 3 ve 4 Mart günlerinde toplandılar. Bu toplantılarda, özellikle İngiliz ve Fransız yüksek komiserleri, sert bir barışa karşı Milliyetçi Hareketin bütün kesimlerinden muhalefet ve tepki geleceği görüşünde birleşerek, Milliyetçi Hareketin direnmesine karşı “askerî” durumun kuvvetlendirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ne var ki, İtilaf Devletleri'nin, Anadolu’da askerî önlem almalarına imkân yoktu. Ayrıca, doğuda Ermeniler, güneyde Fransızlar ve batıda Yunanlılar olduğu halde, Milliyetçi Hareket bütün bu olumsuzluklara karşı, her gün daha da kuvvetlenmekteydi. Bundan dolayı, İtilaf Devletlerinin, Millî Mücadele’ye karşı askerî pozisyonlarını kuvvetlendirebilecekleri ve aynı zamanda Milliyetçilere baskı yapabilecekleri tek yer İstanbul’du. Başka bir deyişle, “Milliyetçi liderlere” karşı alabilecekleri “en kuvvetli” önlem, şimdiye kadar İstanbul’da devam ettirdikleri statüyü değiştirmek, yani İstanbul’un kesin işgali olacaktı.


3 Mart günü yapılan görüşmelerde İtalyan Yüksek Komiseri tartışmalara katılmayıp, sadece dinlemiş, 4 Mart toplantısında ise İstanbul’un işgaline açıkça karşı çıkmıştı. Ona göre, barış şartları hafifletilmeli ve önce Türklere sunulmalıydı. Hatta Türkler, Paris’e davet edilmeli ve barış şartları onlarla müzakere edilmeliydi. Barış şartları Türklere, öyle, olduğu gibi (cut-and-dried) kabul etmeleri şartıyla verilmemeliydi. İngiliz ve Fransız Yüksek Komiserleri ise, bunu Paris’teki Yüksek Konsey’in kabul etmeyeceğini bildirdiler. Sonunda, her Yüksek Komiser’in durumu Hükûmetine bildirmesine karar verildi.


Fransız Komiseri, Paris’e, İngiliz Komiseri ile aynı içerikli telgraf çekti. Fransız Hükûmeti, İstanbul’daki Yüksek Komiseri M. Defrance’ın tutumunu desteklemedi. Böylece bu konuda bir İngiliz-Fransız rekabeti veya anlaşmazlığı ortaya çıktı. İngiltere’nin Paris Büyükelçisi Lord Derby, 5 Mart’ta Curzon’a gönderdiği telgrafta İstanbul’un işgali konusunda alınan kararın Fransız Hükûmeti’nin hoşuna gitmediğini, çünkü bu kararın bütün Türkiye’de tepki doğurmasından ve özellikle Hristiyanlara karşı bir katliâma neden olmasından korkulduğunu bildiriyordu.


İngiltere Başbakanı Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Millî Mücadele ve Atatürk’e karşı gayet sert davranılması gerektiği görüşlerini sürdürdüler. Lloyd George’a göre, Türklere karşı sert tedbirler alınmayacak olursa, İtilaf Devletlerine karşı başarılı bir şekilde meydan okumaya devam edeceklerdi ve İtilaf Devletlerinin hareketsiz kalması bütün dünyayı hayal kırıklığına uğratacaktı. Böyle olursa Türkler, İtilaf Devletlerinin barış şartlarını kabul etmezlerdi. Bu arada Lloyd George garip bir tanım de ekledi: “Mustafa Kemal sadece bir haydut ve bir soyguncu çetesinin başı” değil, aynı zamanda, kendisine sempati besleyen İstanbul’daki Hükûmet tarafından tayin edilmiş bir Erzurum Valisi idi. Dolayısıyla, önce Mustafa Kemal’in Erzurum Valiliği’nden azledilmesi İstanbul Hükûmeti’nden istenmeli ve sonra İstanbul işgal edilmeliydi.


Lord Curzon ise, Amiral de Robeck’in, barış şartlarının yumuşatılması görüşüne şiddetle karşı çıkarak, bunun anlamının, İstanbul’un, İzmir’in ve Trakya’nın Türklere verilmesi ve Yunanistan’ın İzmir ve Trakya topraklarıdan mahrum bırakılması demek olacağını, bunun ise şimdiye kadar izlenen politikanın terkedilmesi anlamına geleceğini, bu nedenle bu görüşün uygulanmasının tamamen olanaksız olduğunu, ayrıca yumuşak barış şartlarının, bağımsız Ermenistan ümitlerini yıkıp, bunun yerine 'Türk Kürdistanı’nın kurulması anlamına geleceğini belirtti. Yine Lord Curzon’a göre, Mustafa Kemal’i düşürmek veya azletmek çok kolaydı ve bunun için bir kâğıt parçasının üzerine bir kaç kelime yazmak yeterli olacaktı.


Sonunda, İstanbul’un işgali konusunda Müttefik Yüksek Komiserlerine uzun bir talimat hazırlandı. Lord Curzon tarafından 6 Mart’ta Amiral de Robeck’e gönderilen ve Yüksek Konsey’in kararı olarak belirtilen talimatın maddeleri şunlardı:
*İstanbul (Başkent deniyordu) İtilaf Kuvvetleri tarafından derhal işgal edilecektir.
*Türk Hükûmeti’nden, son Kilikya olaylarında sorumluluğu şüphe götürmeyen,  Erzurum Valisi (!) Mustafa Kemal’in derhal azli istenecektir. 
*İstanbul’un işgalinin, barış şartlarının tamamen kabulü ile uygulanmasına kadar devam edeceği Türk Hükûmeti’ne bildirilecektir.
*Eğer bundan sonra da olaylar çıkarılacak olursa, barış şartları çok daha ağırlaştırılacak ve verilen ödünler (!) geri alınacaktır. Kentin işgali ile birlikte, özellikle Harbiye Nezareti de işgal edilecek ve buradan yayınlanan emir ve talimat kontrol edilip, sansür uygulanacaktır. 


Bu arada, gayet gizli kalmak kaydıyla barış şartlarının bazıları da sızdırılmaktaydı. Çatalca’ya kadar Trakya Yunanistan’a verilecek. İzmir, Osmanlı Devleti’ne bağlı olmakla beraber, Yunanistan tarafından yönetilecek. Boğazlar uluslararası kontrol altına alınacak. Erzurum’u da içine alan bağımsız bir Ermenistan ile, ayrıca, muhtemelen, bağımsız bir Kürdistan kurulacak. Türk Hükûmeti malî gözetim altında tutulacak.


Amiral de Robeck, koşullarının ağırlığı dolayısıyla barışın uygulanmasının çok büyük sorunlar yaratacağını ileri sürerek, şartların hafifletilmesini ve özellikle Trakya’nın ve İzmir’in Yunanistan’a verilmesinden vazgeçilmesini istedi. İstanbul’daki üç Yüksek Komiser de, hükûmetlerine gönderdikleri aynı metinli telgraflarda, ağır bir barışı Türkiye’de uygulamanın güçlüklerini vurgulamaktaydılar. De Robeck’e göre, bu ağır barış, İngiltere’yi savaşa götüren amaçlarla uyuşmadığı gibi, Yakın Doğu’da devamlı bir barışı sağlayabilecek nitelikte de değildi, İtilaf Devletlerinin yeniden kan dökmelerine ve yeni özverilerde bulunmalarına neden olacaktı.


Ne var ki, bu uyarmalar, özellikle, Yunanistan’a kanat germiş bulunan ve Türk düşmanlığını ilke edinmiş olan Curzon üzerinde hiç etkili olmadı. Lord Curzon 13 Mart’ta Amiral de Robeck’e çektiği telgrafta diğer Yüksek Komiserler katılmasalar bile, Yüksek Konsey’in talimatını hiç nazara almadan, General Milne’in, kendi sorumluluğu altında işgale başlaması emrini vermesini istedi.


Fransa’nın isteksiz ve İtalya’nın çekimser kalmasına karşın İngiliz Filo Amirali John de Robeck Londra'nın söz konusu kuvvet gösterisi kararlarını uygulamak zorunda kaldı. 


16 Mart 1920 sabahı erken saatlerde, İngiliz savaş gemileri karanlıktan yararlanarak Galata köprüsü yakınlarına gel­diler. İngiliz tankları İstanbul ve Beyoğlu sokaklarında dolaşmaya başladılar. İngiliz askerleri karakolları, inzibat noktalarını ve başlıca resmi binaları işgal ettiler. Haber, Kuva-yı Milliyeciler'e bağlı bir telgrafçı tarafından Ankara'ya ulaştırılmıştı:
"Bu sabah Sehzadebaşı'ndaki Muzıka karakolunu, İngilizler basıp oradaki askerlerle İngilizler müsademe ederek neticede şimdi İstanbul'u işgal altına alıyorlar... Şimdi de Harbiye'nin işgalini haber aldık. Hatta Beyoğlu telgrafha­nesinin önünde İngiliz askeri olduğu, fakat telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği meçhuldür."
Mustafa Kemal, Ankara telgraf merkezinde oturmuş, tel­grafları okuyor, katiplerine bunları özetlemelerini ve bütün komutanlara göndermelerini söylüyordu. Harbiye Nezareti'n­den de bir mesaj gelmişti:
"Sabah İngilizler basarak altı kişi şehit ve on beş kadar da mecruh (yaralı) oldu. Şimdi İngiliz askerleri dolaşıyor. Şimdi içeri giriyorlar. Nizamiye kapısına. Teli kes. İngilizler buradadır."
İstanbul Merkez telgrafhanesi de olayları doğruluyordu:
"Paşa Hazretleri, Harbiye Telgrafhanesini de İngiliz Bahri­ye askeri işgal edip teli kestiği gibi bir taraftan Topha­ne'yi işgal ediyorlar. Bir taraftan zırhlılardan asker ihraç olunuyor. Vaziyet vehamet kesbediyor. Sabahki müsademe­de 6 şehit, 15 mecruhumuz (yaralımız) vardır... Sabahki bizim asker uykuda iken İngiliz Bahriye efradı karakola gelip işgal et­mekte iken, askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademeye başlanıyor...
İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. Orasını da işgal ettiler galiba. Allah muhafaza buyursun, burasını da işgal etme­sinler... İşte Beyoğlu telgraf memurları, müdürleri geldiler. Kovmuşlar. Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber aldım Efendim."
Mustafa Kemal: "Mebusan için bir haber aldınız mı? Me­busan telgrafhanesi muhabere ediyor mu?" diye sordu. 'Evet, yapıyor' cevabını aldı. O anda haberleşme kesildi. İngilizler Merkezi işgal etmişlerdi.
Fransız ve İtalyan birlikleri başta harekata katılmış değil­lerdi. Ama kentin iyice İngilizler'in eline geçtiği anlaşıldıktan sonra, onlar da harekata katıldılar.  İngiliz­ler'in askeri bando mızıkacılarını, silahlı asker sanıp öldürmeleri İstanbul'da bulunan Türkler'e çok acı gelmişti. İşgal sabahı, Nazır Fevzi Paşa da içlerinde olduğu halde, bütün Harbiye Nezareti Kur­may Heyeti, binanın önündeki meydanda durup beklediler. İngiliz subayları içeride arama yapıyorlardı. İngilizler bütün şehirde evleri araştırdılar, mezarlıklardaki kabirleri deşerek içinde silah saklı olup olmadığına baktılar.
Gazete idarehanelerine girerek müdürlere, yazacakları şey­leri dikte ettiriyorlardı. Sıkı bir sansür kurulmuştu. İşgalin nedenlerini açıklayan ve suçunu Türkler'e yükleyen bir bildi­rinin gazetelerde harfi harfine yayınlanması istendi. Bu emir, bir gazete müdür yardımcısının hoşuna gitti, çünkü içindeki harp kelimesi, Ermeni söyleyişine göre, yanlış imla ile yazıl­mıştı. Böylece çevirinin bir Türk tarafından yapılmadığı okuyucuların da gözünden kaçmayacaktı.
'İşgal Ordusu' imzalı bu bildiri İttihat ve Terakki'nin suçlarını tekrarlıyor, sonra 'Kuva-yı Milliye' içindeki İttihatçılar'ın yeni suçlarını ortaya vuruyordu. İtilaf Devletleri, barış peşinde koşarken, yeni bir savaş dönemine girmiş oluyorlardı. Böylece kent geçici ola­rak işgal edilecek, İstanbul henüz Türkler'in elinden alınmayacaktı. Ancak, genel bir kargaşalık ve misilleme hareketleri görülecek olursa, bu kararın değişmesi de mümkündü. Bir gazete, güzel bir buluşla, sansürün emrine uyarak işgali yo­rumlayacak yerde, başyazılarını eski İstanbul çeşmelerine ayırmış ve böylece, bütün bu olup bitenleri protesto ettiğini halkın gözü önüne sermişti.


İşgal sırasında seksen beş kadar mebus tutuklandı. Evle­rinde bulunmayanlar ilk etapta kurtulabilmişlerdi. Bunlardan biri de Rauf Bey'di. Sivas'ta almış olduğu karara uygun ola­rak İngilizler'in kendisini Meclis'te yakalamalarını istiyor, böylece yabancıların haksızlığını ortaya sermeyi umuyordu. Meclis binasında Rauf Bey'in dostları kendisini boş yere kaçmaya zorluyorlardı. Kara Vasıf Bey'le Rauf Bey'in kılık de­ğiştirerek kaçmaları için iki de er elbisesi bulup getirmişlerdi. Bunu ikisi de reddettiler. Rauf Bey, neşeli görünmeye çalışa­rak, "Bırakın gelsin, alçaklar, buradayız işte." diyordu. Aynı zamanda, parlamentonun kendi kendine dağılması değil, İşgal Kuvvetleri tarafından dağıtılması gerektiğini ileri sürüyordu.


Vahdettin'e göre İngilizler isteseler yarın Ankara'da olurlarmış


Padişah, Rauf Bey'in başkanlığında bir Meclis heyetini Sa­raya çağırmıştı. Heyettekiler iki yanında süngü takmış İngiliz erlerinin sıralandığı sokaklardan geçerek Yıldız Sarayına gittiler. Sultan, heyette bulunanlara yabancıların çok güçlü olduklarından söz ederek Meclis'teki laflarını tartarak söylemelerini öğütledi:
"Bu adamlar her şeyi yapabilirler, bu kadarını yaptık­tan sonra durmazlar artık."
Mebuslardan birçoğu yurtlarına olan bağlılıklarını belirterek Vahdettin ile aynı görüşte olmadıklarını ifade ettiler. İçlerin­den biri parmağı ile Boğaz'daki İtilaf Devletleri filolarını göstere­rek: "Haşmetmaap, dedi, şu sular bu kafirlerin gelebilecekleri en son yerdir. Bundan öteye gidemezler. Anadolu çelik gibi­dir. Mücadelesinde başarıya ulaşacak." Padişah, onlara bir kere daha dikkatli davranmalarını öğüt verdi: "İsterlerse, yarın Ankara'da olurlar." dedi.
Bunun üzerine Rauf Bey söz aldı: "Misak-ı Milli'de belirtil­diği gibi mesele Saltanatı, Hilafeti ve vatanı nasıl kurtarabi­leceğimizdir. Milletin duygularını dile getirerek, sizden, Mec­lis'in onayı olmadan hiç bir uluslararası anlaşmaya imza koy­mamanızı rica edebilir miyiz?" Padişah kızgınlığını, ayağa kal­karak belli etti. Bu, ötekilerin de kalkmaları için bir işaretti. Sultan mebuslarla soğuk bir şekilde vedalaştı.


İngilizler İstanbul Meclis-i Mebusanını basıyor


Aynı gün bir İngiliz müf­rezesi Meclis'e girdi.  Rauf Bey'le Karakol Cemiyeti Reisi Kara Vasıf Bey'i yakalamak istiyorlardı. Salon bir anda ka­rıştı. Rauf Bey, Meclis muhafızların Meclis'e yöneltilen bu saldırıya karşı koymaları gerektiğini ileri sürüp duruyordu. Ama Mec­lis Reisi, muhafız komutanına silah kullanılmamasını emretti. İki Kuva-yı Milliyeci şef böylece tutuklandılar. İngilizler bu eylemleriyle, önderlerini kaybeden Karakol Cemiyeti’nin zorunlu olarak Mim Mim Grubu adıyla Ankara’nın emrine girmesine neden olacaklardır.


Meclis iki gün sonra tekrar toplandı. Çoğunluk, yabancı bir­liklerin saldırısı ve bazı üyelerin zor kullanılarak tutuklanma­sı karşısında, mebusların  görevlerini serbestçe yerine getir­melerine imkan kalmadığına karar verdi. Böylece, Meclis'in süresiz olarak çalışmalarını durdurması kabul edildi.


İngilizler hatalarının farkında değiller


İngiliz Yüksek Komisyonu işgali başarı olarak kabul ediyordu. Amiral de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği iyim­serlik dolu bir raporda, bunun Kuva-yı Milliyecilere karşı öldürücü olmasa bile, ağır bir darbe olduğunu söylüyordu. Ancak aralarında akıllılar da vardı, örneğin Genelkur­may Başkanı Sir Henry Wilson farklı düşüncedeydi. Hatıralarında: "Bu uzun kuyrukluların gerçeklere hiç aklı ermez. Sanırlar ki Anadolu'da onların fermanını oku­yan vardır. Biz hiç bir zaman, hatta Mütareke'den sonra bile daha ilerilere sokulmayı denemedik." diyordu. Gerçekten de, Anadolu'­daki İngiliz işgali, şimdi boşaltılmış olan birkaç noktayla sı­nırlanıp kalmıştı. İşin aslına bakılırsa, İtilaf Devletleri, birbiri arkasından yarattıkları iki olayla - biri Yunanlılar'ın Anadolu'­ ya gönderilmesi, öteki de on ay sonra İstanbul'un işgali - Ana­dolu'da olduğu kadar Avrupa Türkiyesi'nde de tek geçerli fer­manın, Mustafa Kemal'in fermanı olmasını sağlamışlardı.


İngiltere Savaş Bakanlığının 15 Mart 1920 tarihli uzun ve gizli raporu: “Şimdi siyasal iktidar Milliyetçilere geçmiş bulunmaktadır” diye başlıyor, Milliyetçilerin Anadolu’daki kuvvetleri ile İtilaf kuvvetlerinin karşılaştırmasını yapıyor, bir askerî harekâtta İtilaf Devletlerinin avantajlarını ve dezavantajlarını inceliyor, İtilaf Devletlerinin hangi bölgelerde, askerî bakımdan neler yapabileceğini çözümlüyor, karşılaşılabilecek olası güçlükler üzerinde duruyor ve sonuç kısmında da, askerî bakımdan, barış antlaşmasının, İtilaf Devletlerinin kuvvet zoru ile kabul ettirmeye hazır olmadıkları şartları içermesinin istenen birşey olmadığı, barış koşullarının kabul ettirilmesinde askerî seçeneğe başvurulmasının da istenmediği ve mevcut barış şartlarının da barış vaadini içermediği vurgulanarak Curzon ve Lloyd George'u eleştiriyordu.


Ali Rıza Paşa'nın yerine 2 Mart 1920'de Sadrazamlık makamına oturan Salih Paşa, İti­laf Devletleri'nin notasına 18 Mart'ta verdiği yanıtta, Mustafa Kemal'le Kuva-yı Milliyecileri suçlamayı reddederek işgalin gerekçesini kabul etmediği, ortada bir karışıklık veya herhangi bir düzensizlik olmadığı gibi, eğer varsa İtilaf Devletlerinin bunları önleme gücüne sahip olduğunu, Anadolu’daki millî hareketin nedeninin  Yunan işgali ile Yunanlıların yaptıkları mezalimden kaynaklandığını ve ayrıca, büyük bir Ermenistan ile bir Rum Pontus Devleti’nin kurulmasına ait niyetlere karşı bir tepki teşkil ettiğini bildirdi. Salih Paşa hem bunları deklare edip hem de koltuğunda kalamazdı. 5 Nisan'da Sadrazamlıktan çekildi. Hükûmet Reisliği bir kere daha Tevfik Paşa'ya teklif olundu. O da reddetti. Tevfik Paşa'nın reddetmesi, Padi­şah'a Damat Ferit'i bir daha hükûmet başına geçirmek fırsa­tını vermişti. Ferit Paşa, Churchill'in söylediği gibi, 'görül­memiş derecede çürük bir hükûmet kurmayı başardı'.


Damat Ferit’in ilk işi 7 Nisan’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’i ziyaret etmek oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sadrazamı, bir işgal devleti temsilcisinin ayağına gidiyordu. Bundan daha da önemlisi, Damat Ferit’in, tam bir hıyanet içinde, İngiliz Yüksek Komiseri ile yaptığı konuşma ve ona söyledikleriydi. Damat Ferid, iktidara gelmesinin amacının, “Millî Hareketi“, Merkezî Hükümet’in iradesine tâbi kılmak olduğunu, bu konuda Padişah’ın manevî otoritesini kullanacağını, fakat inat etmekte devam edenler için maddî kuvvet kullanmak gerekeceğini (Kuvayı İnzibatiye’nin teşkili) bildirdikten sonra, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Milliyetçilere karşı hareketler olduğunu, bunların başında Bandırma-Gönen Bölgesi’nde Anzavur’un geldiğini, ayrıca, İzmit, Bolu, Trabzon ve Kayseri ve Harput bölgelerinde Anzavur hareketine benzer hareketler olduğunu belirtip bunların destekleneceğini, bir gün önce Hükûmet’in, Anzavur’a Paşa rütbesi verip onu Afyonkarahisar valiliğine tayin ederek, onu Hükûmet’in bir memuru haline getirdiğini söylemiştir. Damat Ferit, Anzavur’a İngilizler tarafından bir miktar top ve cephane verilirse kendisini daha iyi ispatlayabileceğini de eklemiştir.


Damat Ferit'in ikinci işi 11 Nisan 1920'de Parlamentoyu - son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nı - feshetmek oldu. Arkadan, Kuva-yı Milliyecilere karşı Osmanlı-İngiliz ortaklığıyla bir iç savaş niteliği alacak ve Milli Mücadele'yi olumsuz etkileyecek olan eylemlere girişildi. 


İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Amiral de Robeck’e 20 Nisan’da çekilen bir telgrafta, yeni Hükümet’in desteklenmesi onaylanmakla birlikte, “Damat Ferid’in kafasında yumuşak bir barış beklentisi yaratmamaya dikkat etmeliyiz” denilmekteydi.


İngiliz eseri - Dürrizade Fetvası


İngilizler, Milli Mücadeleye sekte vurmak, Kuva-yı Milliye'cileri halkın gözünden düşürmek için 1920 Nisan başında Mustafa Sabri'ye bir fetva hazırlattılar. Mustafa Sabri İngiliz himayesine girmekten başka kurtuluş yolu olmadığını iddia edenlerin önde gidenlerindendi.  Şeyhülislam Haydarizade İbrahim Efendi, bu ihanet fetvasını imzalamadı. Arkadan Salih Paşa Hükûmeti ile birlikte görevden ayrıldı.  (Eşref Edip, Sebilürreşad, C. 10, S. 238, s. 2).


Yerine getirilen Şeyhülislam Dürrizade Abdullah tarafından 11 Nisan 1920'de imzalanan bu fetvada özetle; Anadolu hareketi Padişah‘a karşı ayaklanma sayılıyor, Kuva-yı Milliye kötülenerek Padişahın sadık tebaasına zulüm edenlerin katledilmeleri gerektiği ileri sürülüyordu. Kurtuluş Savaşına katılan herkes halifeye isyan ile suçlanıyor, bağımsızlıktan yana olanlar din düşmanı olarak gösteriliyordu. Ayrıca fetvada Kuvva-yı Milliye‘ye karşı savaşırken ölenlerin şehit olacakları da belirtiliyordu.


İstanbul'da basılan gazetelerde yayınlanan bu fetva, İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Anadolu'nun her tarafına çeşitli vasıtalarla (postayla, Anadolu'ya geçen kimseler aracılığıyla vs.),  bolca dağıtılmıştı. Bu arada İngiliz konsolosları, İngiliz torpidoları, Rum ve Ermeni teşkilatları ile Yunan kuvvetleri de Fetvâ'nın dağıtımında görev aldılar.


Teali-i İslâm Cemiyeti adına Yunan uçakları ile Anadolu’da muhtelif bölgelere yeni açılan Büyük Millet Meclisi aleyhinde atılan beyannâmeler İstiklâl Savaşında en fazla gerekli duyulan birlik ve dayanışmaya ciddi olarak zarar vermiştir. İstanbul ile Ankara arasında tercih yapma hususunda zaten kararsız kalmış olan Anadolu insanını oldukça zor durumda bırakmıştır. Mustafa Kemâl Paşa Cephede Yunan işgalcileri ile mücadele eden Kuvvâ-yı Milliye birliklerini, iç isyanları bastırmada görevlendirmek zorunda kalmıştır. Bu şekilde Anadolu’nun kurtarılması için kullanılacak olan yaklaşık bir yıllık hayati değerde süre ve mühimmat boşa harcanmıştır. Fetva ile ilgili daha geniş bilgileri OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


Mustafa Kemal yeni devletin temelini atıyor


İngilizler, Meclis-i Mebusan'ı basıp mebusları Malta'ya sürerek Mustafa Kemal'e bir kez daha, farkında olmadan büyük bir siyasi bağışta bulunmuşlardı. O da bundan yararlanmakta gecikme­di. Bir bildiri yayınladı: "İstanbul'un zorla işgali ile Osmanlı Devletinin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliğine son verilmiştir. Her zaman olduğu gibi, bundan sonra da Türk milleti ya­şaması için yaptığı savaşta Müslümanlığa sığınmayı elden bırakmayacaktır. Giriştiğimiz kutsal bağımsızlık ve vatan savaşında Allah'ın yardımı bizimledir" diyordu.
İyi bir kurmay ve akıllı bir politikacı olan Mustafa Kemal hiç bir şeyi unutmuyordu. Türkiye dışındaki Müslümanları hatırlayarak, onlara da buna benzer bir beyanname yolladı. Yabancı devletleri de unutmuş değildi. Ama 'resmi Avrupa ve Amerika'nın değil, ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına' seslenerek: "Tarihin bugüne kadar yazmadığı bir suikast teşkil eden ve Wilson prensiplerine da­yanan bir mütarekenin milleti savunma araçlarından yoksun bırakmasından doğan bir hileye dayanması yüzünden, ait oldukları milletlerin şeref ve haysiyetleriyle de bağdaşamayan bu hareketin takdirini" kendilerine bıraktı.
Hristiyan azınlıkları da hatırlayarak, çeşitli yerlerdeki komutanlara gönderdiği bir genelgeyle: "Türkiye ile dış dünya arasındaki bağlantının geçici olarak kesilmesi yüzünden bu azınlıkların artık yabancı himayesinden yararlanamayacakları, bundan dolayı 'Hristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükunet içinde hayatlarını sürdürmelerinin, ırkımızın doğuştan sahip olduğu uygarlığa kesin bir belge' teşkil edeceği" üzerinde dur­du. Mustafa Kemal Paşa, valilikler, kolordu komutanlıkları ve bağımsız sancaklara yeni seçim hazırlıklarına başlanması için 12 maddelik bir talimatname daha göndermiştir. Devlet merkezinin korunması, milletin bağımsızlığı ve devletin kurtarılması tedbirlerini uygulamak üzere, millet tarafından olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin Ankara’da toplantıya çağrılmış olduğunu ifade eden Mustafa Kemal Paşa, dağılmış milletvekillerinden Ankara’ya gelebilecek olanların da meclise katılımını zaruri görmüştür.


İngiliz istihbaratı Meclis’in açılacağı bilgisinin 1920 Mart sonunda elde etmişti, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John de Robeck, 29 Mart 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a şu notu göndermişti:


Her sancaktan beş üye seçilmek üzere, 3 Nisan dolaylarında Ankara’da toplanacak olan Ulusal Konsey’e (Meclis) katılacak. Üyelerden seçilmeleri için çağrılarda bulunulmuştur. Seçimler, Ulusal Hakları Koruma Dernekleri’nin (Müdafaa-i Milliye Cemiyetleri) önderliği altında yapılacaktır.”


Seçimlerde 232 mebus (milletvekili) seçilmiştir. Bunlara sonradan 92 mebusla, biri Yunanistan ve diğerleri Malta’dan gelen 14 mebusun da eklenmesi ile sayı 337’ye ulaşacaktır. Mustafa Kemal Paşa, 21 Nisan’da yayımladığı genelgede 23 Nisan Cuma günü, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılacağını, vatanın istiklali, Hilafet ve Saltanat makamlarının kurtarılması gibi hayati görevleri bu meclisin üstleneceğini duyurduktan sonra, bu tebliğin memleketin her tarafına ulaştırılmasını istemiştir. Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün yayınladığı genelgede ise askerî ve sivil bütün makamlarla milletin başvuracağı tek yetkili yerin Büyük Millet Meclisi olacağını ilan etmiştir. Böylece Anadolu ihtilalinin ilk önemli siyasi ayağı tamamlanmış, sıra askeri ve diplomatik ihtilalin gerçekleşmesine gelmiştir.


Milli Mücadele'de Türk-İngiliz çatışmaları


I. Dünya Savaşı sonrası İngiliz Hükümeti'nin elinde İngiltere'de 49 piyade taburu vardı, ki bu ülke içindeki toplumsal kavgaları bastırmaya bile yetmezdi. 38 piyade taburu ise bağımsızlık hareketini önlemek için İrlanda'da bulunuyordu. 1920 yılı sonunda Türkiye'de 10 bin İngiliz, 8 bin Hintli, 8 bin Fransız, 2 bin de İtalyan askeri vardı. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Birinci Kitap, İstanbul, 1998, s. 171,172).


Nitekim Ali Fuat (Cebesoy) Paşa da, “İngilizlerin Türkiye'de 27. ve 28. Fırkaları vardı. Bu kadar az bir kuvvetle Anadolu içlerinde bir harekete teşebbüs edeceklerine asla ihtimal vermemiştim” diyordu. (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 2000, s. 255).


Durum böyle olunca İngiltere Başbakanı Lloyd George, 15 Ağustos 1920'de Avam Kamarası'nda, Anadolu'nun dağlık bölgelerine kadar İngiliz orduları gönderilemeyeceğine göre tek seçeneklerinin “her iki tarafı sonuna kadar vuruşturmak olduğunu” söyledi. (Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya'dan İzmir'e, İstanbul, 1972 s. 140,141). İngiltere, zamanla 200 bine yaklaşacak olan Yunan ordusunu piyon olarak kullanacaktı. İngiltere'nin bu politikası sonucu Yunan Ordusu 25 Temmuz 1920'ye kadar Trakya'daki işgal harekâtını tamamladı.


İngilizler, Atatürk'ün düzenli orduları karşısında doğrudan bir cephe açamasalar da “Clearing Up Operation” (yol üzerindeki engelleri temizleme işlemi) ile askeri operasyonlarını gerçekleştirdiler.


16 Mart 1920'de İngilizler İstanbul Şehzadebaşı'ndaki 10. Tümen Karargâhı'nı basıp 5 Türk askerini şehit ettiler, 9 askeri de ağır yaraladılar.


İngiliz ordusunun 242. tugayı Tuğgeneral F. S. Montague – Bates’in kumandası altında İzmit ve çevresinde konuşlandırılmıştı. Karargahı Derince'deydi. Tugaya bağlı olarak görev yapan kuvvetler şunlardı:   Gordon Highlanders Alayı’nın 1.Taburu, 10. Jats Alayı’nın 1. Taburu, 21. Pencap Alayı’nın 1. Taburu, 25. Pencap Alayı’nın 1. Taburu, 20. Hafif Süvari Alayı, Anadolu Atlı Piyade Alayı, 51. Batarya (39. Topçu Tugayı’ndan), 39. Topçu Tugayı Mühimmat Müfrezesi, 26. Topçu Kraliyet Mühendisleri Bölüğü, 2. Tabur 128. Öncü kuvvetlerinden bir bölük, Kraliyet Ordusu Sıhhiye Kuvvetlerinden 84. Sahra Ambulans Birliği, Makineli Tüfek Kuvvetleri, Z Bölüğü’nden bir müfreze, Kraliyet Ordusu Hizmet Kuvvetlerinden A ve B Kademeler.


Atatürk, 18 Mart 1920'de Eskişehir'deki İngilizlerin bölgeden çıkarılmasını emretti. 24-30 Mart 1920'de 24. Fırka Komutanı Yarbay Mahmut Bey, İngilizleri geri püskürtüp Eskişehir'den çıkardı. Lefke (günümüzde Osmaneli) köprüsündeki çatışmada İngilizler 5-6 yaralı ve ölü verdi. Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya’da İngiliz askerleri kalmadı. İngilizler İzmit’ten Lefke’ye  kadar demiryolu hattı boyunca yayılmış kuvvetlerini kentin doğu ve kuzeyindeki büyük köprüleri tahrip ederek İzmit’e çektiler. 23 Mart’ta işgâl ettikleri Geyve Boğazı’nı Türk süvarileri ve piyade müfrezelerinin harekete geçmesiyle boşaltmak zorunda kaldılar. 


İzmit ve Adapazarı üzerinden Bilecik ve Eskişehir yönüne ilerleyen İngiliz kuvvetlerine Geyve istasyonu (günümüzde adı Alifuatpaşa) mevkiinde ateş açarak onları durdurup geri püskürtüp Türk Kurtuluş Savaşı'nı fiilen başlatan ilk komutan olan 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa anlatıyor: “İkinci Eskişehir harekâtı bir hafta sürdü… Milli harekâtın şiddet ve kesinliği karşısında İngiliz kıtaları dayanamadılar, telaşla geriye çekildiler. İnsan bakımından az, fakat eşya bakımından oldukça çok kayıp verdiler.” (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 2000, s. 357, 358)

İngiliz kuvvetleri tarafından İzmit'te yakalanan Türk esirler. Ön tarafta birlikte duran üç adam, elebaşı olmakla suçlandı ve daha sonra 1920 Haziranında infaz edildiler


11 Nisan 1920'de Padişah Vahdettin'e Milli Mücadele karşıtı ferman yayınlatmış olan İngilizler Adapazarı, Düzce, Bolu ve Hendek’te ayaklanmalar çıkardılar. Bu ayaklanmalara, askeri kuvvet dışında tüm olanaklarıyla destek verdiler. Askeri kuvvetler ise Kuva-yı İnzibatiye adıyla 18 Nisan 1920 tarihli kararname ve 1.250.836 liralık fevkalade  tahsisatla oluşturuldu. Bu kuvvetler, İzmit’ten İstanbul’a kadar İngiliz birlikleri arasına kademeli olarak yerleştirilmiş, komuta merkezi de İzmit açıklarında demirli bulunan Yavuz zırhlısında kurulmuştu. 23 Mayıs’ta Adapazarı ve Hendek ayaklanmalarının bastırılması sırasında Kuva-yı İnzibatiye’nin Sapanca’da bulunan küçük bir kısmının karşı koymadan teslim olması sağlanmıştı. Bu ayaklanmaların bastırılmasından sonra 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa, İngilizlerin İzmit ve çevresinde Hasanpaşa- Solaklar – Tepeköy – Ağaköy hattına yerleştirdikleri Kuva-yı İnzibatiye’yi imhaya yönelik bir harekât plânı hazırlamıştı. Emrindeki kuvvetlerden 24. Tümen’in 70. Alayı Solaklara, 143. Alayı Hasanpaşa’ya, Gökbayrak Milli Taburu Tepeköy’e, Dayı Mesut Müfrezeleri Ağaköy’e Teğmen İbrahim Efendi Süvari Müfrezesi Yarımca’ya, diğer milli müfrezeler Hereke ve Gebze’ye doğru 11 Haziran 1920’den itibaren ilerlemeye başlamışlardı. Saldırı Kuva-yı İnzibatiye kıtaları üzerinde istenilen etkiyi yapmış piyadelerin tamamına yakını mukavemet göstermeden silahlarıyla milli kuvvetlerin tarafına geçmişti. Sadece Kumla Çiftliği civarında mevzilenmiş topçuları ateş açma cesareti göstermişse de karşı topçu ateşi karşısında İzmit kentinin girişine sığınmak zorunda kalmışlardı. Öğleye kadar Kuva-yı İnzibatiye’nin tutmuş olduğu hatlar ele geçirilmiş, Milli Kuvvetlere ateş açan İngiliz kuvvetlerine de ateşle karşılık verilerek İzmit içerisine sürülmeleri sağlanmıştı.


İngilizler yakaladıkları Kuva-yı Milliyecileri İzmit'te tel örgülerle çevrili kafesler içine hapsettiler. Bazılarını  İzmit Tersane Bahçesi'nde kurşuna dizdiler.


İstanbul’daki İngiliz İşgâl Kuvvetleri Kumandanlığı Ali Fuat Paşa’nın İzmit’e saldıracağının anlaşılması üzerine  İngiliz birliklerini kara çıkartmasıyla takviye etmek ve topçu ateşiyle denizden desteklemek, üzere Revenge, Ramilles, Vesper, Westcott, Pegasus, Venetia, Royal Sovereign gemileri İzmit’in savunmasında görevlendirilmiştir.


14 Haziran 1920'de İngilizler, İzmit'in doğusunda Vahdettin'in ordusu Kuva-yı İnzibatiye ile çarpışan Türk kuvvetlerine ateş açtılar. Türk-İngiliz çatışması başladı. Bu sırada İngiliz uçakları da Türk birliklerini bombaladı. İngiliz savaş gemileri, 19 Haziran 1920'de İzmit Çuha Fabrikası'nı bombalayıp harbeye çevirdiler. İngilizler, 29 Haziran 1920'de İzmit Körfezi Derince limanındaki Türk cephaneliğini havaya uçurdular. Üç büyük savaş gemisiyle Türk köylerini bombardıman ettiler. İzmit'teki Türk-İngiliz savaşı sırasında –İleri Gazetesi'nin haberine göre-  İngilizler 23 yaralı ve 15 ölü verdiler. (Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 2000, s. 453-455; Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, İstanbul, 2013, s.290-323

İngilizlerin İzmit Tersane bahçesinde Kuva-yi Milliyecileri kurşuna dizmesi


25 Haziran 1920'de Karamürsel'e çıkan İngiliz birliği oradaki küçük bir Türk kuvvetince ateşle karşılandı. Aynı gün Yunan ilerlemesini kolaylaştırmak isteyen bir İngiliz birliği Mudanya'ya çıktı. Türk birliğinin ateşi sonrası karşılıklı birkaç kayıp verildi. 6 Temmuz 1920'de İngilizler Mudanya'yı yeniden işgal etmek istediler. Türk birliğinin ateşle karşılık vermesi üzerine İngilizler, Türk mevzilerini, denizden, üç saat boyunca top ateşine tutarak Mudanya'yı işgal ettiler. 25 Türk askerini şehit ettiler. İngilizler Mudanya'da 16-17 yaşlarında Türk çocuklarını bile esir aldılar.


6 Temmuz 1920'de Gemlik'e çıkan bir İngiliz birliği Gemlik'teki Türk yerleşim birimlerini bombaladı.
7 Temmuz 1920'de bir Yunan birliği ile bir Türk birliği arasında Beykoz'da bir çatışma çıktı. Bu çatışmada bir İngiliz birliği ile bir İngiliz torpidosu Yunan birliğine yardım etti.


Temmuz başlarında 400 kişilik bir Türk birliği  Gebze Köprüsü’nü havaya uçurup kasabayı işgâl etti. Bunun üzerine 12 Temmuz da İngilizler   bir süvari gücü, bir Hint piyade birliği ve bir topçu bataryasını Gebze’yi geri almak ve köprüyü onarmak üzere 13 Temmuz’da Tuzla’dan gönderdikleri kuvvetler ile Türk birlikleri arasında çatışma çıktı. Sonunda Hintli piyadeler tarafından kuşatılma tehlikesiyle karşılaşan Türk birlikleri geri çekildiler.
20 Temmuz 1920'de İngiliz filosunun korumasında Tekirdağ'a Yunan çıkarması yapıldı.


11. Yunan Tümeni 1920 Eylül’ünde İzmit Cephesi’ndeki görevi İngiliz General Milne komutasındaki İngiliz Karadeniz Ordusu Başkumandanlığı’nın emri altında olmak üzere İngilizlerden devraldı. 1920 Mart’ında İzmit ve çevresinde konuşlandırılan 242. İngiliz Tugayı da Haydarpaşa’da bulunan 28. Tümen’in 84. Tugay’ına geri döndü.


II. İnönü Savaşı’ndan sonra Boğazlar Bölgesi’nin güvenliğinden duyulan endişe  üzerine İngilizler bir beyanname ile Kocaeli Yarımadası’nı 13 Mayıs 1921’de Tarafsız Bölge ilan ettiler.


İngiliz istihbaratının çıkardığı ve beslediği iç ayaklanmalar

Türk Ordusuna karşı savaşan Osmanlı'nın süvarileri


İngiliz istihbaratçılarının Kuva-yı Milliye karşıtları desteklenmelidir tavsiyelerine uygun olarak İngilizler Anadolu'da para ve silah yardımıyla çok sayıda isyan çıkararak Milli Mücadeleyi büyük ölçüde sıkıntıya sokuyorlardı. Bu isyanlar:
11 Mayıs 1919 Ali Batı Olayı
20 Ağustos 1919 Ali Galip Olayı
27 Eylül 1919 Birinci Bozkır Ayaklanması
20 Ekim 1919 İkinci Bozkır Ayaklanması
20 Ekim 1919 Ahmet Anzavur’un Milli Mücadele aleyhinde birinci defa saldırtılması
26 Ekim 1919 Şeyh Eşref Ayaklanması (Hart Olayı)
28 Ekim 1919 Kızılkuyu Olayı
28 Ekim 1919 Apa Çarpışması
1 Kasım 1919 Dinek Çarpışması
15 Kasım 1919 Demirkapı Çarpışması
16 Şubat 1920 Ahmet Anzavur’un Milli Mücadele aleyhine ikinci defa saldırtılması
4 Nisan 1920 Ahmet Anzavur’un Gönen’e taarruzu
13 Nisan 1920 Birinci Düzce Ayaklanması
16 Nisan 1920 Çerkez Ethem kuvvetleriyle Ahmet Anzavur kuvvetlerinin Yahyaköy Çarpışması
18 Nisan 1920 Kuvayı İnzibatiyenin kurulması
19 Nisan 1920 Ahmet Anzavur’un Karabiga’dan İngiliz gemisiyle İstanbul’a kaçışı
25 Nisan 1920 Taraklı Çarpışması
8 Mayıs 1920 Ahmet Anzavur’un Adapazarı ve Geyve Harekâtı
8 Mayıs 1920 İkinci Düzce Ayaklanması
12/13 Mayıs 1920 Mudurnu Çarpışması
15 Mayıs 1920 Birinci Yozgat Ayaklanması
20 Mayıs 1920 Cemil Çeto Olayı
23 Mayıs 1920 Milli Mücadele kuvvetlerinin Kuvayı İnzibatiyeye taarruzu
25 Mayıs 1920 Zile Ayaklanması
27 Mayıs 1920 Sulusaray Olayı
1 Haziran 1920 Milli Aşireti Olayı
13 Haziran 1920 Yozgat’ın asiler tarafından işgali
14 Haziran 1920 Kuvayı İnzibatiye Tümeninin taarruzu
20 Haziran 1920 Çerkez Ethem kuvvetlerinin Ankara’dan Yozgat’a hareketi
21 Haziran 1920 Çopur Musa (Çivril) Olayı
27 Haziran 1920 Kula Olayı
20 Temmuz 1920 İnegöl Olayı
5 Eylül 1920 İkinci Yozgat Ayaklanması
8 Eylül 1920 Çengelhan Olayı
8 Eylül 1920 Nogaykızıközü Olayı
23 Eylül 1920 Ayvalıközü Çarpışması
25 Eylül 1920 Koyunculu Çarpışması
2 Ekim 1920 Konya Ayaklanması
6 Aralık 1920 Demirci Mehmet Efe Ayaklanması
7 Aralık 1920 Çerkez Ethem Ayaklanması
6 Mart 1921 Koçkiri Ayaklanması
… 1918 – 21 Kasım 1923 Aynacıoğlu Olayları

… 1918 – … 1923 Pontus Ayaklanmaları ve Olayları 


           

Kardeş kanı döken Osmanlı'nın vatan haini Hilafet ordusu askerleri



İsyancılar bir ara Ankara’ya kadar gelmiş hatta Atatürk ve arkadaşlarının karargahı Ziraat Mektebine baskın düzenlemişlerdi. Ortada düzenli ordu yokken, asker-jandarma terhis edilmişken, silah, cephane, para yokken İngiliz parasıyla beslenip silahlandırılmış bu isyancıların hepsi ya öldürülmüş, ya yakalanıp mahkeme edilerek idam edilmişler ya da kaçıp Yunan’a sığınmışlardır. Ayrıntılı açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


İngilizlere kul köle olmayan yeni bir yönetim


23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa, ertesi günü gerçekleştirilen gizli oturumda şunları anlattı: Ülkenin dört bir yanında işgaller devam etmekte ve bu durumda yapılacak iki şeyden birine karar vermek gerekir. Bunlardan birincisi İstanbul hükûmetinin yaptığı gibi İngilizlere esir olmak, ikincisi ise millet namus ve şerefiyle yaşatılmak isteniyorsa mevcut kuvvet ve vasıtaların icabına göre kullanılarak, düşmanın emellerini kırmak şeklinde hareket etmek. İşgal altında bulunan devletin merkezi için İstanbul demekle Londra demek arasında hiçbir fark yok.
Aynı gün BMM Başkanlık Divanı teşkil edilirken Mustafa Kemal Paşa da 110 oyla Meclis Başkanı seçilmiştir. Mustafa Kemal Paşa verdiği önergede şunları ifade etmiştir: Hükûmet kurulması zorunludur. Geçici bir hükûmet başkanı ya da Padişah vekili atamak mümkün değildir. Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde hiçbir güç yoktur. Meclis yasama ve yürütme yetkilerini elinde bulundurmaktadır. Meclis’ten seçilecek bir heyetin hükûmet işlerini yürütmesi gerekir.  Padişah ve Halife de Meclis’in düzenleyeceği kanuni esaslar çerçevesinde yerlerini alacaklardır.
Böylece hem Meclis hükûmeti sistemi hem de güçler birliği prensibi resmen hayata geçirilmiş, Türk milletinin tek temsilcisinin Büyük Millet Meclisi olduğu tüm dünyaya ilan edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, 1 Mayıs 1920 tarihli oturumda ise şunları anlatmış: İstanbul hükûmetinin bir ordusu bulunmakta, ancak bu ordu iş yapamaz haldedir.  Vatanın savunması görevi doğrudan doğruya millete yönelmiştir. Milletin düşman işgali altındaki yerlerde görevli kılınması zorunludur. Bu harekete Kuva-yı Millîye denir.


Meclis’te 2 Mayıs’tan itibaren İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) oluşturulurken, Millî Mücadele’nin bundan sonraki safhası bizzat Meclis eliyle ve daha sistematik bir şekilde sürdürülmüştür.


İngilizler adına Büyük Millet Meclisi’ndeki bir ajandan alınan ve İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir John Robeck tarafından 22 Mayıs 1920’de Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilen raporda, 23 Nisan 1920’den itibaren Cumhuriyet yönetimine geçildiği şöyle aktarılıyor:
Büyük Millet Meclisi 174 üyeden oluşuyor. Benim hazır bulunduğum oturumda başkanlık seçimiyle ilgileniliyordu. İlkin Mustafa Kemal söz alarak ulusal örgütün 12 aydan beri yaptığı çalışmaları anlattı. BMM ondan sonra Mustafa Kemal’i birinci Başkan, Celalettin Arif’i ikinci başkan, Abdülhalim Çelebi’yi birinci Asbaşkan, Kırşehirli Hacı Veli Çelebi Cemalettin Efendi’yi ikinci Asbaşkan seçti. Sonra BMM, üyeleri arasından bir yönetim konseyi (hey’et-i vükela - bakanlar kurulu) seçti.
Yönetimin geçici olduğu açıklanıyor... BMM’ni Ankara’da kurma kararı, Heyet-i Temsiliye’nin 28 Mart 1920’de Karasu’da yapmış olduğu toplantıda alınmıştı. BMM ve Bakanlar Kurulu Başkanı Mustafa Kemal, Şeyhülislâm ve Evkaf Bakanı Müftü Fehmi Efendi, Ulusal Savunma, Savaş ve Donanma Bakanı Fevzi Paşa, İçişleri Bakanı Cami Bey, Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Adalet Bakanı Celalettin Arif, Maliye Bakanı Hakkı Behiç, Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Ekonomi ve Tarım Bakanı Yusuf Kemal, Sağlık Bakanı Dr. Adnan ve Genelkurmay Başkanı Albay İsmet’tir. Orada kurulan geçici yönetim gerçekte cumhuriyet biçimindedir, ama halkın padişaha olan duyguları göz önüne alınarak, açıkça söylenmiyor.


Osmanlı'nın İstanbul Hükûmeti ve Padişahı'nın Ankara'da Meclis açılmasına ve Hükûmet kurulmasına yanıtı çok sert oldu: “Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu’nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.
Bu Padişah Buyruğu’nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.
24 Mayıs 1336 (1920)
Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
Damad Ferid
Mehmet Vahidüddin
ONAY”


İngiliz istihbaratı tetikçi casus yolluyor

Atatürk ve İnönü Ziraat Mektebinde çalışırlarken


İngiliz casus Mustafa Sagir, Hint Müslümanları Komitesinin temsilcisi kılığında 1920 Aralık ayında Ankara'ya geldi ve büyük ilgi topladı. Ankara'da Mehmet Akif (Ersoy) ile samimiyet kurdu. Akif'in Taceddin Mahallesi'ndeki evine gidip gelmeye başladı. Akif'in evini posta adresi olarak vermişti. Bir süre sonra Hindistan, Mısır ve İstanbul'dan gelmekte olan çok sayıda mektuplar Mehmet Akif'in dikkatini çekmeye başladı. Bir gün bir mektubu yanlışlıkla yırttığında içinden boş bir kâğıt çıktığını gördü ve buna bir anlam veremedi. Diğer mektuplar da incelendiğinde hepsinde sadece biri iki satır yazı olduğu ve sayfanın geriye kalanının tamamen boş olduğu görüldü. O günün şartlarında kimyager Avni Refik Bey'in yaptığı laboratuvar incelemesi sonunda mektupların görünmez mürekkeple şifreli olarak yazıldığı anlaşıldı. Amacının Atatürk'ü de Afgan kralı gibi öldürmek olduğu Türk istihbaratınca ortaya çıkarıldı. “Bu memleketin evladı değilim, vatana ihanetle suçlanamam. Ben Türklerin nimeti ile büyümedim. Beni İngilizler yetiştirdi. Siz yetiştirmiş olsaydınız size de aynı hizmeti yapardım.” şeklinde kendini savundu. Ankara İstiklal Mahkemesi heyeti tarafından idama mahkûm edildi. İdam cezası İngiliz Yüksek Komiser Horace Rumbold’un girişimlerine rağmen 24 Mayıs 1921 tarihinde Ankara'da infaz edildi.


İngiliz - Osmanlı işbirliğiyle tutuklamalar ve idamlar


Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Sultan Vahidettin ve İstanbul hükûmeti hem Ermeni meselesinden sorumlu tutulanların, hem de İttihatçıların tutuklanarak Divan-ı Harp’te yargılanması için çalışmalara başlamıştı.


İngilizler, Mondros Mütarekesinden sonra İstanbul'da ve işgal ettikleri Batum, Bakü gibi diğer yerlerde Kasım 1920'ye kadar savaş suçluları oldukları gerekçesiyle birçok tutuklamalar yaptılar. Tutuklamalar ya Osmanlı hükûmeti görevlileri ya da İtilâf Devletlerinin kendi görevlileri aracılığıyla gerçekleştiriliyordu. Tutuklamalara azınlıklar büyük destek verdiler, bu sürecin her aşamasında işgal güçlerinin İtilâf Devletleri’nin yanında görev aldılar. İngiltere Büyükelçiliği dragomanı (tercümanı) olan Andrew Ryan, eski Bitlis ve Musul vilayetleri müfettişi Mihran Boyacıyan, Diyarbakırlı Hagop Minas Berberyan, Dr. Armaneg, Urfalı Abu Hayatyan, Sivaslı Eghia Bakkalyan, Kırşehirli Aram Toşbikiyah gibi Ermenilerle birlikte İngiliz yüksek komiserliğine bir kara liste sunmuşlardı. Tutuklamalarda büyük ölçüde hazırlanan bu liste etkili oldu. Tutuklamalar genel olarak “ Ermeni Tehciri” ile ilişkilendiriyordu.


Tutuklananlar arasında Müdafaa-i Hukuk yanlısı mebuslar, Müdafaa-i Hukuk düşüncesine yakın görülen gazeteci-yazarlar, sivil toplum örgüt üyeleri, İttihatçılar, savaş döneminde önemli görevlerde bulunmuş mülki kadrolar, Birinci Dünya Savaşı’nda aktif olarak, özellikle İngiliz ordularına karşı, Osmanlı ordularına komuta etmiş komutan ve subaylar, Şura Hükûmetleri üyeleri, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol örgüt mensupları vardı. Tutuklananların kapatıldığı yer Bekirağa Bölüğü olarak bilinen askeri hapishaneydi.


İşgal devletleri tarafından İstanbul'da kurulan savaş mahkemesi olan Divan-ı Harb, İstanbul'daki tutuklulardan Boğazlıyan eski kaymakamı Kemal Bey'e tehcir davasından idam cezası verdi ve bu ceza 10 Nisan 1919 tarihinde infaz edildi. Mustafa Kemal ve diğer Müdafaa-ı Hukuk önderleri 11 Mayıs 1920’de gıyaplarında idam cezasına çarptırıldılar.  Urfa Eski Mutasarrıfı Mehmet Nusret Bey de 5 Ağustos 1920’de Divan-ı Harb tarafından idam edildi.


Malta sürgünleri


İstanbul'daki işgal kuvvetleri komutanı Amiral Carlthorpe'un önerisi ve İngiliz Dışişleri Bakanlığının onayı ile tutukluların 144'ü Malta'ya sürüldüler. Devletler Hukukunun ve Osmanlı hükümranlığının apaçık ihlali olan bu icraata zamanın Hükûmeti hiçbir tepki göstermemiştir. Bazıları tutuklandıkları yerlerden ve Malta'dan kaçtılar.


İngilizler Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yaptırmışlardır. Buna rağmen, Malta tutukluları hakkındaki suçlamaları ispat edebilecek nitelikte yeterli kanıt ortaya çıkarılamamıştır. Bunun üzerine ABD’den yardım istenmiş; suçlamalara dair ellerindeki bilgilerin gönderilmesini istemişlerdir. ABD yetkilileri ellerinde Ermeni Soykırımının olduğunu gösterir hiçbir resmi belgenin olmadığını bildirmiştir. Webb, 16 Mart 1919’da Londra’ya gönderdiği telgrafta özellikle Ermeni meselesine yönelik delil bulmanın oldukça zor olacağını düşündüğünü bildirmiştir. İngilizler bu konuda o kadar sıkıntıya düşmüşlerdir ki onların bu durumundan yararlanarak para sızdırmaya çalışan birileri bir takım sahte belgeler ortaya çıkartmış ve bunları İngilizlere satmak istemiştir. Ancak Yüksek Komiserlik bu belgelerin önemsiz olduğunu kısa sürede anlamış ve bunu Londra’ya bildirmiştir.


Araştırma, soruşturma, kanıt arama sürecinin sonunda, İstanbul’da Harrington tarafından toplanabilen deliller Londra’ya gönderildi. Bu deliller 56 iddianame hazırlanmasına esas teşkil edecekti. Fakat iddianamelerde gösterilen deliller çoğunlukla azınlık şahitlere, İngiliz subaylarının ifadelerine ve Ermeni ve Rum patrikhanelerinin raporlarına dayanmaktaydı.


Artık Malta sürgünlerinin de aynı akıbete uğrayacağı anlaşılmıştı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Doğu Anadolu ve Kafkaslar’da mütareke hükümlerinin uygulanması göreviyle Anadolu'da bulunan bütün İngiliz Subaylarının tutuklanmasını emretti. Erzurum'da Albay Rawlinson, Konya’da Yüzbaşı Campell başta olmak üzere yüksek veya küçük rütbeli İngiliz subaylar tutuklanmaya başlandı. Rehin alınanlar içinde Rawlinson nüfuzlu bir aileye mensuptu. Ayrıca, İngiliz parlamentosunda bir kardeşi vardı. Bu Ankara'nın elinde önemli bir koz olacaktı. Yüzbaşı Campell Kayseri'de, Albay Rawlinson Erzurum'da göz altında tutuldular.


İngiliz kabinesinin 4 Ağustos 1920 Londra  toplantısının gündemi Malta’daki Türk siyasi tutuklulardı. Mustafa Kemal Paşa 12 Ağustos’ta, tehcir suçlamasıyla ‘vatan evlatları’ idam edilecek olursa, Yarbay Rawlinson ve diğer İngiliz tutukluları asacaklarını ilan etti. Atatürk esirlerin “tüme tüm ilkesi” çerçevesinde mübadele edilmesini istedi.  Yani İngiltere’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Malta’ya götürdüğü bütün Türkler, Ankara Hükümeti’nin rehin olarak tuttuğu bütün İngilizlerle değiş tokuş edilecekti. Curzon 20 Ağustos 1920’de Amiral De Robeck’e bir yazı göndererek, haklarında dava açılması düşünülmeyenlerin ilk fırsatta salıverilmeleri için esir ve sürgünler listesinin başsavcı tarafından gözden geçirilmesi gerektiğini, Yarbay Rawlinson ve Yüzbaşı Campbell gibi bazı İngilizlerin bazı Türk esirler ile mübadele edilebileceğini ifade etmiş, 26 Kasım 1920’de gönderdiği telgrafta İngiliz temsilcisinin Yarbay Rawlinson ve diğer  subayların serbest bırakılması için Kuva-yı Milliyeciler ile görüşme görevini üstlenmesini istemiştir.


İngiliz dostu Mütareke Basını


Mondros Mütarekesi zamanında Milli Mücadele aleyhinde yayın yapan, Ali Kemal, Refii Cevat (Ulunay), Sait Molla, Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Asım gibi gazeteci ve yazarların, milli mücadelenin verilmesine karşı olan tavırlarını ortaya koydukları basına Mütareke Basını deniyor. Bu basın mensupları Damat Ferit Paşa’nın İngiltere ile dostane işbirliğini savunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası politikalarını desteklediler, Türk milletini Anadolu’da yaşayan sadece tarım ve hayvancılıkla uğraşan, tahsili ve bir zanaatı olmayan köylüler olarak tanımlayarak bu insanların Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) karşısında varlık gösteremeyeceğini bu yüzden büyük devletlerle Mondros Mütarekesi çerçevesinde sürdürülen dostane ilişkilerin doğruluğunu savundular. Mütareke Basını, Anadolu’daki Ulusal direnişi örgütleyen Mustafa Kemal'e karşı bir kampanya başlattı, ulusal direnişi karalama ve parçalama yarışına girdi. Bu kampanyaya İstanbul’da “Alemdar” , “Peyam-ı Sabah”, “Türkçe İstanbul”, “Aydede”, “Ümit”, Anadolu’da ise “Ferda”, “İrşat”, “Zafer” gibi gazete ve dergiler katılmışlardı. İşte mütareke basınından birkaç manşet örneği:

  • İngiltere’ye olan sevgimize, Amerika’ya olan saygımız ket vurmaz”. (Türkçe İstanbul, 16.12.1918)

  • M. Kemal Samsun’a gidince bir takım örgütler kurmaya başlamış, (…) kışkırtıcı sözler söylemiş, Erzurum’da yaptığı kongre Anayasaya, Meşrutiyete başkaldırmadır.” (2.8.1919, 13.9.1919)

  • İdam! İdam! İdam! Mustafa Kemal cezasını bulacak”  (Ali Kemal, Peyam 25.4.1920)

  • Anadolu Kemalistlerden temizlenecektir.” (Alemdar 29.4.1920)

  • Padişaha sadakatle bağlı Anadolu halkı, Mustafa Kemal denilen şakiye haddini  bildirecektir.”  (20.4.1920 Peyam)

  • İngilizleri bekliyoruz. Türkler kendi güçleriyle adam olamaz. İngilizler elimizden tutarak bizi kurtaracak.”, “Azimli bir hükûmet, ’Kuva-yı Milliye’adı altına sığınan bu haydutların kafasına neden bir yumruk indirmiyor?” (21.4.1919 ve 16.3.920 Alemdar)

  • Yunanlılar ne kadar ebedi düşmanımız olursa olsun, bugünkü galiplerimizin bir müttefikidir, onlara karşı yapılacak hareket, İtilaf Devletleri’nin kırgınlığına sebep olur. Gafletin bu derecesi görülmüş, işitilmiş şey değildir!” (23.4.1920 Alemdar)


Sevr - Osmanlı'nın sonu


İtilaf Devletleri 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında İtalya'nın San Remo kentinde Osmanlı İmparatorluğu'na uygulanacak barış antlaşmasının şartlarını hazırladılar. Paris'e gelip şartları öğrenen eski sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul'a gönderdiği telgrafta barış şartlarının "devlet mefhumu ile kabil-i telif olmadığını" (devlet kavramı ile bağdaşmadığını) bildirerek görüşmelerden çekildi. Ankara'da toplanan Büyük Millet Meclisi, 30 Nisan'da taraf devletlerin dışişleri bakanlıklarına gönderdiği bir yazıyla İstanbul'dan ayrı bir hükûmetin kurulduğunu bildirdi. Bunun üzerine 21 Haziran'da İngilizler Türk milletinin direnişini kırmak için, İzmir'de bulunan Yunan kuvvetlerini Anadolu içlerine sürmeye karar verdi. Balıkesir, Bursa, Uşak ve Trakya kısa sürede Yunan ordusu tarafından işgal edildi.


Ege'deki işgaller üzerine 22 Temmuz'da İstanbul'da toplanan Saltanat Şurasında Sevr'in nasıl kabul edildiğini Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday anlatıyor: “Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr'a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan'dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.


Olayı böylece oldu bittiye getiren Damat Ferit Paşa başkanlığında Paris'in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösüne giden Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşmasını 10 Ağustos 1920'de imzaladılar. Antlaşmaya göre Türklere bırakılan bölge,  Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. İstanbul uluslararası bir kent olacak, hükûmet ve padişah İstanbul'da oturacaktı.


Lloyd George, Sevr'de Türklere lütfedilen topraklara  da gözünü dikmişti. Ankara'ya doğru ilerlemekte olan Yunanlılara Batı Anadolu'yu komple vermeye niyetliydi. Yunan belgelerinde Lloyd George'un Parlamentoda, Anadolu'daki Yunan çıkarlarının Sevr Anlaşması'nda belirtilmiş olanlardan fazla olması yolundaki açıklaması var.
Dediklerinin aksine olarak Yunan başarısı öğrenilir öğrenilmez Lloyd George Başbakan sıfatıyla önceden aleyhinde bulunduğu ve bütün sorumluluğunu Yunanistan'a yüklettiği saldırıya ilgi göstermeye başladı.
Londra'daki Yunan Maslahatgüzarı, 2674 numaralı ve 16 Temmuz tarihli telgrafı ile Lloyd George'un büyük sorunlarla uğraşmak zorunda olmasına karşın Yunan işlerine karşı gösterdiği şiddetli ilgiyi hükûmetine bildiriyordu.
Aynı şekilde 19 Temmuz tarihli 2799 numaralı telgrafı ile de Yunan Maslahatgüzarı, Lloyd George'un Yunan ileri harekâtı hakkında çok ilgili olduğunu hükûmetine tekrar bildiriyor ve şunları ekliyordu:  "Kabinesinden günde iki defa telefon ederek benden bilgi istedi ve kendisini bu konuda düzenli olarak haberdar etmem için ricada bulundu. Lloyd George, Yunan başarısından bir az sonra Britanya Parlamentosu önünde Yunanistan'ın, Kemal'e karşı kazandığı başarıdan söz ederek bunun Sevr Antlaşması ile yetinemeyeceğini ve kendisine daha geniş çıkarlar verilmesini öneriyordu."


İtilaf hükûmetlerinin Atatürk ve arkadaşlarına suikast tertibi


1 Kasım 1920 tarihli istihbarat raporu:


İngilizlerin Mustafa Kemal ve İsmet Paşalara suikast timi


28 Şubat 1921 tarihli belge. İngilizler Atatürk'ü ve İsmet Paşa'yı öldürmek için maaşlı bir suikast timi kurup Anadolu'ya göndermişler. Tetikçilere 150, İstanbul'daki ailelerine 10 000 lira verilmiş. Kürt Zeki diye birisi de ayrıca gönderilmiş.


İngilizlerin yeni bir suikast planı


3 Nisan 1921 tarihli belgeye göre İngilizler Atatürk'ü öldürmek için bir plan daha yapmışlar. Erzincan'dan İstanbul'a gelen bir İngiliz general, Damat Ferit, Kürt Tealici Necmeddin Hüseyin ve Said Molla ile görüşmüş ve pazarlık başlamış. Atatürk'e atılacak her bir kurşunun fiyatı 20 bin lira olarak belirlenmiş.

,

İngilizler suikast timine para göndermiş

31 Mayıs 1921 tarihli belge. Atatürk’ten kurtulmak için işi sıkı tutan İngilizler Mevlüt Efendi adlı birisiyle, daha önce Anadolu'ya gönderdikleri maaşlı suikast timine para ve talimat göndermişler.


İngilizlerin suikastçisi İstanbul'daki maaşlı ajanı Polis Müdürü Tahsin


İngilizlerden Atatürk'e suikast girişimi istihbaratı: İstanbul'daki maaşlı İngiliz ajanı işbirlikçi polis müdürü Tahsin, hoca ve subay kılığındaki suikastçıları Anadolu'ya göndermiş.

Not: Suikast tertipleriyle ilgili belgeler Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) İstiklal Harbi (1919 


Atatürk ve İngilizlerin Kafkas Seddi


İngilizlerin Ermenistan Gürcistan Azerbaycan üzerinde oluşturdukları Kafkas Seddi


1918 sonunda Güney Kafkasya İngiliz Ordusunun işgali altındaydı. Batum-Tiflis-Bakü hattı üzerindeki İngiliz hakimiyeti Kafkas Seddi olarak adlandırılmıştı.


İngiliz Hükümeti General K.M. Davie’yi Erivan, Kars Vilayeti, Nahçıvan Bölgesi ve Borçalı’ya vali tayin etti. İngiliz subayları bu bölgelerde ve Bakü’de hoşlarına gitmeyenleri, hiç bir neden olmadan  istedikleri sürede hapiste tutuyor, Enzeli’ye sürgün ediyorlardı. İngilizlerden müsamaha ve destek gören Gürcüler ve özellikle Ermeniler Doğu Anadolu ve Azerbaycan’daki Türk şehir ve köylerine saldırıyor, topraklarını ele geçiriyorlardı.


Anadolu ile Rusya ve Türk Dünyasını ayıran bu set sayesinde İngilizler Bakü petrolünü, Batum’a oradan da İngiltere’ye taşıyorlardı. Sevr Antlaşması ve ABD Başkanı Wilson ilkelerine göre kurulmasına karar verilen Ermenistan ve Kürdistan oluşumlarıyla set güneye doğru Orta Doğu ve İran petrollerine uzatılacaktı.


İngiliz politikası, doğuda bağımsız bir Kürdistan ve Ermenistan devleti kurulmasını amaçlıyordu. Bu sayede hem bolşevikler ile aralarında bir tampon bölge oluşturmayı, hem de mütareke şartlarını kabul etmeyen milliyetçi güçleri meşgul etmeyi ve durdurmayı hedefliyordu. İngilizler, tarihte yaşanmış olaylar nedeniyle Ermeniler ile Kürtleri bir araya getirebilmenin zorluğunun farkına vardılar. Zira bazı Kürtler, Ermeni egemenliğine razı olmaktansa Türkleri tercih edeceklerdi. 23 Eylül 1920’de İngiliz dışişleri tercümanı Ryan raporunda, Kürtleri Türklere karşı kullanmanın çıkarabileceği ters sonuçları rapor etti.


Bu arada Sovyetler Birliğinin İngilizlerin işgalindeki Bakü petrollerine mutlaka ihtiyaçları vardı. Denikin komutasındaki Beyaz Rus ordusunu mağlup eden Kızıl Ordu Nisan 1920’de  Azerbaycan sınırına yaklaşmaktaydı. Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’de tam bağımsızlık şartıyla Sovyet hakimiyeti tarafından yönetilmeyi kabul ederek Kızıl Ordu’yu Azerbaycan’a davet etti. İngiliz Ordusu, Kızılordu Azerbaycan girmeden önce, Azerbaycan’ı terketti.


Öbür tarafta Kazım (Karabekir) Paşa, 28 Eylül 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Doğu Harekâtına başladı. Sarıkamış, Kars, Iğdır, Nahçıvan, Gümrü’yü ele geçirdi. Ermeniler  yenilgiyi kabul ettiler. Ermenistan ile  4 Aralık 1920 de, Gümrü Antlaşması imzalandı. Gürcistan ve Ermenistan daha sonra Sovyetler Birliğine katıldılar. Böylece İngilizler Güney Kafkasya’yı ve Bakü petrollerini kaybederek büyük darbe almış oldular. Ayrıca Türkiye’ye Buhara, Hindistan ve Azerbaycan’dan Sovyetler aracılığıyla gelecek yardım yolları da açılmıştı. Doğu Ordusu işini bitirince Büyük Taarruz için Batı Cephesine taşındı. Bunlar çok önemliydi. Kafkas Seddi yıkılmasa, Türkiye’nin Doğu sınırı güvenceye kavuşmasaydı Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması mümkün olmayacaktı. Daha geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


.

NY Times 6 Haz. 1921 büyük

Kemal İngilizlere gülüyor

6 Ocak 1921 tarihli New York Times gazetesinde Kemal İngilizlere gülüyor başlıklı bir haberde Türk milliyetçilerinin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın İngiliz Başbakanı nezdinde İngiltere Hükümetine milliyetçilere “yardım ettikleri” için teşekkür ettiğine ilişkin David Lloyd George’a ironik bir mesaj gönderdiği yazılı. Haberin devamında Mustafa Kemal’in, İngiltere’nin Ermenilere göndermiş olduğu 40 000 tüfek ve önemli miktarda savaş malzemesinin, imzalanan barış antlaşmasıyla Milliyetçilere teslim edildiğine işaret ettiği, Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’e hizmetleri karşılığında Türk Ordusu Mareşali ünvanı verdiği  belirtiliyor. 


Mustafa Kemal'in parayla olan ilişkisi


İstanbul'da İngiliz Askeri Karargahı, Mustafa Kemal'le ilgili olarak İngiltere Savaş Bakanlığı'na 29 Ocak 1921'de gönderdiği rapor:
“(Atatürk) Gelibolu'da Liman von Sanders'in buyruklarına kasten itaat etmemişti. Bunun sonucu olarak Enver Paşa'yla arası açılmış ve görevinden istifa etmişti…
Onun, Enver ve Alman komutanla çekişmeleri, şimdiki Padişahı (o sırada Prens Vahdettin), Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl'ın taç giyme törenine katılmak üzere Viyana'ya seyahat ederken Mustafa Kemal'i de yaveri olarak yanına almaya inandırmıştı. Vahdettin'in amacı, Kemal'i, Enver'le İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında denge kurmada kullanmaktı… Mustafa Kemal bugün belki de varlıklı (zengin) olmakla birlikte; onun dürüst olmayan davranışlarda bulunmuş olduğunu sanmaya neden yoktur. İttihatçı önderler arasında hiçbir zaman kendi adına para geçirmemiş tek kişidir.
Akıcı bir konuşma üslubuna sahip, becerikli bir politikacıdır…
Dolayısıyla, bir yandan Kızıllar (Ruslar) tarafından ona kur yapılırken; öteki yandan Avrupa'ya meydan okuyan kendi ülkesinin ümitsiz yazgısının önderliğini yapabilecek yetenektedir.


Londra Konferansı


İtilaf Devletleri, İstanbul, Ankara ve Atina’dan gönderilecek delegelerle 21 Şubat 1921’de Londra’da Lloyd George'un başkanlığında toplanılmasını kararlaştırdılar. Bu konferansta Sevres Antlaşması gözden geçirilecekti. Mustafa Kemal, hükûmetinin fiilen tanınması demek olan bu konferansa Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in başkanlığında bulunan bir heyetle katılınmasına karar verdi. İstanbul Hükûmeti’nin delegeleri de toplantıya ayrıca katıldılar.


Mustafa Kemal “İngiltere’nin iyi niyetinden emin değilim; bize oyun etmek istiyor. İngilizler sırf Rusları kendileriyle bir ittifak imzalamaya zorlamak amacıyla bizi Londra’ya çağırmış bulunuyorlar” diyordu.


Konferansa başkanlık eden Lloyd George, açılış konuşmasında şöyle dedi: “Anadolu’da Sevr Antlaşması’na karşı Mustafa Kemal komutasında hatırı sayılır bir askeri güç savaşmaktadır. Bu nedenle o bölgede sağlam bir barış kurmak için bu antlaşmanın yeniden gözden geçirilmesi zorunluluğu doğmuştur.”


Sadrazam Tevfik Paşa konferansta sözü Ankara’nın temsilcilerine bıraktı. İstanbul hükûmeti böylece Ankara’yı resmen tanımış ve Türkiye hakkında söz sahibi olmadığını açıklamış oldu. Lloyd George dışında İngilizler, İstanbul Hükûmeti ve padişah ile yapacakları bir işlerinin kalmadığını anladılar.


İtilaf Devletleri, Bekir Sami'ye Sevres Antlaşmasında birtakım değişiklikler yapmayı  önerdiler. Türklere, Boğazlar, İstanbul ve Kürdistan konularında bazı ödünler vereceklerdi. Ermenistan konusu da, bir Milletler Cemiyeti Komisyonunca incelenecekti.  İzmir'de bir çeşit özerk bir Rum yönetimi olacaktı. Bekir Sami Bey bunlara karar vermeye yetkisi olmadığını hükûmetine danışacağını bildirdi.


Konferansın son günlerinde Lloyd George Ankara'yı tehdit ederek, Yunanlıların saldırıya geçmeye hazırlandıklarını, Yunanlıların kazanacağı askeri bir zaferi engellemenin doğru olmayacağını, isterlerse saldırıya geçmekte serbest olduklarını açıkladı.  Lord Curzon, "Başbakan­ eskiden ne kadarsa şimdi de o kadar Venizelosçu ve Yunan dostu­, Hükümet Başkanı olmanın verdiği büyük avantajları bu uğurda kullanmaktadır." diyordu. Lloyd George'un Savaş Bakanı ve rakibi Churchill de, George'a gönderdiği bir muhtırada Türkiye ile barış için ısrar ediyordu: "Savaşın yeniden başlaması ihtimali beni çok kuşkulandırıyor. Varsayalım ki, Yunanlılar milliyetçi Türkleri şimdiki cephe­ üzerinde yenilgiye uğratıp daha içerilere sokuldular. Ne kadar faz­la toprak işgal eder ve orada ne kadar fazla kalırlarsa, bu onlara o kadar pahalıya mal olacaktır...Bu koşullar içerisinde Yunanlıların yeniden saldırıya geçmelerine­ izin vermek, büyük bir sorumluluk olacaktır, sanırım" diyordu. Ancak Lloyd George, bu türlü uyarılara kulak verecek halde değildi. Lloyd George'un bir kabine toplantısında söylediğine göre; Türkler, Yunan cep­hesine 'büyük bir yığınak' yapmışlardı! Yasal savunma durumunda olan Yunanlıları bu yığınağa saldırmaktan kimse alıkoyamazdı.


Lloyd George'dan yüz bulan Yunanlılar 3 Mart 1921'de Bursa ve Uşak'tan saldırıya geçtiler. Lloyd George'un Türkiye karşıtı, Yunan hayranı politikalarına karşı olan İmparatorluk Genel Kurmay Başkanı Sir Henry Wil­son: "Harbiye Nezaretinin elinde, 'Türklerin bu demiryolu boyunca yığınak yapmış olduklarına dair hiçbir bilgi yoktur. Dolayısıyla, bu saldırı hiç­bir kışkırtmaya dayanmayan, büsbütün haksız bir saldırıdır. Bunu George da bilir. Bütün hikaye bir dalavereden, iğrenç bir dalavereden­ başka bir şey değildir. Çünkü Yunanlılar, Türkler şu anda daha on beş gün önce Londra'da kendilerine bildirilen koşulları görüşmekteyken, George'un tam bilgisi altında, onlara hücum etmişlerdir." diyordu.


İtilâf Devletleri, 13 Mayıs 1921'de Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsızlıklarını açıklayarak İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının etrafında bulunan araziyi tarafsız bölge olarak ilan ettiler.


İngilizlere darbe - Moskova ve Kars Antlaşmaları


Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ve Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova  Antlaşması, Gümrü Antlaşmasından sonra Ankara Hükûmeti tarafından uluslararası alanda imzalanmış ikinci antlaşma oldu. Antlaşma ile Türkiye adı dünyada resmî kayda geçmiş oldu. 1921 Ekim ayında  Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ve Rusya, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri arasında imzalanan Kars Antlaşması'yla Türkiye'nin doğu bölgesindeki sınırları  belirlendi. Doğu Cephesi birlikleri bu sayede Batı Cephesine gönderildi. Atatürk'ün daha önce İtilaf Devletleri üyesi olan Ruslarla ilişkilerinin bu kadar olumlu düzeyde olması, siyasal yeteneğinin bir başka göstergesiydi.


İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği’nin Londra’ya gönderdiği 1921 Yıllık Raporundan: "…Her iki antlaşmanın diğer ortak sonucu da Ermenilerin umutlarını suya düşürmüş olmalarıydı. Ankara Hükûmeti, Ermenilerin Anadolu’da olası bir “Ermeni devleti” kurma çalışmalarına karşı çıkarken Bağımsız Erivan Cumhuriyeti’ne her zaman büyük bir itibar göstermekteydi. Fransızlarla yapılan anlaşma Kilikya’da bir Ermeni devleti kurulmasını imkansız hale getirmişti. Kars Antlaşması ile Türkler kuzey doğudaki toprakları üzerinde tam egemenliklerini kabul ettirmekle kalmamış, aynı zamanda Erivan Cumhuriyeti’ni de etkisiz kılmışlardı. Görünüşe bakılırsa Ermeniler konferans öncesinde Brest-Litovsk Antlaşması’nda Rusya tarafından terk edilen, Kars dâhil, toprakların alınmasında Rusların desteğini beklemişlerdi. Ruslar bunun için uğraşmamış üstelik Sarıkamış ormanları ve Oltu bakır madenleri gibi Ermenilerin son çare olarak alacaklarına inandırıldıkları belli bazı ekonomik ayrıcalıkları da Ermenistan adına elde etmeyi başaramamışlardı. Kars Antlaşmasının ilk etkisi Ermeni Cumhuriyetini büyük bir çaresizlik içinde bırakmış olmaktı.”


İngilizlere bir diğer darbe, Ankara - İtalya ilişkileri


Mondros sonrasında İngilizler, İzmir ve çevresini verilmiş sözlere rağmen İtalyanlara bırakma taraftarı değillerdi. 7-10 Mayıs 1919'da İngiltere ve Yunanistan arasındaki İzmir’e yapılacak çıkarmanın ayrıntılarının görüşüldüğü gizli görüşmelere İtalyanlar davet edilmediler. ABD, İngiltere, ve Fransa’dan oluşan “Üçler Konseyi” İzmir’in işgaline karar verdi. 15 Mayıs 1919'da Yunan askerinin İtalya'ya vadedilmiş olan İzmir'e çıkması İtalyanlarda  hayal kırıklığı yarattı. Bu olay, İtalyanların Milli Mücadeleye gittikçe sempati duymalarına, Ankara Hükûmeti’ne top, uçak dahil silah ve cephane yanında diğer malzemeleri satmalarına neden oldu. 


Silahlar için gerekli para Antalya’daki İtalyan Bankası’na yatırılıyordu. Trieste ve Ancona gibi İtalyan limanlarından gemilerle Anadolu’ya sevk edilen malzeme, Karadeniz sahillerinden, Mersin ve Antalya’dan Ankara Hükûmeti’ne teslim ediliyorduBunların dışında, İtalyanların işgali altında olan  Rodos adasından da Ankara Hükûmeti’ne silah ve malzeme  gönderilmesi sağlandı.


Ayrıca İtalyanlar savaştan çekilirken Ankara hükûmetine 20 Spot 13 tipi uçak, 20 bin tüfek, 4 310 000 adet tüfek fişeği de para karşılığı bıraktılar.


Mustafa Kemal’in İstanbul'dayken İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Sforza ile görüşmesinin de bunlarda yararı olmuştu.


Rumbold'un Mustafa Kemal hakkındaki görüşleri 


İlerde Lozan görüşmelerine de katılacak olan İstanbul Yüksek Komiseri Horace George Montagu Rumbold, İngiliz Dışişleri Bakanı George Curzon'a 27 Nisan 1921'de gönderdiği “Türkiye Yıllık Raporu”nda, Mustafa Kemal hakkında doğru-yanlış şu tespitleri yapmıştı:
“Orta halli bir ailenin çocuğu olarak 1981'de Selanik'te dünyaya gelen Mustafa Kemal, ilk askeri eğitimini Selanik ve Manastır idadilerinde almıştır. Çalışkanlığı ile akranları arasından sıyrılmayı başarmış ve listenin ilk sırasında olmak üzere İstanbul Askeri İdadisi'ne geçmiştir. Arkadaşları arasında pek popüler olmayan Mustafa Kemal'in kibirli biri olduğu söylenebilir. Kurmay subaylığa hak kazanmasından sonra 1907'de Selanik'e atanmış ve aynı yıl içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girmek suretiyle farmasonlar (?) arasına katılmış ve İttihatçı fikirlerin en ateşli savunucularından biri olmuştur. Bir asker olarak iyi teşkilatçılığıyla ön plana çıkmaktadır. 1913'te askeri ataşe olarak Sofya'ya atanmıştır. Bugün dahi devam eden eğlenceye ve içkiye olan ilgisinin bugünlere dayandığı dile getirilmektedir. Savaş sırasında üst düzeyde cesaret göstermiş ve bir gözünü yitirmiş olduğu söylenmektedir.
Enver Paşa ve Almanlar ile olan ilişkileri oldukça kötüdür. Viyana'da İmparator Charles'ın taç giyme töreninde mevcut padişaha eşlik ettiği bilinmekte ve o dönemlerde veliahtın (Vahdettin) kendisinden Enver Paşa'ya karşı bir denge unsuru olarak faydalanmak arzusunda olduğu ifade edilmektedir.
1919'un ilk dönemlerinde ortaya çıkan Milli Mücadele hareketinin bir anlamda tohumlarının atıldığı İstanbul'daki askeri çevrelerin örgütlenmesinde oldukça tesirli olmuştur. Bu hareket ile olan ilişkisi 1919 Mayıs'ında Anadolu'nun kuzeyinde özel olarak kurulmuş ordu müfettişliğine Ferit Paşa tarafından gönderilmesinin hemen ardından başlamıştır. O zamandan bu yana, adı geçen hareketin en önde gelen lideri konumundadır. Ayrıca bu hareket içerisindeki şahsi ağırlığı da oldukça fazladır. İdari ve siyasi yeteneklerinin ve kararlılığının hiç de azımsanmayacak ölçüde olması nedeniyle mevcut konumunu muhafaza etmesini bilmiştir. Muhtemelen kendisinin hazırladığı konuşmaları, kitleleri ve her türlü durumu başarıya yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu açıkça yansıtmaktadır. Fevkalade gösterişli ve otoriter bir görünüme sahip olmakla birlikte, kendisini aşırı vatanseverlik ve dürüstlükten yoksun biri olmakla suçlamak için ortada bir sebep görünmemektedir.”


Not: Atatürk'ün Selanik'te masonların toplantılarına katıldığı bir anlamda doğrudur. Bu toplantılar aslında mason localarında gerçekleştirilen İttihatçıların toplantılarıydı. Zira II. Abdülhamid döneminde İttihatçılar baskı altındaydı ama Masonlar değildi. Bu konuda geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.


İngilizler Türkleri daha yakından tanımaya başlıyor


Gladstone (1809 – 1898): Osmanlı'ya Türk, Osmanlı Hükûmetine 'Türk Hükûmeti' diyen İngiltere eski Başbakanı. Şu düşünceleriyle tanınır; Türkler dünyadan tasfiye edilmelidir.  Türkler, insanlığın dev bir insanlık dışı örneğidir. Türk hükûmeti hiçbir hükûmetin işlemediği kadar günah işlemiş, hiçbir hükûmet onun kadar günahkârlığa saplanmamış, hiçbiri onun kadar değişime kapalı olmamıştır. Türk'le konuşulmaz. Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz... gibi. Bu düşünceleri birçok İngiliz devlet adamlarına ve görevlilerine ilham kaynağı olacaktı.


İstanbul'un işgalinden beri, kentteki İngiliz makamları iki ayrı gruba bölünmek eğilimindelerdi. Bir taraf Türkleri, öbür taraf Yunanlıları destekliyorlardı. Genel olarak diplomatlar, Yunan taraflısıydılar. Bunlar Helenizm idealleri ve Gladstone'un düşünceleriyle aşılanmışlardı.  Türkiye ve Türkler üzerinde bütün bildikleri İstanbul'un dar çerçevesinde gördüklerinden ibaretti; asıl ülke üzerinde hiçbir bilgileri yoktu.


Askerler ise göreceli olarak ve çoğunlukla Türkleri tutar, Türk 'Coni'sinin savaştaki kahramanlığını beğenir ve görevleri sırasında daha yakından tanımak fırsatını Türk askerlerini bir 'centilmen' olarak görürlerdi. Bundan baş­ka Mustafa Kemal'le ordularının stratejik bakımından değerlerini daha iyi anlayabiliyorlardı. Türk direnmesinin gittikçe daha gözle görülür bir hal alması üzerine, iki görüş arasındaki uçurum büsbütün derinleşmeye başlamıştı. İstanbul'daki İngiliz Genel Karargahı ile İngiliz Elçiliği birbiri­ne karşıt düşünüyor ve iki ayrı siyaset izliyorlardı.


Genel Karargah Başkanı Korgeneral Sir Charles Harington aynı zamanda­ Türkiye'deki işgal kuvvetleri komutanıydı. Başarısızlıkla sonuçlanan­ Londra Konferansından sonra İngiliz başkentine çağrıldı ve bir kabine toplantısına katıldı. Bu toplantıda Churchill, Mustafa Kemal'le bir anlaşmaya varılma­sı üzerinde ısrar etmişti, ancak kabine üyeleri her zamanki gi­bi farklı fikirlerde oldukları için bir karara varılamamıştı. İstanbul'daki İngiliz askeri makamları arasında ise, Ankara hükûmetiyle dolaylı­ ilişki kurmak düşüncesi gittikçe taraftar kazanıyordu.


İngilizler Malta sürgünlerinin serbest bırakıyor


8 Mayıs 1921’de, Bekir Sami Bey, Londra’da İngilizlerle, ayrıca Fransız ve İtalyanlarla da Ankara’nın onayını almadan tutuklularla ilgili yetersiz antlaşmalar imzaladı. Bu yüzden Dışişleri Bakanlığından alındı. Ankara, Bekir Sami'nin imzaladığı Antlaşmayı kabul etmedi.

Mustafa Kemal Paşa anlatıyor: "Bekir Sami Bey'in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşme gereğince, elimizde bulunan bütün İngiliz esirlerini geri verecektik. Buna karşılık İngilizler de bize, esirlerimizi geri vereceklerdi. Yalnız Türk esirler arasında, Ermenilere ve İngiliz esirlerine zulüm veya kötü muamele etmiş olduğu iddia edilenler serbest bırakılmayacaktı. Hükûmetimiz, elbette böyle bir sözleşmeyi kabul edip onaylayamazdı. Çünkü böyle bir sözleşmeyi kabul etmek Türk vatandaşlarının, Türkiye içindeki hareketleri üzerinde, yabancı hükûmetin yargı hakkını onaylamak olurdu."


Ankara'nın elindeki İngiliz esirlerinin Malta'daki Türk esirleriyle değiştirilmesi için Londra Konferansında bir ilke anlaşmasına varılmıştı. General­ Harington hem bu değişmeyi hızlandırmak, hem de Ankara'nın siyasi tutumunu­ yoklamak niyetiyle Anadolu'ya bir heyet gönderdi. Bu iş için seçilen iki subaydan biri Türkiye' de birtakım ticari ilişkileri olan­ Binbaşı Douglas Henry, öteki de Binbaşı Stourton idi. İngiliz temsilcileri Haziran 1921 başlarında, İnebolu'ya geldiler ve Refet Paşa tarafından karşılandılar. Mustafa Kemal onları Ankara'ya götürmek için araba hazırlatmıştı. Ancak son fırtınalarda yolların çok bozulmuş olması yüzünden bu yolculuk yapılamadı. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, Refet­ Paşa'ya görüşmeleri yürütmek için yetki verdi ve İngiliz esirleri­ salıvermeye hazır olduğunu da, onun ağzıyla bildirdi. General Harington  adam adama görüşme istiyordu. İngiliz siyasetinin karışıklık içinde bulunduğu bu dönemde buna imkan bulunamadı.


Washington nezdindeki İngiliz Büyükelçisi R.C Craigie’in 13 Temmuz 1921’de Lord Curzon’a gönderdiği mesaj şöyleydi: “Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum. Söz konusu raporlar, Türkler hakkında Majesteleri Hükûmeti’nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek delilleri içerir görünmemektedir”.


Bir süre sonra General Harington, Binbaşı Henry'yi tekrar Anadolu'ya gönderdi. Bu kez Dışişleri Bakanlığının onayını almamıştı. Sir Horace Rumbold, Henry'nin gittiğini hareketinden ancak bir gün sonra öğrendi. Bu yolculuk esirlerinin değiştirilmesi bahanesiyle yapılıyordu. Aslında ise, Henry bir hafta sürece, Refet Paşa ile, iki subay gibi, bambaşka konuları görüştü.  Refet Paşa, Binbaşı Henry'ye Türklerin yepyeni bir millet olduğunu­ İngilizlerin Türklerle görüşmelere başlaması gerektiği düşüncesini aşılamıştı­. Refet Paşa, İngiliz Elçiliğiyle değil, Harington'la görüşmeyi tercih ederdi. Binbaşı Henry, İngiltere'ye cebinde, Harbiye Nazır­lığına verilmek üzere, bu konuşmaları tespit eden bir belgeyle döndü.  Ancak İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığının Mustafa Kemal'in sö­züne güvenilebileceği yolundaki düşüncesini paylaşmadıktan başka, bu gibi diplomasi maceralarını da yermekten geri kalmadı. Askerlerden kesin olarak, politikadan uzak durmaları istendi. Sir Horace Rumbold,­ Binbaşı Henry'nin kulağının büküldüğünü işittiği zaman memnun ol­du. Bu arada Binbaşı Henry'nin görünürdeki görevi olan İngiliz esirlerinin salıverilmesi­ sonuca bağlanmış, değiştirmenin nasıl olacağı üzerinde de anlaşmaya varılm­ıştı.


İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Curzon, kendi deyimiyle "Kemalistlerce" rehin tutulan İngilizlere karşı tüm Malta tutuklularının serbest bırakılmasının kabul etti. Parlamentoda çıkan tartışmalar üzerine: “Bir İngiliz’in bir gemi dolusu Türk’e bedel olduğunu” savunmasını yapmak zorunda kaldı.


İngilizler tüm Malta esirlerini grup grup serbest bırakmaya başladılar. İngiliz rehinelerin ise önce 10'u Antalya, 2'si Trabzon Limanı’ndan olmak üzere 12'si 1921 Temmuz başında serbest bırakıldı. Fakat onlar sonradan misilleme olarak rehin alınanlar değil  I. Dünya Savaşında Türklere esir düşmüş İngiliz askerleriydi. İngiliz yetkililerinin onlardan haberi yoktu. Daha sonra 1 Kasım 1921'de İnebolu'da subay olarak Rawlinson ile Campbell ve üç asker daha değiş tokuş edildiler. Kalan 10 kadar sivil de 2 Kasım'da Zonguldak'da serbest bırakıldılar. Albay Rawlinson, sağlığı hayli bozulmuş olmasına karşın gördüğü muameleden dolayı Türk-İngiliz dostluğuna inancı sarsılmamış olarak ülkesine dönmüştü.


İngilizlerin sürgün politikası, İttihatçıları cezalandırmaktan ziyade, Milli Mücadeleyi söndürmek amacını güdüyordu. Ancak bu, beklenen sonucu vermedi; aksine, bu politika Milli Mücadelenin meşruiyetini ortaya koydu, askeri ve siyasi başarılarıyla birlikte BMM'nin Ankara'da açılmasını kolaylaştırdı; Malta'ya sürülmekten kurtulabilen birçok Türk aydının Milli Mücadeleye katılmalarını teşvik etti ve sağladı.


İngilizlerin Kurtuluş Savaşı'nın kaderini belirleyen politikaları

* Kibirlerinin kurbanı olup Türkleri ve Mustafa Kemal'i küçümsediler.
* Mondros'tan sonra ortada sadece ateşkes antlaşması olduğu halde, ne istersek onu yaparız, Osmanlı yenilmiştir, biz ne istersek onu yapmak zorunda zihniyetiyle hareket ettiler,
* 10 Nisan 1919'da Boğazlıyan eski kaymakamı Kemal Beyi tehcir davasından idam edip halkın tepkisini aldılar,
* 21 Nisan 1919'da Damat Ferit hükûmetine verdikleri ültimatom sonucunda Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya gidişinin farkında olmadan önünü açtılar,
* 15 Mayıs 1919'da Yunan askerini İzmir'e çıkartıp Anadolu'yu ayağa kaldırdılar. İtalyan'ların çıkarları nedeniyle İzmir’in Yunanistan’a verilmesiyle yaşadıkları hayal kırıklığı sonucu Milli Mücadeleye gittikçe sempati duymalarına, Ankara Hükümeti’ne silah ve cephane yanında diğer malzemeleri satmalarına neden oldular,
* 16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in Samsun'a gönderilmesinin İngiltere açısından tehlikesini farkeden istihbaratçıların raporlarını abartılı buldular,
* 16 Mart 1920'de İstanbul Meclis-i Mebusan'ını basıp, Mustafa Kemal'e Ankara'da yeni meclis açma fırsat ve bahanesini verdiler,
* Mart 1919'dan Kasım 1920'ye kadar tutukladıklarının, Malta'ya sürdüklerinin daha sonra Milli Mücadeleye katılmalarına destek olmalarına neden oldular,
* 144 Malta sürgününün, Mustafa Kemal'in karşılık olarak rehin aldırdığı üç İngiliz subayla mübadelesi için Mustafa Kemal'in ültimatomunu kabul ederek Atatürk'e ve Ankara Hükûmetine prestij ve resmilik kazandırdılar,
* Sevr ile Osmanlı'nın işini bitirdiler, halkın istekli olmayanları bile tek alternatif kalan Ankara'ya destek oldular.


Aynı zihniyetle İtilaf Devletlerinin 28 Haziran 1919'da Versay Barış Antlaşmasıyla Almanlara ağır şartlar, yükümlülükler dayatmasına tepki olarak ileriki yıllarda Hitler ve Nazizm doğacak ve sonuçta 65 milyon insan ölecek, başta Avrupa olmak üzere dünyada kan gövdeyi götürecektir.


Raporlardan görülüyor ki, İngiltere; İstanbul’u işgal edersek Osmanlı hükûmetini bizim istediğimiz koşullarda barışa zorlayabiliriz diye düşünmüştü. Ama ummadıkları ve hesaba katmadıkları, Anadolu’da İngilizlerin ulaşamayacağı bir yerde yeni bir parlamentonun açılması ve bütün direnişin dünya tarihinde çok ender görülen bir şekilde bu parlamentoyla yürütülmesiydi. Bütün komutanların bir yandan cephede savaşmaları, bir yandan parlamentoya gelip hesap vermeleri görülmüş bir şey değildi.


İstiklal Savaşı’nın sonuna kadar geçen süre içerisinde İngilizler Ankara hükûmeti ile hem resmi hem de gayrıresmi temaslar kurarak uzlaşma arayışına girdiler, ancak Büyük Britanya İmparatorluğunun tepede kalan, aşağılara pek inmeyen bir uzlaşma anlayışı vardı.  İngilizlerin her açıdan yanlış siyaseti Fransa, İtalya ve Sovyet Hükûmetlerinin gözünü açtı, bu da Mustafa Kemal'in elini oldukça rahatlattı.


Son olarak Fethi (Okyar) Bey’in 25 Ağustos 1922’de yaptığı ziyarette Londra’nın uzlaşmaya yakın olmadığını bildirmesi üzerine Büyük Taarruz başlatıldı.


Sonuçta bütün bu süreçte İngiltere ile Ankara hükûmeti arasındaki ilişkiler hiçbir zaman sıcak olmadı. Tam tersine İstanbul hükûmeti ile çok sıcak oldu. Ama o da ast-üst düzeyindeydi.


BÖLÜM 4 - SAKARYA SAVAŞI VE BÜYÜK TAARRUZ


İngilizlerin Kara Cumbosu


İstanbul'daki rahatlık olmadığı için, İngiliz İstihbaratının bağlantıları, Ankara'dan kritik haberleri alamıyordu. Mustafa Sagir'in yakalanıp 24 Mayıs 1921'de idam edilmesi planlarını ve morallerini iyice bozmuştu. Örneğin: İstanbul'daki İngiliz İstihbarat biriminin (muhtemelen MI2 istasyonu) Londra'daki Savaş Bakanlığı'na gönderdiği, onların da hükûmete sunduğu 5 Ağustos 1921 tarihli, aşağıdaki ÇOK GİZLİ rapor;

Eskişehir Kütahya Savaşı İngiliz istihbarat raporu


Bu raporun sadece Kütahya - Eskişehir Muharebeleri'nin nasıl cereyan ettiği kısmı doğru. Türk Ordusu'na ilişkin bilgiler tamamen yanlış. 3 piyade ve 1 süvari tümeni geride ihtiyatta olmak üzere toplam 19 piyade ve 4 süvari tümeniyle savaştığı bildirilmiş. Oysa Türk Ordusu Kütahya - Eskişehir'de toplam 13 piyade ve 4 süvari tümeniyle savaştı. Buna ek olarak bir süvari tugayı da vardı ve tüm süvari kıtaları muharebeye katıldı, süvari ihtiyatı yoktu. Türk Karargah'ında bulunan bir casus 6 tümenlik (25.000 asker) hata yapamaz!

Cephede Yunan ve İngiliz subayları işbirliği


Raporda "Denizli Çivril bölgesinde Türklerin 1 süvari ve 1 piyade tümeninden oluşan 10. Grubu" ifadesi de kritik bir hata. Burada yalnızca 6. Tümen var ve Türk Ordu kuruluşunda "10. Grup" diye bir grup yok. Karargaha sızabilen bir casusun tüm ordu kuruluşunu kusursuz bilmesi gerekir.


Bu da gösteriyor ki raporda "istihbarat" olarak Londra'ya gönderilenler, Yunanların karargahlarındaki İngiliz subaylarla paylaştıkları bilgiler. Zaten raporda da açıkça "Yunan karargahındaki iletişim subayımız", "askeri temsilcimiz" gibi ifadeler yer alıyor.


Yine raporda bol bol "Yunanların ele geçirdiği Türk askeri belgeleri" ifadesi geçiyor. Bu kadar çok kritik yanlışı görünce, aslında Türk Karargahı'nın Yunanlılara sağlam dezenformasyon yaptığını düşünmek de mümkün. Bu belgeler kasten yakalatılmış olabilir.


Yunan ikmal yolları, menzilleri raporda en ince ayrıntısına kadar verilirken Türk Ordusu'nun ikmal ve lojistik bilgileri yalnızca Yunanların bildiği kadarıyla var. Karargahta bulunan bir İngiliz casusunun bu kritik bilgilere sahip olmaması mümkün mü?


Bununla birlikte, yalnızca Türk Ordusu'nun en tepedeki 3 isminin bildiği bir gizli harekatı Yunanların anında öğrenmesi, İngilizlerin Almanlara karşı 1. Dünya Savaşı boyunca kullandığı şifre çözme cihazını Anadolu'da da kullandıklarını düşündürüyor. Tabii o da 22 Temmuz 1921'e kadar. Sonrası yok! (Dr. Selim Erdoğan - Sakarya Meydan Muharebesi Araştırmaları 28 Mayıs 2020)


İstihbaratlar Meclis gizli görüşmelerinden bile gidiyordu. Kara Cumbo Meclis içinde de vardı. Bakanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanlığı ve Büyük Millet Meclisi (BMM) gizli oturumlarında alınan en önemli, en gizli kararları günü gününe İngiliz yönetimine duyuruyordu. Bunları yaparken ajanlardan, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele muhaliflerinden, padişah ve İngiliz yandaşlarından, çıkar düşkünlerinden, şarlatan politikacı ve yetkililerden, basın mensuplarından da yararlanılıyordu.


İngiliz istihbaratı, bu bilgileri iki sınıfa ayırıyordu: A sınıfı oldukça gizli ve mevsuk (belgeye dayanan, güvenilir) bilgileri kapsıyordu. Bu denli bilgiler, önceden denenmiş, yararlı oldukları saptanmış, gerçekten güvenilir ve yetenekli istihbarat ajanlarınca sağlanıyordu. A2 sınıfındaki bilgiler ise, henüz doğrulanmamış, kimi güvenilmeyen, deneysiz, yeteneksiz ve kuşkulu kaynaklarca sağlanan olasılıklı bilgilerdi.


Padişah desteğinde Milli Mücadeleye darbe planı

13 Temmuz’da saldırıya geçen Yunan ordusu Afyon Karahisar’ı, Kütahya ve Eskişehir'i işgal etmişti. Yunan başarıları, İstanbul’da, Kuvay-ı Milliyecilere karşıt olan çevrelerde bir akım başlatmıştı. Bu çevreler, Kemalist orduları yenilirse bir hükümet darbesi yapmayı ve Damat Ferit’i yeniden erke getirmeyi planlıyorlardı. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiser vekili Frank Rattigan, 21 Temmuz’da Lord Curzon’a şu gizli telgrafı göndermişti: ‘Oldukça gizli ama güvenilir bir kaynaktan öğrenmiş olduğuma göre, Kemalist güçleri yenilgiye uğratılırsa, burada (İstanbul’da) bir hükümet darbesi yapılacaktır. Görünürde bu plana göre, erkteki kabinenin Kemalist yanlısı tüm üyeleri, aralarında Sadrazam ve Dışişleri Bakanı (Tevfik ve İzzet Paşalar) olmak üzere tutuklanacak ve Damat Ferit’in Sadrazamlığı altında yeni bir kabine kurulacaktır. Padişahın da bu planı desteklediği bildirilmektedir. Böylelikle, Kemalistlerin saygınlığı kırılınca, Bağlaşık (İtilaf) yanlısı bir yönetim, buradaki ve Anadolu’daki ılımlıları pekiştirerek Bağlaşık Devletler’le adil bir uzlaşma pazarlığına girişecektir’. (İDA - İngiliz Devlet Arşivi, FQ - Foreign Office - İngiltere Dışişleri Bakanlığı.  İngiliz Devlet Arşivi’ndeki siyasi belgeler FO 371/6473/E 8433: Rattigan’dan Curzon’a gizli telgraf, 21.7.11921; Foreign Office FO 371/ 6527/E 9622: İngiliz Gizli İstihbarat Raporu, 4.8.1921)


Yine Rattigan, Curzon’a 26  Temmuz’da gönderdiği gizli telgrafta şöyle diyordu: ‘Babialinin resmi bir yetkilisi dün Mr. Matthews’a telefon ederek, Kazım Karabekir’in Padişaha bağlılık ve sadakat telgrafı göndermiş olduğunu bildirmiştir. Karabekir’in aşırı eğilimlilere karşı olduğu gözönünde tutulursa, bu haber oldukça önemlidir’. (İDA - İngiliz Devlet Arşivi, FQ - Foreign Office - İngiltere Dışişleri Bakanlığı.  İngiliz Devlet Arşivi’ndeki siyasi belgeler, FO 371/6473/E 8613: Rattigan’dan Curzon’a gizli telgraf, İstanbul, 26.7.1921.)


İstanbul’daki Yunan Yüksek Komiseri, Anadolu’da Mustafa Kemal’e karşı isyan çıkacağına inanıyordu. İngiliz Yüksek Komiser vekili Frank Rattigan, bu isyanın, Bolşevik-Enver grubu tarafından başlatılarak, savaşın sonuna kadar sürdürülmesi amacının güdülmesinden kaygılanıyordu. Rattigan, Yunanlılara aşırı davranmamalarını ve Ankara’daki ‘ılımlıların’ işbasına geçerek barışı imzalamalarını kolaylaştırmalarını önermiş; aksi durumda, tüm Türk halkının kendilerine karşı birleşerek direnişi belirsiz bir süre sürdürmeleri ve bunun sonucu olarak her iki yanın felakete uğraması olasılığına değinmişti. (İDA - İngiliz Devlet Arşivi, FQ - Foreign Office - İngiltere Dışişleri Bakanlığı.  İngiliz Devlet Arşivi’ndeki siyasi belgeler, FO 371/6524/E 8257: Rattigan’dan Curzon’a gizli telgraf, 24.7.1921.)


Bunu takiben, Padişah, 6 Ağustos’ta İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’u özel olarak huzura kabul etmiş; Rumbold, ona, İngiliz Kralının göndermiş olduğu şu mesajı tebliğ etmişti: ‘Padişahın, yakında, kendi komşularıyla barış içinde olan birleşmiş bir Türkiye’yi yönetmesini umut ederim’. Padişah bu mesajdan memnun olmuş; Kralın sağlığını sormuş; hükümdarların birbirlerine karşı doğal bir ilgi gösterdiklerini ve Kralla Bakanlarının Yakın Doğu sorunuyla ilgilendiklerini bildiğini söylemişti. Sözlerini sürdüren Vahdettin, Türkiye’nin o sıradaki ıstıraplarından sorumlu olanların tüm nüfusun yüzde 10’unu oluşturduklarını iddia etmiş ve savaşı durdurmak için İngiltere’nin neden müdahale etmediğini sormuştu. Rumbold, Bağlaşıklar’ın, Küçük Asya’daki savaşı durdurmak ve Yunanlılarla Türk Ulusçular üzerinde baskı kullanmak için ne denli pratik araçları olduğunu göremediğini; Bağlaşıklar’ın savaş ve düzensizlikten bıkıp usanmış olduklarını ve herşeyin üstünde barış dilediklerini vurgulamıştı. Padişah, kendisinin diplomat olmadığını, ama, Bağlaşıklar’ın İzmir’e, Ege’ye ve Karadeniz’e birkaç savaş gemisi göndermelerinin, o sırada çatışma durumunda olan yanların akıllarını başlarına toplamalarına neden olabileceğini öne sürmüş ve “60 milyonluk Alman ulusu Bağlaşıklar’ın buyruklarına uyuyor, ama Yunanistan gibi küçük bir devlet bunlara uymuyor; bu nasıl olur?” diye sormuştu. Rumbold, eski bir düşman olan Almanya’nın silahtan arındırılmış olduğu; ancak savaşın sonlarına doğru Bağlaşık ittifakına katılmış olan Yunanistan’ın çok miktarda silahı olduğu yanıtını vermiş; Padişah, o sıradaki savaşın süresizce sürüp sürmeyeceğini sormuş; sürerse, Anadolu’nun büsbütün yıkılacağını ve tüm ülkenin mahvolacağını belirtmişti. Rumbold, savaşın süresizce devam etmeyeceğini; ancak, müdahale zamanının henüz gelmediğini bildirmişti. Padişah bu sözlerden memnun olmuş ve hükümetinin, Ankara’daki yetkililerle temas kurmak için elinden geleni yaptığını; ama başarı sağlayamadığını; o sırada Fransa ile İtalya’daki Kemalist temsilcileriyle ilişki kurması için Salih Paşa’yı son çare olarak bu ülkelere göndermek üzere olduğunu açıklamıştı. Rumbold’un daha sonra kaydetmiş olduğuna göre, Padişah, tüm görüşme sırasında kendisine dostça ve nezaketle davranmıştı. (İDA - İngiliz Devlet Arşivi, FQ - Foreign Office - İngiltere Dışişleri Bakanlığı.  İngiliz Devlet Arşivi’ndeki siyasi belgeler, FO 371/6526/E 9286: Rumbold’dan Curzon’a yazı, 9.8.1921). 

2 Eylül 1921 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, Padişah, o sırada erkte bulunan kabineye muhalefet ediyor ama herhangi bir değişiklik yapılmasını ve kabineye muhalefetten Bakanlar atanmasını tehlikeli görüyordu, çünkü yakında Ulusçularla Yunanlılar arasında başlayacak olan ‘Ankara savaşında’ Kemalistler yenilgiye uğratılırsa, savaşın öngününde siyasi sahada değişiklik yapılmasına neden olduğu konusunda kamunun kendisini suçlaması olasılığından çekiniyordu. Rapora göre, Padişah, savaşın kesin sonucuna kadar ihtiyatla davranacak ve Kemalistler Yunanlılarca Ankara’nın ötesine sürülürlerse kabinede değişiklik yapılmasından kaçınılamayacaktı. Bu değişikliğin alacağı şekil muhalefetin entrikalarına dayanıyordu ve herhalde ulusal savın Anadolu halkı arasında zayıflamış olmasının da bunda etkisi olacaktı. (İDA, FO 371/6528/E 10122: İngiliz Gizli İstihbarat Raporu, no.347, 2.9.1921.)

Bu sırada, Rumbold’un Curzon’a 7 Eylül’de bildirdiğine göre, İngiliz Yüksek Komiserliği baştercümanı, 4 Eylül’de, Osmanlı siyasetçilerinden, Sadrazam olarak Tevfik Paşa’nın yerini
almaya çalışan ve Damat Ferit kabinesinde İçişleri Bakanlığı yapmış olan Reşit Bey’le görüşmüştü.
Reşit Bey, barışın, yalnız İstanbul’da Padişah ve hükümetince imzalanarak onaylanabileceğini; çok geçmeden Ankara’nın başarısızlığa uğramış olduğunu kabulleneceğini ve çökeceğini iddia etmiş;
Anadolu’nun her yanından seçilecek milletvekillerince oluşturulacak bir meclisten yana olduğunu;
bu gibi bir meclisin Padişahın durumunu güçlendireceğini ve barış görüşmelerinin yeniden
başlamalarına yol açacağını; Padişahın, Kemalist yönetimindeki bölgelerde yaşayan halka bir bildiri yayımlayarak, onları, savaşın korkunç felaketlerinden kurtarmada kendisine (Padişaha) yardımcı olmaya çağırabileceğini; bu denli bir bildirinin Mustafa Kemal’in sonu addedileceğini; ancak bu planın uygulanabilmesi için İngiliz desteğine gereksinim olduğunu vurgulamıştı. Reşit Bey, Rumbold adına Padişahla görüşmeyi önermiş, ama Rumbold buna karşı çıkmıştı. İngiliz Yüksek Komiseri bu bilgiyi Londra’ya iletirken şu yorumda bulunmuştu: Yaklaşık olarak her hafta, iktidarda olmasına inanan kimi yerel politikacı ilgimi çekmeye çalışır. İngiliz Dostları Derneği başkanı Sait Molla, Hürriyet ve İtilaf Partisi başkanı Albay Sadık ve Mustafa Sabri Efendi, çeşitli tarihlerde desteğimi sağlamaya çalışmışlardır; ancak, ben, muhteris önderlerinin açgözlülükten başka birşey peşinde olmayan bu muhalefet gruplarıyla işlem yapmaktan dikkatle sakınırım’. (İDA, FO 371/6474/E 10273: Rumbold’dan Curzon’a yazı, İstanbul, 7.9.1921.)

Sakarya Savaşı sonunda Kemalist ordusu Yunan ordusuna büyük bir darbe indirmiş; 18.000’den çok (Yunan General Metaxasa göre 30 000) savaşçı yitirmiş olan Konstantin’in ordusu Eylül ortalarında geri püskürtülmüştü. Bu yüce utkudan hiç de memnun kalmayanlar arasında Padişah Vahdettin de vardı. Olağan olduğu gibi kuşku ve vesvese içinde yaşayan Padişah, 1 Eylül dolaylarında Bağlaşıklar’a yanaşarak onların arabuluculuğuna başvuru zamanının geldiğini Tevfik Paşa’ya bildirmişti. (İDA, FO 371/6746/E 12085: İngiliz Gizli İstihbarat Raporu, 1.11.1921.)


İngilizlere bir diğer darbe de Fransa'dan


Sakarya zaferinin ardından, 20 Ekim 1921'de  Büyük Millet Meclisi Hükûmeti ile Fransa arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Antlaşma gereğince; taraflar arasındaki savaş durumu sona erdi. Fransa antlaşmada adı geçtiği şekilde Türkiye'yi resmen tanımış oldu. Londra'da Lord Curzon, bu anlaşma karşısında, 'adeta dehşetle karışık bir şaşkınlık' duymuştu. Rumbold İstanbul'dan, Fransızların 'şerefsizce' davranışlarının Müttefiklerin durumunu kökünden sarstığını bildiriyordu. Şimdi milliyetçiler, geçmişte olduğundan daha fazla böbürleneceklerdi. Curzon, Londra'da Yunan Başvekili Gounaris'le üst üste birkaç kez görüştü. İtilâf Devletleri dışişleri bakanlarını, bir araya getirip yeni barış koşullan üzerinde anlaştırmak, sonra Müttefik Yüksek Konseyini İstanbul'da toplayarak, bu koşulları savaşan taraflara bildirmek istedi. Durumu, böylece düzeltmeyi umuyordu. Ancak Fransız Başvekili Briand, Yüksek Konseyin 1922 Ocak ayı başlarında Cannes'da yaptığı bir toplantıdan hemen sonra iktidardan düştü. Yerine gelen Poincaré de böyle bir konferans düşüncesine karşı geldi. O sırada İtalyan hükûmetinin istifası, Poincare'in inatçı tutumunu daha da kuvvetlendirdi. Böylece İtilâf Devletleri hiçbir şey yapmadan vakit geçirirlerken, Anadolu'da kış sürüp gidiyor ve savaş mevsimi yaklaşıyordu.


Sakarya savaşının İngiltere'deki yansımaları


Sakarya Savaşının kazanılması üzerine "parlak stratejisi, büyük taktikleriyle Mustafa Kemal, Yunan taarruzunu ezdi" diye yazan İngiltere'nin Irak'ta bulunan yüksek komiseri Sir Cooks, Türklere dostluk elinin uzatılmasını önermişti. Londra'daki Türk taraftarı bazı milletvekilleri ise İzmir'in, Doğu Trakya'nın ve İstanbul'un Türklere verilmesini istiyorlar ve bunun için de bir dernek kuruyorlardı. Hindistan İşleri bakanı Montegi ise Kemalistlerle doğrudan ilişki kurulması için İngiliz Dışişleri bakanı Lord Curzon'a baskı yapıyordu. İngiliz Genelkurmayının saptamalarına göre, artık insiyatif Türklere geçmişti. Yunanlıların, Mustafa Kemal ile anlaşmaları gerekiyordu. 4 Ocak 1922 tarihli Times Gazetesi ise barışın ilk ve açık şartının Yunan ordusunun Anadolu'dan çekilmesine bağlı olduğunu yazıyordu. Gerçek durum böyle olmasına rağmen, İngiltere Dışişleri Bakanlığı bunların hiçbirini kabul etmiyordu. Dışişlerine göre Sakarya Savaşının galibi henüz belli değildi. Türkler askeri bakımdan güçlü değillerdi, Yunanlıları Anadolu'dan çıkarmaları olanaksızdı. Mustafa Kemal'le görüşmek, İngiltere'nin politikasına uygun değildi. Lord Curzon İngiltere'nin Mustafa Kemal'le ilişki kurmaya çalıştığını, her yönü denediğini fakat olumlu bir sonuca ulaşamadığını belirtiyordu. Curzon aynı zamanda Mustafa Kemal'in kendisiyle görüşmek için her türlü imkana sahip olduğunu da söylüyordu. 1922 yılına girildiğinde, Büyük Millet Meclisi Hükûmetiyle İngiltere arasındaki gerginlik dinmemişti. Zaman zaman resmi olmayan görüşmelerde elde edilen bilgilere göre, İngilizler Misak-ı Milliden taviz verilmesini bekliyorlardı.


Büyük Taarruz öncesi diplomatik girişimler

 

6-13 Ocak 1922 tarihlerinde Cannes'da yapılan konferansa İtilaf Devletleri Yunan Başbakanını da çağırmışlardı. Yunan Başbakanına İzmir'in Yunanlılar tarafından boşaltılmasının, Trakya sınırının 80 mil daha batıya kaydırılmasının uygun olacağını belirtmişlerdi. Konferansa Ankara temsilcisini çağırmamışlardı. Arkasından Doğu Avrupa'yı yeniden inşa edecek olan Genova Konferansına da Büyük Millet Meclisi'nden hiç kimseyi çağırmamışlardı. Bu tutumlar Büyük Millet Meclisi'nde, basında büyük tepkiyle karşılanmıştır. Yunus Nadi Bey, yakın doğuda kan dökülmesinin asıl sonuçlarını böyle konferans düzenleyenler olduğunu belirtiyordu. Bu gelişmeler BMM Hükûmetini rahatsız ediyordu. O günlerde cepheyi gezen İngiliz subayları, Yunan tahkimatını inceleyerek; “Türkler bu tahkimatı altı ayda geçebilirse kendileri ile iftihar edebilirlerdemişlerdi.


Ankara'da 'Ülkede bulunan düşman güçlerini silah zoruyla çıkarmadıkça diplomatik yoldan sorunun çözülmesinin mümkün olmadığı' inancı giderek yerleşiyordu. 'Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlar iltifata mazhar olamaz' deniliyordu.

Yunan Ordusunda İngiliz subaylar


Hariciye vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey  "Misak-ı Milli esasları dâhilinde ulusal haklarımızın korunması ve her mağdur millet için teslim olunan tamiratın, çiğnenen topraklarımız için dahi kabul edilmesi suretiyle onurlu bir barışın yapılabilmesi için" Büyük Millet Meclisi tarafından Londra'ya gönderildi. İstanbul da Osmanlı Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa'yı göndermeye karar verdi.  Yusuf Kemal Bey, Padişah temsilcisi İzzet Paşa ile işbirliği yapmak için Ankara'dan talimat almıştı. İstanbul'a gitti, padişahla görüştü. Padişah Vahdettin, Yusuf Kemal Bey'i Dışişleri Bakanı olarak kabul etmediğini göstermek için gözleri kapalı olarak dinliyordu. Yusuf Kemal bey ve İzzet Paşa İstanbul'dan Londra'ya ayrı ayrı gittiler ve Yusuf Kemal'in ısrarı üzerine Curzon tarafından ayrı ayrı kabul olundular. Bu görüşmelerde ikisi Milli Misak ilkelerine sıkıca bağlı olduklarını bildirmişlerdi. Fakat Curzon'un, Doğu Trakya'nın Edirne ile  birlikte Yunanlılarda kalması için direnişi, onları hayal kırıklığına uğrattı.

Yunan cephesinde İngiliz subaylar


22 Mart 1922’de Paris Konferansında İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları  Türklere ve Yunanlılara mütareke önerisinde bulundular. Yunanlılar mütarekeyi kabul ettiler. Fakat barış koşullan üzerindeki düşüncelerini bildirmekten  kaçındılar. Türk tarafı ise, mütarekeyi Yunanlıların barış tartışmalarını beklemeden hemen çekilmeleri koşuluyla kabul etti. Bu şart Müttefikler tarafından geri çevrildi.


Yusuf Kemal Bey'in görüşmeleri ile ilgili raporu Mustafa Kemal'e Yunanlılara saldırmak için gereken serbestliği sağlamış bulunuyordu. Gazi bu kararı alırken, Milli Misak'ı bütünlüğüyle gerçekleştirmeyecek herhangi bir çözüm yolunu kabul etmenin ölüm demek olduğunu biliyordu. İngilizlere güveni azdı; Lloyd George'a ise hiç yoktu. Artık Yunanlıların Anadolu'yu boşaltmayacakları belli olmuştu.


Atatürk İngilizlere barış yanlısı görünüyor


Mustafa Kemal, Dahiliye Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey’i 1922 Ağustos ayında Londra’ya  gönderdi. Amacı İngilizlere savaş istemediklerini göstererek Yunanlılara karşı yapılacak son ve kesin saldırıyı kamufle etmekti. Atatürk'ün öngördüğü gibi İngiliz yetkililer Ali Fethi Bey’i soğuk karşıladılar ve barış görüşmelerine yanaşmadılar. Daily Express gazetesi Fethi Bey’e gereken ilginin gösterilmeyişini eleştirerek “Halk İngiliz ordularının Yakın Doğu’dan çekilmesini ve barış istiyor” diye yazıyordu. Aynı gazete ikinci gün de Lloyd George’un Yunan yanlısı politikasını eleştirerek İngiliz halkının bu hükûmete güveninin kalmadığını ileri sürüyordu. Ali Fethi Bey Büyük Taarruzdan bir gün önce Ankara’ya gönderdiği telgrafta Lloyd George ve Lord Curzon’un Türkiye’nin parçalanması için çalıştıklarını, diplomatik girişimlerin artık yarar sağlamayacağını ve Yunanlılar kesin yenilgiye uğramadan İngiltere’nin politikasından vazgeçmeyeceğini bildirdi. Büyük Taarruz artık planlandığı gibi başlayabilirdi.


Aman İngilizler duymasın 


Mustafa Kemal Paşa işi her açıdan çok sıkı tutmuştu. Birlikler gündüz ağaçlar altında dinlendirilmiş, geceleri cephenin ana sikletine kaydırılmıştı. Gazi, İngiliz Muhiplerinin (dostlarının) kim olduklarını biliyordu. Taarruz kararı üst komuta ve güvenilirliklerinden emin olunanlar dışına taşınmamıştı. Böylesine hayati bir karar diğer komutanlara da karargahta bildirilecekti. Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde “Kara Cumbo”yu atlatmayı sürdürüyordu. “Çankaya'da çay partisi veriyorum” diye gazetelerde haberler yayımlatıp dikkatleri dağıtarak Ankara'dan ayrılıp Batı Cephesi Karargâhı'na vardı. Akşehir'de futbol maçı izleme bahanesiyle komutanlarla görüştü. Cepheden büyük başarıyla kuş uçurtulmamıştı. Atatürk, Büyük Taarruz'u özellikle hafta sonu tatiline rastlatmıştı. Saldırı başladığında Londra'da herkes hafta sonu tatilindeydi. İngiliz “Kara Cumbo”sunun, dolayısıyla dünyanın Büyük Taarruz'dan haberi olmadı.

İngilizler öylesine derin uykudaydı ki, hala olmayacak hayaller görmeye devam ediyorlardı. Örneğin, Büyük Taarruz'un dördüncü gününde, 29 Ağustos'ta, Atina'daki İngiliz Elçisi Mr. Bentinc, Lord Curzon'a gönderdiği “gizli” telgrafta “İngiliz aslanı sayesinde Kral Constantin'le Kraliçe Sophia'nın Ayasofya Kilisesi'nde kısa zamanda Bizans İmparatoru ve İmparatoriçesi'nin tacını giymelerini” sabırsızlıkla beklediğini belirtiyor ve İstanbul'un Yunanistan'a verilmesini istiyordu.


Bu nedenlerle İngilizler saldırıyı ancak üç gün sonra, 28 Ağustos'ta öğrenebildiler.  (Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 453-456, 462)


Yunanistan ise durumun ciddiyetini ancak 31 Ağustos akşamı fark edebildi. Durum kritikti. Yunan Başkomutanı General Hacıanesti'nin yerine atanan Trikopis ise başkomutanlığa getirildiğini, 2 gün sonra esir alındığında, Atatürk'ten öğrenecekti.

Atatürk Büyük Taarruz cephesinden İzmir'e üniformasıyla geliyor. Yanında Fevzi Çakmak ve Asım Gündüz.


3 Eylül'de sabaha karşı saat 3.45'te İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, İngiltere Savaş Bakanlığı'na çektiği telgrafta şöyle diyordu: “Yunanların Alaşehir'de tutunabileceklerine hâlâ inanıyorum. (…)  ‘King George' gemisi az önce İzmir'e hareket etti. ‘İron Duke' gemisinin de yollanacağını öğrendim. Böylece İngiliz kolonisinin güvenliği sağlanmış oluyor; destroyerler de Mudanya'ya gidiyorlar. İrtibat subayım Binbaşı Johnston'a, Yunanlara cesaret vermesi için tel çektim. (…) Cephe Kumandanı Trikopis'le irtibat yok…” (Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 484,485)
O günlerde Yunanlılar yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa  hepsini yaptılar, katliama kadar. Rumbold, İzmir Konsolosundan aldığı rapora dayanarak, Lord Curzon'a, 'Birbirlerini bile parçalayacaklar' diye yazdı. Bu, insanları tiksindiren bir barbarlık ve canavarlık rekoruydu. Türklere barbar denirdi? Yunanlılar bütün barbarlık ölçülerini aşmışlardı. Türklerin geçtikleri vadinin havası, yanıp kavrulmuş insan ve hayvan leşleriyle, açıktaki ölülerden yükselen kokularla insana öğürtü veriyordu (Lord Kinross - Atatürk, Bir Milletin Yeniden Uyanışı, Shf: 488).


BÖLÜM 5 - MİLLİ MÜCADELENİN SİLAHSIZ EVRESİ


İzmir’deki İngilizler ve Atatürk


Gazi Mustafa Kemal Atatürk 10 Eylül 1922'de İzmir'de


5 Eylül 1922'de İzmir'deki İngiliz Başkonsolosu Lamb, Londra'ya çektiği telgrafta Türk orduların ele geçirdiği yerleri tek tek sayarak “Türk süvarilerinin Salihli'de oldukları sanılıyor” diyordu. Yunanların İzmir'i terk ettiklerini; İzmir'deki Yunan postanesinin ve Yunan Milli Bankası'nın kapandığını, göçmenlerin kente hücum ettiğini, kentte ekmek sıkıntısının başladığını yazıyordu (Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s.  499)

Turkish_V_Cavalry_Corps

İzmir’e giren Türk Süvari Birliklerinin komutanları, başlarında General Fahrettin Altay


7 Eylül sabahı İzmir'deki İngiliz kolonisinin bir kısmı “Mingari” gemisiyle Kıbrıs'a gönderildi. Bir miktar İngiliz askeri İzmir'deki bankaların önünde nöbet tutmaya başladı. Osmanlı Bankası İzmir Şubesi, bankadaki hazineyi İngiliz zırhlısı “İron Duke”a taşıdı. Fransızlar da 200 kadar askeri Fransız Konsolosluğu'nun  bahçesine yerleştirdiler. Yunan karargâhı ve sivil memurları İzmir'i terk etmeye başladılar. Yunan Yüksek Komiseri de İngiliz “İron Duke” gemisine sığındı. O sabah İzmir'e çok sayıda Rum göçmen geldi. Yunan hükûmeti öncelikle askerleri götürüyor, göçmenleri bekletiyordu. Rıhtım ana baba günüydü.


8 Eylül'de Müttefikler İzmir'i Türk Ordusuna teslim etmeye karar verdiler. Yunan yönetimi kenti boşaltıyordu. Atatürk, aynı gün I. Ordu Komutanlığı'na gönderdiği bir telgrafta: “İzmir'in kayıtsız şartsız teslim alınması mümkün olduğundan temsilcilerin herhangi bir teklifi kabul olunmayacaktır” dedi. Limanda İngiliz, Fransız, İtalyan gemileri ve amiralleri, kentte ise bu üç devletin başkonsolosları vardı. Kıyıda 45 bin Rum göçmen birikmişti. Kent her türlü yağmaya açıktı. Türkler savunmasız durumdaydı. (Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e, s. 506-527).


Mustafa Kemal'e Müttefiklerden, İzmir limanındaki Fransız Edgar Quinet zırhlısı kanalıyla gönderilmiş bir telgraf geldi. Konsoloslarına, kentin Türk Ordusuna teslimini görüşme konusunda talimat vermişlerdi. Şimdi Mustafa Kemal'in karşılaşma yerini ve zamanını bildirmesini istiyorlar; Hıristiyan halkı koruyacağını umduklarını da ayrıca teklif ediyorlardı. Mustafa Kemal yumruğunu masaya indirdi: "Kimin şehrini kime teslim ediyorlar?" diye bağırdı. Ancak şimdi savaşın sona ermiş ve zaferin kazanılmış olduğunu biliyordu. Bundan sonra İtilaf  devletlerinin doğrudan kendisiyle müzakereye girişmek zorunda kalacaklarını da biliyordu.  Birisi, İngiliz gazetelerinden alınan parçaları getirerek okudu. "Zavallı Lloyd George,' dedi. 'Yarın başına neler gelecek! Artık mahvoldu demektir."


Türk Ordusu İzmir'e yaklaşırken İzmir'de güvenliği, çoğu İngiliz deniz piyadelerinden oluşan İtilaf Devletleri birlikleri sağlamaya çalışıyorlardı. İzmir Limanı İtilaf Devletlerinin zırhlılarıyla, gemileriyle doluydu. Başsız Yunan askerleri katliamlar, yağmalar yapıyordu, yangınlar çıkmıştı. Birliklerden birine King George V gemisinden yüzbaşı Bartram Thesiger komuta ediyordu. Thesiger İngiliz Konsolosluğuna ve Gazhaneye nöbetçiler koydu. Yüzbaşı Thesiger, burada bazılarının elinde silah da bulunan üç bin kadar Yunanlının önlerine geleni rahat rahat yağma ettiklerini görmüştü.


Türk ordusu 9 Eylül 1922'de İzmir’e disiplin içerisinde girmeye başladı. Yüzbaşı Thesiger Rumlarla Türklerin arasına girerek kolunu havaya kaldırdı. Onun bu halini gören başka bir İngiliz, kendisini 'Londralı bir trafik memuruna' benzetmişti.


Türk birlikleri hainleri tutuklamak ve silahlarını almak için arama yapıyorlardı. İngiliz King George V zırhlısındaki denizcilerden biri, hatıra defterinde, çatışmalardan birini, İngilizlere özgü önemsemezlikle şöyle anlatıyor: "Pencereden bakarken, bir Ermeninin Türkler üzerine bir bomba attığını gördüm. Türkler kendisini kovalamaya başlayınca, Ermeni suya atladı. Onlar da bir sandala binerek Ermeniyi yakaladılar ve karaya çıkardılar. Sonra, pek hoş olmayan bir şekilde can verdi."


Falih Rıfkı, Mustafa Kemal'i, karşısında hazırol durumunda iki İngiliz deniz subayı ile görmüştü. İçinden memnunlukla, bunun İstanbul'da rastlanmayan bir saygı belirtisi olduğunu düşündü. Mustafa Kemal, onu neşe ile karşıladı:
"Neler gördüğümüzü bilemezsiniz, tarihe geçtik artık. Şimdi zaferi kazandığımıza gerçekten inandılar mı?" diyordu.


10 Eylül'de İngiliz Donanma Komutanı Sir Osmond de Beauvoir Brock Gazi’yi ziyarete geldi. Gazi misafirperverlik gösterdi. Amiral, kendi vatandaşları ile azınlıkların durumlarını sordu. Gazi; suç işlemeyenlerin İzmir’de kendisi kadar güvende olacaklarını, suç işleyenlerin adaletin huzuruna çıkacaklarını söyleyince sohbet gergin bir havaya girdi. Donanma komutanı:
– "Fakat Paşa Hazretleri, fevkalade günler geçirdik. Yunan Ordusu’ndan cesaret alan bazı Rum ve Ermeniler şımarıklık yapmış olabilir. Bunlar, fevkalade günlerin olaylarıdır. Hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olursa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!"


Son cümleye kadar gülümsemekte olan Mustafa Kemal Paşa, amiral tehdide kalkışınca sözünü bıçak gibi kesti:

-"Şu “Efendi Devlet” rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacağını düşünmem! Bunlar memleketimin iç işleridir; kimsenin bu işlere karışmasına müsaade etmem!"


Amiralin benzi kül gibi oldu:
– "İngiltere Hükümeti’nin tebaasını her yerde koruma hakkı, devletler hukukunun teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa biz bu güvenliği sağlayacak güçteyiz…"
İşte o zaman Mustafa Kemal Paşanın tepesi iyice attı:

– "Arkaladığınız Yunan Ordusu’nun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk Ordusu asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de… Donanmanızın en kısa zamanda limanı terk etmesini istiyorum!"

Mustafa Kemal Paşa’nın cümleleri, art arda Osmanlı tokatları gibi yüzünde şakladıkça, Amiral ne yapacağını şaşırdı ve;
– "İngiltere’ye savaş mı açıyorsunuz?" dedi.


Paşa burada son sözünü söyledi:
"Savaş açmak mı? Siz yoksa Sevr Antlaşması’nın hala yürürlükte olduğunu mu sanıyorsunuz? Biz onu çoktan yırttık… Karşımda oturuşunuzu, sizi konuk saymama borçlusunuz! Bizim gözümüzde “Barış antlaşması yapmamış” iki devletiz. Savaş hukuku yürürlüktedir. Gemilerinizi derhal kara sularımızdan çekmenizi size ihtar ediyorum!"

Amiral bu sözlerle bir balmumu heykeline döndü. Şişe, gerine girdiği Mustafa Kemal Paşa’nın odasında oturduğu sandalyede küçüldükçe küçüldü ve sonunda kekeleyerek;
– Affedersiniz!
dedi ve yerlere kadar eğilerek geri geri kapıya gidip dışarı çıktı.


Görüşmeden sonra İngiliz Hükûmeti Türk Hükümeti’ne ultimatom verdi. Komutana söylenenlerin yazı ile teyidi istendi… İstenen yapıldı. Ayrıca Atatürk rahatsız olduğu İzmir limanındaki İngiliz donanmasının 24 saat içinde limandan çıkmasını istedi.
Olay şehirde de duyuldu Türkler, İngiliz zırhlılarının toplarını, şehre doğru çevirmiş olduklarını görüyorlardı. Falih Rıfkı Atay’ın anılarına göre “Başımızı yeniden savaş belasına sokacağız” tedirginliği başladı.
Fakat birkaç saat sonra İngiliz ve Fransızlar, kendi devletlerinin uyruğunda olanları gemilere bindirip sessizce çekip gittiler.

Bu olayı nakleden Atatürk’ün yaveri Salih Bozok o anı da şöyle anlatıyor:
Verilen zaman bittiğinde, büyük İngiliz donanmasının uzaklaşmasını seyrettik. “O” ise, bakmıyordu bile...


Falih Rıfkı Atay da “24 saat içinde İngiliz donanmasının limandan çıkıp gidişini seyrettik.” diyordu (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 380)


Mustafa Kemal, Halide Edip'le olay hakkında gülerek şunları anlattı: "Hanımefendi,' eğer Yunanlılar İngilizler tarafından gönderilmeselerdi, İzmir'e çıkabilirler miydi? Yakın Doğu'da onların eli olmayan bir hareket olabilir miydi? Evet, doğal olarak onlarla savaş halindeyiz."

(Not: Bu olayın bir miktar farklı anlatımları da var)


Çanak Krizi - The Chanak Affair


İzmir ve Egenin düşmandan temizlenmesinden sonra 23 Eylül 1922’de Yakup Şevki Paşa komutasındaki Türk ordusu, Çanakkale’deki İngiliz hatlarına yürüdü. Batıda Çatalca hattından doğuda İzmit yarımadasına, kuzeyde Karadeniz'den güneyde Çanakkale Boğazı'na uzanan bölge İtilaf Devletlerinin, Trakya Yunanlıların işgali altındaydı.  Türk askerleri bölük bölük geliyor ve kurşun atmadan müttefik mevzilerine giriyorlardı.  “Tarafsız Bölge”yi kuşatacak şekilde  İngiliz savunma hatlarına doğru resmi geçit düzeninde “rap…rap…rap…” sesleriyle ilerliyorlardı. Türk birlikleri ateş açmıyorlardı, tersine Başkomutan Mustafa Kemal’in talimatı uyarınca, ilk ateş edenin kendileri olmayacağını belirtmek için askerler tüfeklerini omuzlarına dipçikleri yukarı, namluları aşağı gelecek şekilde asmışlardı. Türk askerleri, bir süre sonra dikenli teller arkasından şaşkın bakışlarla kendilerini izleyen İngiliz askerleriyle yüz yüze geldiler. Bütün bu görüntüler İngilizler için ürkütücü ve sinir bozucuydu. Durum vahimdi. Türk ordusu  aynı gün İngilizlerin kimse giremez dediği Tarafsız Bölgeye girerek Lapseki’yi kurtardı. 24 Eylül’de İngiliz Birlikleri daha dar bir mevziiye yerleşmek üzere geri çekildiler.


Bu sırada Churchill, Lloyd George'un onayını alarak, bir bildiri yayınladı. Yalnız, Dışişleri Bakanlığına danışmayı unutmuştu. Hafta sonunu şehir dışında geçiren Lord Curzon, Pazar gazetelerinde okuduğu bu bildiriyi öfkeyle, 'parlak bir manifesto' diye tanımladı: Kabinenin, Dominyonlarla anlaşarak, herhangi bir Türk saldırısına kuvvetle karşı koyma şeklinde aldığı karar, halkın hoşuna gidecek kışkırtıcı bir tonla yineleniyordu. Mustafa Kemal'in, Müttefiklerine haber vermeden İzmir'e kendisiyle görüşmeye gelen Fransız Yüksek Komiseri General Pelle'ye tehditler savurduğu sırada, bu sert bildiri bütün dünyaya yayıldı.  Dominyonlar (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney  Afrika) daha Curzon'un resmi telgrafını almadan bunu gazetelerde gördüler, İngiltere'nin kendilerine sömürgeleriymiş gibi davranması hoşlarına gitmemişti. İngiltere, ciddi bir bunalımla karşı karşıya bulunduğunu anlamaya başlıyor, halk Türklerle yeni bir savaştan korkuyordu. Daily Mail: 'Bu yeni savaşı durdurun', 'Çanakkale'den defolun' diye koca başlıklar yayınlıyordu. Bildiri, Fransız Poincare'yi de kudurtmuş ve Fransız politikasında zaten başlayan değişimi büsbütün hızlandırmıştı. Fransız hükûmeti, kuvvetlerine Çanakkale ve İzmit'ten çekilmelerini emretti. Daha önce de Mustafa Kemal'e tarafsızlık sözü vermiş olan İtalya, Fransa'yı izledi. Kanada, Avustralya, Sırbistan ve Romanya kuvvet göndermeyeceklerini deklare ettiler. Güney Afrika cevap bile vermedi. Sadece Yeni Zelanda olumlu cevap vermişti. Çanakkale'de bir tek bayrak kalmıştı. İngiliz cephesinde ise cin şişeden çıkmıştı, artık çekilmek söz konusu olamazdı.



Bütün bunlar İngiltere Başbakanı Lloyd George’u etkilememişti. İngiliz Hükûmeti  Çanakkale’ye ilave savaş gemileri ve hava kuvveti ile Aldershot, Malta, Mısır ve Cebelitarık garnizonlarından kara kuvveti gönderme kararı aldı. İngiliz Hükümeti 27 Eylül’de İşgal Orduları Başkomutanı General Harington’a, “Tarafsız Bölge”nin boşaltılmasının Britanya İmparatorluğu’nu utanç verici duruma düşüreceği ve bu nedenle Mustafa Kemal’e bölgeyi çevrelemekten vazgeçmediği takdirde, ordusuna ateş açılacağı ültimatomunun verilmesi talimatını gönderdi. Ancak, General Harington, serinkanlı bir muhakemeyle ültimatomu Türk tarafına iletmedi.  General Harington, karşısında savaş deneyimi kazanmış 40 bin kişilik bir ordu olduğunu, İzmit civarında da Türk Ordusu’nun mevcudunun 50 bin olduğunu değerlendirmişti. İngiliz askerleri olarak Çanakkale’de, İzmit Körfezi’nde bulunan tabur ile Kraliyet Alayından bir tabur dışında kuvveti yoktu. Mustafa Kemal’le  uzlaşma zemini aramaktan başka çaresi yoktu. Ayrıca Türklerin, İngiliz İstihbaratçıları tarafından çözümlenmiş telgraflarını okudukça bu işi barış yoluyla halletmek istediklerini anlamıştı.  Churchill'in söylediği gibi, 'askerce bir azimle ustaca bir politikanın bir arada nasıl kullanılacağını bilen' Harington, ültimatomu geciktirmek sabır ve cesaretini göstermiş; aldığı emirleri bilmezlikten gelmiş ve son kritik anda, barış için gerekli zamanı kazanmıştı. Amiral Brock da kendisini desteklemiş 'savaş yol açacak herhangi bir davranıştan kaçınmak gerektiğine' inanan Rumbold da onun yanını tutmuştu.


İngiltere'de Kabine, Curzon gibi, sabırlı olmayı öğütleyenlerle, artık sorunun acil olduğunu ve anlaşmadan vazgeçmek gerektiğini öne sürenler arasında ikiye bölünmüştü. Hattâ bazı bakanlar, günler geçip Harington'dan bir cevap alınmayınca, doğrudan doğruya Ankara'ya bir ültimatom gönderilmesini istediler. Bunlar, Mustafa Kemal'i halâ palavra bir çete başı sanan ve ilk ciddi tehdit karşısında sönüvereceğini umanlardı. Onun, sorumluluğunu kavramış, hesaplamış bir millet kurucusu olarak ortaya çıktığını ve arkasında, İngilizleri büyük çapta bir savaşa zorlayacak güçte bir ordu bulunduğunu bir türlü anlamak istemiyorlardı.


İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Poincare ve İtalya Büyükelçisi Sforza ile 19 Eylül'de Paris’te görüştü. Curzon 22 Eylül'deki 2. görüşmede onları taraf değiştirme ve müttefikliği terk ile suçladı ama askerlerini Tarafsız Bölge'den çekme kararlarından vazgeçiremedi. Poincare öfkesine hakim olamayıp Curzon'u payladı. Ünlü tarihçi David Fromkin, “A Peace to End All Peace - Barışa Son Veren Barış” adlı eserinde, bu durumda düş kırıklığına uğrayan Lord Curzon’un yan odaya geçip, çaresizlikten ağladığını yazar. İngiltere'nin Paris Büyükelçisi Harding de Curzon'u cebinden çıkardığı konyak şişesini yudumlar halde görür. Curzon sonunda kabul etti, varılan anlaşmaya göre, İstanbul ve Boğazlar ile Trakya Türklere bırakılmalıydı. Yani bir anlamda yenilgi kabul edilmeliydi. Ama hiç değilse görünüş kurtarılmalıydı. “Bu bir teslimden çok bir anlaşma olarak sunulacaktı.”  Müttefiklerin benimsedikleri yol, Türkiye’yi mütareke (ateşkes) masasına çağırmak oldu. Londra Doğu Trakya’nın Ankara hükümetine devredilmesini kabul etti. Bu arada Harington Malta’da bulunan Goldon Yaylalılarının birinci taburu ve Kraliyet Sussex Alayının ikinci taburu ile desteklenmişti ama bunun önemi kalmadı.


Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi adına, İtilâf devletlerinin barış konferansı çağrısını kabul ettiğini bildirdi.


Mudanya Mütarekesi

Mudanya ateşkes görüşmelerin yapıldığı salon


3 Ekim 1922'de Mudanya'da başlayan barış görüşmeleri çok çetin geçti. Sonunda 11 Ekim’de Harington ve İsmet Paşa arasında Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalandı. İmzalar atıldıktan sonra Harington sinirli bir demeç verdi: "İlk karşılaştığımız zaman iki yabancıydık, şimdi dost olarak ayrılıyoruz." Ağır işiten İsmet Paşa, bu iltifatı pek iyi anlamadı, ama yine de bugünün, hayatının en sevinçli anıları arasında yer alacağını söyleyerek karşılık verdi.


Antlaşmaya göre: Meriç Nehri'ne kadar olan Doğu Trakya'yı Yunanlılar 15 gün içinde tamamen Türk Ordusuna bırakacaklar. İstanbul, Boğazlar ve çevresi Ankara Hükümeti'ne bırakılacak. İtilaf Devletleri'nin askerleri, barış antlaşması yapılıncaya kadar İstanbul'da kalacaklar. 


Lloyd George

David Lloyd George


Orta Doğu sorunlarına karşı bilgisiz ve ilgisiz olan İngiliz Başbakanı Lloyd George, Osmanlı imparatorluğunu geçmişi, bugünü ve geleceğe yönelik istekleri olan canlı bir varlık gibi değil, harita üstünde bir şekil olarak görüyor; birtakım çıkarlar karşılığında, öteki ortaklarına peşkeş çekebilecek bir ambar sanıyordu.


Lloyd George 5 Ocak 1918'de diyor ki: "Biz Türkiye'yi ne başkentinden, ne de ırk bakımından Türk olan Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve önemli topraklarından mahrum etmek için döğüşüyoruz, Biz Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul ile birlikte Türk ırkının anayurdunda kalmasına muhalif değiliz, Fakat Karadeniz ile Akdeniz arasındaki geçit milletler arası bir idare altında ve tarafsız olmalıdır. "
1915 yılının başlarında İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey Yunanlılara, savaşa katılmalarını teşvik için 'Anadolu kıyılarında geniş imtiyazlar' vaat etmişti. Savaş biter bitmez Yunan başbakanı Venizelos, Anadolu'nun bütün Ege kıyısı dolayısıyla iç kesiminin Yunanistan'a verilmesi isteğiyle Lloyd George'a başvurdu. Oysa bu topraklar, savaş başında İngiltere, Fransa ve İtalya arasındaki gizli anlaşma uyarınca İtalyanlara söz verilmişti. Venizelos'u, 'Perikles'ten sonra Yunanistan'ın yetiştirdiği en büyük komutan' sayan Lloyd George, bu isteği hem haklı, hem de elverişli buluyordu. Lloyd George, Yunanlılara büyük destek veriyor, politik geleceğini Yunan zaferine bağlıyordu. Türk sorunu böylece çözülecekti: “Versay Antlaşması yürürlüğe girecek, Türk egemenliği sona erecek, İngiltere’ye dost yeni bir Yunan imparatorluğu kurulacak ve İngiltere’nin Doğu’daki çıkarları garanti altına alınacaktı.” 


Lloyd George, Fransa ve ABD'yi ikna edince 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar'ın 20 bin askeri İzmir'de karaya çıktı. İstanbul'daki Müttefiklerarası Yüksek Komisyonun işgalden haberi yoktu. Kont Sforza ağzından­ ağır bir laf çıkmasın diye kendini zor tuttu ve kapıyı vurarak odadan dışarı fırladı. İtalyanlar hemen güney bölgesine asker çıkararak misillemeye giriştiler. Oralar gizli bir anlaşma ile kendilerine verilmişti. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa istifa etti.


Aslında, Yunanlıların Anadolu işgalinin beyhude olduğu biliniyordu. Küçük Asya Seferi’nin komutanlığını reddeden Yunan general İoannis Metaksas, “Yok oldu zannettiğiniz ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” diyordu. Ama Lloyd George “Bu Yunan milletinin sınanmasıdır ve şimdi direnirlerse gelecekleri garanti altına alınmış demektir. Ben İzmir’de ülkesinin amaçlarına sırt çeviren bir Yunanlıyla bir daha asla el sıkışmam” diye ısrar ediyordu. Yunan ordusunun 10 Temmuz’da Eskişehir’i ele geçirdiğini duyduğunda çok sevindi; savaş bakanına “Doğu’nun geleceği büyük ölçüde bu mücadeleyle çizilmiş olacak” dedi.


Büyük Taarruzdan önce diyordu ki: "Yunanlılar, aşılmaz geçitler arasından geçerek ülkenin içine doğru yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalmışlardı. Askerî üstünlüklerini her düzenli çatışmada göstermişlerdi. Sadece, arazinin yapısı, ulaştırma hatlarının uzunluğu yüzünden yenilgiye uğramışlardı ki, Avrupa'da onlardan başka hiçbir ordu böyle riskli bir işe girişmeyi göze bile alamazdı. Kemalistler barışı kabul etmeyeceklerdir. Çünkü kendilerine işlerine gelen şekilde bir mütareke vermediğimizi ileri sürmektedirler. Fakat biz de, Yunanlıları bütün güçleriyle savaşmaktan alıkoyuyoruz. Kemalistler, halkı son on, on iki yıldan beri birbirini kovalayan savaşlar yüzünden silah altında bulunan ve kaynakları da sınırlı olan bu küçük ülkeyi yorarak çökerteceklerini umuyorlardı. Bu işin böylece sürüncemede kalmasına göz yumamay1z."


Ne var ki, Mustafa Kemal ve askerlerinin 30 Ağustos Zaferi ile perişan ettiği Yunan Ordusu’nu adeta süpürerek 9 Eylül 1922’de İzmir’e girmesi, İngiltere’de şok etkisi yaratmış, müthiş bir Yunansever ve Türk düşmanı olan İngiltere Başbakanı Lloyd George’u çılgına çevirmişti. Daha Mustafa Kemal İzmir'e ayak basmadan Lloyd George Kabinesini toplayıp Türkler Avrupa kıyısına geçmeye kalkarlarsa kuvvetle karşı koymaya karar verdiğini açıkladı. İstanbul ve Boğazlar ile Trakya’yı terk etmemeye kararlı Lloyd George, savaş çığlıkları atıyordu. Krala da şu sözlerle güvence verdi: “Kemalistler, Çanakkale tarafındaki kıyıyı işgal etseler bile, donanmamız boğazın hürriyetini garanti altına almaya hazırdır… Britanya kara, deniz ve hava kuvvetlerinin ilk anlardan itibaren Gelibolu Yarımadası’ndan, kendi varlıklarını duyurmalarına karar verdik. Hava kuvvetlerimiz Mısır’dan derhal kuvvetler gönderecektir.


Türklere hâlâ ağır bir ders verme sevdasında olan Lloyd George, Sevr Antlaşması’na göre Boğazlar çevresinde oluşturulan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri tarafından savunulan Tarafsız Bölge'nin uluslararası koruma altında olduğunu ileri sürerek Türk Ordusu’nun bölge sınırlarına girmesini savaş sebebi saydığını ilan etmişti.  Öte yandan karşı tarafta üstün bir beyin vardı. Türk Ordusu Tarafsız Bölgeye yürürken Atatürk Misak-ı Milli ötesine geçip Selanik'in de geri alınmasını isteyenleri şöyle terslemişti: "Lloyd George'un iktidarda kalmasını mı sağlamak istiyorsunuz?" O üstün beyin, Lloyd George'un bu gidişatla düşeceğini görüyordu.


Tarafsız Bölge'den askerlerini çekme kararı alan Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları, 19 Eylül'de Paris’te, onları ikna etmeye çalışan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a, savaşmaya niyetli olmadıklarını bildirdiler.


Refet Paşa İstanbul'un idaresine el koyuyor


18 Ekim’de Türk jandarmaları  İstanbul’a girdi. Refet Paşa, 19 Ekim’de BMM Muhafız Grubu’ndan 100 kişilik bir kuvvetle Gülnihal vapuru ile Mudanya’dan ayrılıp İstanbul’a geldi. Ardından “İstanbul Komutanı” sıfatıyla Selahattin Adil Paşa, 81. Alay ile İstanbul’a geldi.  Yunanlılar  Trakya’yı boşaltmaya başladılar.


Türk ordusu 31 Ekim’de Çorlu'ya, 2 Kasım’da Vize ve Demirköy'e girdi. 4 Kasım’da Refet Paşa İstanbul’un idaresine el koydu. Türk ordusu 9 Kasım’da Babaeski'ye, 10 Kasım’da 1922  Kırklareli'ye, 13 Kasım’da Tekirdağ ve Saray'a, 17 Kasım’da Mürefte'ye, 18 Kasım’da Uzunköprü ve Şarköy'ye, 23 Kasım’da Enez'e, 26 Kasım’da   Çanakkale, Gelibolu, Maydos ve Lalapaşa'ya girdi. 30 Kasım 1922’de Doğu Trakya’nın tamamı kurtarılmış oldu.


İngiltere'de iktidar değişiyor


Gelişmeler İngiltere'de Muhafazakar-Liberal Koalisyonun çatırdamasına yol açtı. 19 Ekim 1922'de Carlton Club'de yapılan Muhafazakar kanadın toplantısında Çanak Krizinin Britanya'nın etkisini zayıflattığı ve otoritesinin altına dinamit koyduğundan şikayet edildi, Andrew Bonar Law "Dünyanın polisi olup tek başımıza hareket edemeyiz" diyordu. Oylama sonucu Muhafazakarlar koalisyondan çekilme kararı aldılar. Muhafazakar Bakanlar kabineden çekilince Lloyd George da aynı gün istifa etmek zorunda kaldı. Atatürk'ün bir öngörüsü daha gerçekleşmişti.


15 Kasım 1922’de İngiltere’de erken genel seçime gidildi.  Seçim, başta Lloyd George ve Sömürgeler Bakanı Winston Churchill olmak üzere savaş taraftarı Liberaller için hezimetle sonuçlandı. Yunanlılara Anadolu’yu işgal ettirme politikasının mimarı Başbakan Lloyd George, Türklere karşı sınırsız düşmanlıklarının ve hatalarının bedelini, istifadan sonra siyaset sahnesinden de silinerek ödedi.


Lloyd George, olup biteni şöyle özetliyordu: İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki Küçük Asya’da çıktı. Hem de bize karşı. Elden ne gelebilirdi?


Asi diye küçümsenen bir Türk, üç yıllık bir kavga sonunda, İngiltere Hükûmetini ve ünlü Başbakanını devirmeyi başarmıştı. Romantik adam, gerçekçi adamın önünde silinip gitmiş; bir Makedonyalı bir Kelt'in sırtını yere getirmişti.


14 yıldır Dundee Milletvekiliyken, bu kez seçimi kaybeden Winston Churchill ise ancak 18 yıl sonra II. Dünya Savaşı’nda mecburen tekrar göreve çağrılacaktı.


İngilizler Vahdettin'i kaçırıyor

Bütün bu olup bitenler öncesinde ve sırasında Osmanlı Devleti'nin son padişahı Vahidettin sarayında halktan uzak bir şekilde yaşıyordu. İktidara getirdiği eniştesi Damat Ferit'in telkinleriyle, işgal olaylarını önemsemedi, İngilizlerin himayesinde halifelik ve saltanat haklarını elde tutmayı yeterli gördü. Halkın sıkıntılarını görmezden geldiği gibi, işgallere tepki olarak başlatılan Milli Mücadele hareketini de kendi saltanat haklarına bir başkaldırı hareketi olarak yorumlayıp karşı tedbirler almaya çalıştı. Kimi zaman İngilizlerin desteği ile Kuva-yı Milliye hareketini bastırabileceğini düşündü; bu amaçla ordular hazırlanmasını istedi.



Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Mustafa Kemal: "İşte Efendiler; Osmanlı saltanatı­n, çöküş ve yıkılış töreninin son safhası böyle geçmiştir." diyordu.
Meclis'in aldığı karar İstanbul'a ulaşır ulaşmaz, Refet Paşa, Müttefik Yüksek  Komiserlerine, Babıali hükûmetini Büyük Millet Meclisi adına devraldığını bildirdi. Sadrazam Tevfik Pa­şa, 4 Kasım 1922 de Yıldız Sarayında Padişah'a Osmanlı İmparatorluğu hükûmetinin makam mühürlerini teslim  etti. Öte yandan Rumbold,  Lozan'a konferansa gidiyordu. Gitmeden önce Harington'a Padişah'ın hayatından sorumlu olacağını söyledi. 

 

Vahdettin’in San Remo’da yaşadığı malikane


Vahdettin 10 Kasım'da, sanki birşey olmamış gibi, cuma selamlığında bulundu. Arabasının içine büzülerek saraydan çıktı. Üzerinde sadece bir subay üniforması, başında da bir kalpak vardı. Nişanlarını takmamıştı. Yüzü berbattı. Rengi, Padişah değil de gölgesi denecek kadar solmuştu. Arkasından yalnız siyahi harem ağalarıyle birkaç yaveri geliyordu, başka kimsecikler yoktu - ne ulema, ne paşalar; ne de, hükûmet kalmadığına göre, nazırlar. Gören, bir cenaze alayı sanırdı. Küçük kafile camiye gelince, müezzin ezanını okudu. Ama artık yüce ve muzaffer Padişahla büyük hanedan adına değil, sadece müminlerin başı ve Halife adına. Son Padişah, bir makine gibi ruhsuz ve cansız, arabasından indi ve son selamlık resmi için camiye girdi.   

Vahdettin’in İngilizlere beni kaçırın talebi


Ertesi gün mızıkacı başı, Harington'a giderek Sultan'ın kendisini tehlikede gördüğünü ve İngilizler'den hemen alıp götürmelerini istediğini söyledi. Harington, Padişah'tan doğrudan doğruya bir dilek olmadan harekete geçmek istemedi ve yazılı bir kağıt istedi. Vahdettin'in gönderdiği kağıtta şunlar yazılıydı: “Dersaadet işgal orduları başkumandanı General Harrington  cenaplarına. İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahimanesine (yüce devletine) iltica ve bir an evvel mahall-i ahare (naklimi) talep ederim efendim.” 16 Teşrinisani (Kasım) 1922 Halife-i Müslimin Mehmet Vahidettin.”


Harington şimdi,  'Son Padişah'ı sarayından "canlı" olarak çıkartmak sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Bu da, saray iyice muhafaza altında ve Milli Müdafaacı ajanların göz hapsinde bulunduğu için kolay bir iş değildi. Harington, emrindeki subaylardan yalnız birkaçına açılarak, buna göre bir plan kurdu.


Padişah, aldığı talimata uyarak, maiyetindekilere o geceyi Merasim Köşkünde geçirmek istediğini söyledi. Bu köşk, bahçenin uzak bir ucunda, İngiliz barakalarının bulunduğu alana giden Malta kapısının yanıbaşındaydı. Bu istek hiç bir şüphe uyandırmamıştı. Oğlu ve kendileriyle beraber gidecek olanlar gelip köşkte Padişah'a katıldılar: Baş mabeyincisi, mızıkacıbaşısı, doktoru, iki sadık katibi, bir uşak, bir berber, iki de harem ağacı - hepsi dokuz kişiydi. Vahdettin bütün gece, etraftaki yaldızlı pirinç masalar üzerinde tabancalarla mücevherlerinin, kıymetli taşlarının ve daha başka değerli eşyalarının sandıklara yerleştirilmesini, başlarında durarak, bekledi. Eşyalar arasında Sultan Selim'e ait som altından küçük bir masa da vardı.


Küçük grup sabahın altısında köşkten çıktı. Kapıyı bir harem ağası açtı. Dışarıda, üzerlerinde Kızılhaç işareti olan iki İngiliz hasta otomobili bekliyordu. Yakındaki geçit alanında da bir İngiliz müfrezesi talim yapıyordu. Arabalara binmeleri için merdiven konulmuştu. Bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağıyordu. Sultanın şemsiyesi kapıya takıldı. Ama en sonunda kimseye görünmeden yola çıktılar. Harington, Tarabya'daki evinde sabah kahvaltısında jambonlu yumurtasını yerken yağmura bakıyor ve erlerin, böyle bir havada geçit yaptırmaya kalkan subaylarına deli diyeceklerini düşünüyordu. Sultan'la buluşacağı Tophane'deki Tersaneye giderken, oraya buraya yerleştirmiş olduğu subayların yağmur altında umursamazlıkla gezindiklerini gördü. Rıhtımda Rumbold gittikten sonra Elçilik Maslahatgüzarlığına geçen Nevile Henderson'la buluştu. Biraz sonra ikinci ambülans geldi, lakin bir kaç dakika önce kalkmış olmasına rağmen, birincisi ortada yoktu. İki İngiliz, merakla saatlerine baktılar. Acaba bir aksilik mi çıkmıştı?

Aksilik pek önemli değildi. Padişah'ın bindiği ambülansın lastiği patlamış, hemen değiştirilmesi gerekmişti. Ama, çok geçmeden geldi. General ve Henderson, Sultanı selamladıktan sonra bir bahriye motoruna bindirdiler. Motor onları İngiliz Malaya zırhlısına götürdü. Yolda, General Harington, Padişah belki bu tarihi olayın hatırası olarak sigara tabakasını hediye verir diye bir umuda düştü. Vahdettin bunun yerine, dönerek kendisine geride kalan beş karısını emanet etti ve arkadan gönderilmelerini istedi. Sonra savaş gemisinin merdivenlerini tırmanmaya başladı.

Gemiye çıkınca Harington Padişah'a artık İngiliz toprağında ve güvenlikte olduğunu söyledi ve nereye gitmek istediğini sordu. Vahdettin'in özellikle gitmek istediği bir yer yoktu; Malta adı ileri sürülünce kabul etti. Doktoruna karıları ve kızları için bir mesaj yazdırttı; bunu harem ağalarından biri götürecekti. Doktor, sinirinden, yazarken bir yanlış yapmıştı. Padişah yalnız o anda soğukkanlılığını elden kaçırdı. Öfkeyle doktora dönerek, asıl kendi hakkı iken, maiyetindekilerin şaşkınlığa kapılmasını yüzüne vurdu.
Resmi vedalaşmalar bittikten sonra Malaya gemisi, Sarayburnu'nu dönerek Marmara'ya açıldı. Henderson, Elçiliğe dönünce, Rumbold'a yazmış olduğu mektuba bir not ekledi: 'Herşey yolunda, Zatışahane 8.45 de Malaya'daydı. Bütün iş bir aksilik çıkmadan başarıldı. Gittiği için memnunum".


Vahdettin, Merasim Köşkünde gecelemekle, uyguladığı planın başarıya ulaşmasını sağlamıştı. Kuva-yı Milliyeciler, Padişah'ı tutuklayıp sürgüne göndermek gibi çirkin bir durumdan kurtulmuşlardı. Kendi isteği ve kafirlerin yardımıyla kaçmış ve bir mağdur gibi görünecek yerde, bütün İslam aleminin hakaretine uğramak durumuna düşmüştü.


Vahdettin kovulmadı, sürgüne gönderilmedi. Vahdettin hakkında herhangi bir deport yahut sürgün kararı ve/veya emri yoktur.


Vahdettin gayet de kendi istek ve arzusuyla İngilizlerden siyasi sığınma talep etmiş, İngilizler de bu isteği, Vahdettin’in halifelik sıfatını kullanmak için, kabul etmiş ve onu İstanbul’dan alıp götürmüşlerdir.


Aslında İngilizler, Vahdettin’i Hindistan’a götürmek, Hint Müslümanlarının Britanya ile olan bağlarını güçlendirmek için hilafet makamını kullanmak istiyorlardı. Lakin İngilizlerin bu düşüncesi ters tepti. zira Hindistan Müslümanları, Vahdettin’in Hindistan’a getirilmesini reddettiler. İngilizlerin bu planı ters tepip, Vahdettin de elde kalınca Vahdettin’i Malta’ya atıp kaçtılar. Garibim Vahdettin de ağzına çalınmış bir parmak İngiliz balıyla Mısır’a, Hindistan’a sultan olma umuduyla bekledi durdu. Tabi beklerken umutlar tükendi.


Hindistan Müslümanları acaba  1861 doğumlu Vahdettin'in 57 yaşındayken, dördüncü evliliğini kendisinden 40 yaş küçük 17 yaşındaki Ayşe Nevvare Hanım ile, 20 Temmuz 1918’de, Osmanlı ordularının her cephede yenilmeye başladığı bir dönemde tantanalı törenlerle, Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığını; 1 Eylül 1921’ Sakarya Savaşı'nın en zor ve kritik günlerinde kendisinden 42 yaş küçük 18 yaşındaki Nimet Nevzad Hanım ile sarayda şaşalı düğün yaparak beşinci evliliğini yaptığını mı öğrenmişlerdi? Olabilir, ancak Hindistan Müslümanlarının neden böyle davrandıklarını Atatürk Nutuk'ta açıklamış: "...neden ve nasıl olursa olsun Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek derecede aşağılık bir yaratığın, bir dakika bile olsa bir ulusun başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Kıvancımız şudur ki, bu alçak alçaklığını, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu öncelikli davranışı elbette övülmeye değer. Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi kimliğini taşıdığını söylemek kuşkusuz uygun düşmez.”


 


BÖLÜM 5 -  LOZAN


Lozan’a gidecek heyette takım  elbisesi olan 3 kişi vardı. Gündüz görüşmeleri için en az bir, akşam yemek ve toplantılar için ayrı bir kıyafet gerekiyordu. Kumaş yoktu, terzi yoktu. Heyetin giyeceği takım elbiseleri diktirmeye harcanacak para için Milletin Meclisi kararı çıkarıldı. Heyettekiler Lozan'da yakalık ve gömlekleri akşamdan sırayla yıkayıp şu kenardaki pervazlara serip kurutuyorlar, pantolonları yatağın altına düzgünce serip doğal ütü yapıyorlardı.


Lozan ve Curzon


Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zafer sonrası Sevr’in tarafı olan İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de BMM Hükümeti’ni İsviçre’nin Lozan kentinde toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Görüşmeler 20 Kasım 1922’de başladı. Bir tarafta BMM diğer tarafta İtilaf Devletlerinden İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Japonya vardı. Boğazlarla ilgili görüşmelere SSCB ve Bulgaristan da katıldı. ABD ise toplantıya gözlemci statüsüyle katıldı.


Lord Curzon görüşmelerde geniş bir İngiliz delegasyonuna başkanlık etti. Açılışta ilk sözü aldı. Başkanlığı üstlendi. Curzon kendisini acelesi varmış gibi göstererek istediğini daha kolay elde edeceğine inanıyordu. Bazı meslektaşlarının aksine, karşısındakini hala eski Osmanlı Türkü sanıyor, İsmet Paşa'nın en yüksek fiyatı koparmak isteyen bir halı satıcısı gibi pazarlık ede ede sonuna kadar dayanacağını, sonunda razı olacağını umuyordu.
Bundan önce Doğulularla olan alışverişlerinde, eski ve çürümüş rejimlerle karşılaşmaya alışıktı. Bunlarda, çıkarlar ilkelerden üstün tutulur ve kişisel yönetim birtakım uzlaşmaları kolaylaştırırdı. Ama burada, Curzon'un bir türlü kavrayamadığı yeni bir şey vardı. Şimdiye kadar hiçbir Doğu ülkesinde benzeri olmayan, ilkelerin her şeyin üstünde tutulduğu vatansever, milliyetçi bir hareket. Curzon, Türk'ün 'Yeni yöneticilerini, önceden çizilmiş bir programdan ayrılmamaya zorlayan 'millî gururu' pek önemsemiyordu. Meclisin ve aşırıların gücünü küçümsemiş; İsmet Paşa'nın psikolojisini gereği gibi değerlendirememiş, onun meslekten yetişme bir pazarlıkçı olmadığını, üstelik ülkesindeki durumuna da pek güvenmediğini hesaplayamamıştı.


Lord Curzon  Lozan'da da çok öfkeliydi, onun yüzünden görüşmeler uzun sürmüş, bir ara kesilmişti. Sonunda İsmet İnönü’ye  “Kabul etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum; zamanı gelince birer birer karşınıza çıkaracağım” tehdidini  savurmuştu. İnönü'nün özellikle direttikleri kapitülasyonların kaldırılması ve Türkiye'nin kabotaj hakkını elde etmesiydi. Curzon, İnönü’ye Türkiye’nin imzalayacağı en iyi anlaşmanın bu anlaşma olduğunu, bunu imza etmedikleri takdirde Türkiye’nin Asya’nın görünmez karanlığında kaybolacağını söyleyerek tehditte bulundu. Türkiye’yi bir oldu bitti karşısında bırakmak isteyen Curzon o akşam kimseye haber vermeden Lozan’dan ayrıldı. Böylece görüşmeler kendiliğinden kesilince Türk heyeti de yurda döndü.


Curzon ve İnönü


İsmet İnönü Lozan Konferansı’nın kesintiye uğramasından hemen öncesini anlatıyor.
“ Beau-Rivage Oteli’ndeki 4 Şubat toplantısında bir aralık Lord Curzon’a sordum:
'Şimdi döneceksiniz. İngiltere’ye gittiğiniz zaman, size sulhu sora­caklar. Niçin gittiniz, niçin sulh yapmadan geldiniz, diyecekler. Ne cevap vereceksiniz? İngiltere için hayati olan meseleleri temin etmiş olmanız la­zımdır. Türkiye için hayati olan meseleleri reddettiniz, bunu kabul ede­mezdik. Sulhu soranlara ne cevap vereceksiniz?'
Lord Curzon, memleketime gittiğim zaman benim ne cevap verece­ğimi sordu. Bunun üzerine kendisine dedim ki:
'Benim vaziyetim kolay. Ben Türkiye’ye gittiğim zaman, soranlara ne cevap vereceğimi size cümle söyleyeyim. Ben memleketime gittiğim zaman bana da niçin sulh olmadı, diye soracaklar. Bir ile cevap vereceğim: Lord Curzon sulh istemediği için konferans kesilmiştir, diyeceğim.'
Lord Curzon oturduğu yerden âdeta havaya fırladı, ayağa kalktı, söz­lerimi protesto etti. 'Katiyyen!' dedi.
Ben, Lord Curzon’u zayıf tarafından yakalamıştım. Fikrimde ısrar ede­rek, şöyle konuştum:
'Memleketime gittiğim zaman söyleyeceğim, bütün dünyaya ilan edeceğim, Lord Curzon sulh istemiyordu, müzakereleri kısır bir sonuca vardırmak için elinden geleni yaptı. Konferans kesildi, yeniden harp baş­layacak, diyeceğim. Sırf sulh yapmamak için, nerede bir bahane bulduysan, onların hepsinin üzerinde ısrar ederek konferansı akamete uğrattın. Benim kanaatim budur.'
Lord Curzon fena halde kızmıştı. Ben sulh istemiyordum da, onun için mi olmadı, nasıl söylüyorsun bunları, diye bana karşılık verdi. Öyle söylüyorum, öyle söyleyeceğim, dedim. İşte bütün meseleleri birer birer ortaya koyduk. Kapitülasyonlar senin için hayati bir mesele midir, tarzın­da konuştum. Saatlerce süren bu mücadeleye hakiki bir çekişme ve bo­ğuşma denebilir. Toplantı böyle bir hava içinde geçti. Biz nihayete kadar noktai nazarımızda ısrar ettik. Fakat onlar aralarında daha evvel karar ver­mişler. Hiçbir değişiklik yapmak niyetinde değiller. Hazırladıkları muahede (antlaşma) projesini menfi şekli ile bize behemehal kabul ettirmek isteğinde olduk­ları anlaşılıyordu, görülüyordu. Nihayet hiçbir neticeye varamadık ve biz salonu terk ettik.


Lozan ve İngilizler


Curzon'un bu teamüllere aykırı tutumu yüzünden  23 Nisan 1923’te Lozan’da ikinci toplantıda yerini Sir Horace Rumbold almıştı.


İngiltere Avam Kamarasındaki milletvekillerinden bir yüzbaşı, Lozan’ı İngiltere için büyük bir yenilgi addetmiş hatta “…Türkiye harbi kazanmış olsaydı, bize bundan daha ağır şartlar kabul ettiremezdi…Şark’ta yaptığımız sulh için 29 milyon İngiliz lirası masraf yaptık. Bununla beraber Şark’taki manevi nüfuzumuz hiçbir zaman şimdiki kadar zayıf olmamıştır…” sözleriyle İngiltere’nin kaybının ne kadar büyük olduğunun altını çizmiştir.


Lord Curzon, Lozan’da mağlup olduklarını kabul ediyor ve yenilgiyi müttefiklerin birlik halinde olmamasına bağlıyordu.


İngiliz Avam Kamarası’nda vekil olan Aubrey Herbert'e göre; Curzon konferans oturumlarında iyi niyetli olamamış ve muhatabı olan Türk Heyeti’ni Sakarya Zaferi’nden önceki Türkler sanarak hareket etmiş, dolayısıyla İngiltere için bir dezavantaj yaratmıştı.


Lloyd George, “Daily Telegraph” gazetesinde yayımlanan “Lozan’da Türkiye’nin Muvaffakiyeti” adlı makalesinde “Biraz hayrete şayandır ki her iş bittiği zaman İsmet Paşa’nın yüzünde bir tebessüm vardı. Ankara’dan gelen raporlar orada sulhun büyük bir Türk zaferi olmak üzere telakki edildiğini haber veriyor ve gerçekte de öyledir.” diyerek Lozan’ı bir Türk zaferi olarak değerlendirmiş ve yazısını “Sevr Muahedesinin hükümleri güzelce tatbik edilmiş olsaydı, milyonlar Türk idaresinden kurtulmuş olacaktı.” diyerek tamamlamıştır. “Daily Chronicle” gazetesine de konuşan Lloyd George, “Lozan Muahedesi İngiltere tarafından imzalanan muahedelerin en utanç verici olanıdır.” diyerek görüşlerini tekrarlamıştır.


İngiliz temsilci Sir Andrew Ryan Lozan’ı İngiltere’nin imzalamış olduğu en uğursuz, mutsuz ve kötü antlaşma olarak nitelendirmiş, eski İngiliz Bakan Lord Birkenhead ise İngiliz “Evening Standard” gazetesinde yayımlanan mektubunda Lozan Antlaşması’nın İngiliz çıkarlarını mahvettiğini ifade etmiştir. Yabancı basında Lozan’ın neticesinden hoşnut olmayan yazılar yayınlamıştır. Türk milliyetçiliğinden korktuğunu ifade eden “Daily Telegraph” gazetesi, Türkiye’de baş gösteren sözde Hristiyan düşmanlığından endişe ettiğini dile getirerek bu hususta Türkiye’yi uyaran mesajlar göndermiştir. Lozan Anlaşması’nı cömertlik ve adalet numunesi olarak gösteren “Times” gazetesi, Türkiye’nin zaferinin nedenini, Abdülhamit Dönemi politikalarını terk etmek olarak göstermiştir.


Lozan'da Yunan tazminatı


Atatürk düşmanları "Türkiye Lozan’da Yunanistan’dan istediği tazminattan vazgeçti" derler. Türkiye tazminat istemiştir, doğrudur. Ama gerisini anlatmazlar. Karşılığında Yunanistan Başbakanı Venizelos da Türkiye’den tazminat istemiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında Anadolu ve Trakya’dan 450 bin Rum’un Yunanistan’a göç ettirildiği, Milli Mücadele sırasında da 950 bin Rum’un göç ettirildiği, bunların taşınmazlarının Türkiye’de kaldığını, Yunan devletinin bunları Yunanistan’a götürmek, yerleştirmek ve işgal sırasında geri getirmek için masraflar yaptığı için tazminat istemiştir. İngiltere de “Türkiye İtilaf devletlerine savaş ilan etti, masraf yaptırdı” gerekçesiyle İtilaf Devletleri adına tazminat istemiştir. Sonunda Karaağaç mıntıkasının Türkiye’ye verilmesi karşılığında, bütün tazminat istekleri kapatılmıştır.


Lozan'da kapitülasyonlar


Osmanlının yabancılara verdiği kapitülasyonlar: Osmanlı'da  örgütlenebilme hakkı, yabancıların kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda konsolosluklara yargı yetkisi tanınması, Osmanlı topraklarında seyahat, taşımacılık ve satış serbestliği, Osmanlı sularında gemi işletme hakkı, tek taraflı gümrük vergi muafiyeti gibi ekonomik, adli,  siyasi, idari vb. hak ve ayrıcalıklardı. Bu ayrıcalıkları zamanla gayrimüslim Osmanlılara da tanındı. Osmanlı vatandaşları da anlaşma tarafı ülkelerde aynı haklara sahipti ama o ülkelerde/ülkelerle bu tür haklardan yararlanacak ticaret erbabı yoktu. Gümrük vergi muafiyeti zaten Osmanlı vatandaşlarına tanınmamıştı. Osmanlının borçlanmaya başlaması kapitülasyonlarla birleşince, Osmanlı kendisini önce Düyun-u Umumiye'ye teslim etmiş, ardından yabancı şirketlere çok büyük imtiyazlar vermişti, demiryollarının işletilmesi gibi. Osmanlı I. Dünya Savaşına girince İttihatçılar 1 Ekim 1914'de kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdılar. Ancak Sevr Antlaşması'nın 232. maddesi ile imtiyazlar daha güçlü şekilde geri getirildi.


Atatürk, Lozan görüşmelerine gönderilen heyete kapitülasyonlar konusunda kesinlikle taviz verilmemesini ve koşulsuz şartsız  tamamen kaldırılması talimatını vermişti. İngiltere Heyeti’nin baş delegesi Lord Curzon: Kapitülasyonların tarafların rızasıyla gerçekleştirildiğini ve bu güne kadar kimsenin sistemden rahatsız olmadığını, öteki tarafın rızası olmadan ve yerine bir sistem konulmadan kaldırılamayacağını, Osmanlı Devleti’nin daha önce bu husustaki çabalarının bir sonuca ulaşmamış olduğunu iddia etti. İtilaf delegeleri toplantı yaparak aralarında anlaşmışlardı. Kapitülasyon yerine adının değiştirildiği yeni bir sistemi kabul ettirerek ayrıcalıklı durumlarını sürdürmeye çalıştılar. Türkiye Baş Delegesi İsmet (İnönü) Paşa diretmeye devam ediyordu.


Curzon ve Amerikalı Temsilci Child birlikte İsmet Paşa ile özel görüşme yaptılar. Müttefiklerin tüm kapitülasyonları kaldırmaya hazır olduklarını, buna karşılık Türk adli sistemi kendisini geliştirene kadar Türk Heyeti’nin onaylayacağı bir sistemin oluşturulmasını teklif ettiler. Curzon Türk Yurttaş Kanununun İslam dinine dayanarak oluşturulduğu iddia ediyordu. Eğer teklifleri kabul görmez ise, BMM Hükümeti’nin ekonomik kalkınması için Amerika ve İngiltere’nin hiçbir şekilde yardım etmeyeceğini belirttiler. Bu tehditkâr tutum da İsmet Paşa’yı kararından döndürmedi ve ülkesinin, diğer ülkelerde yürürlükte olan adli sistem dışında bir sistemi asla kabul etmeyeceğini bildirdi.


Curzon’un tüm konferansın akıbetini etkileyecek bir politikası vardı. Curzon istihbarat raporlarının yardımıyla konferansın başından beri, kapitülasyonlar meselesinde aksi bir durumun olması halinde, Türk Heyeti’nin hükûmetine danışmadan müzakereleri kesme yetkisine sahip olduğunu bilmekteydi. Aynı zamanda Türkiye’deki siyasi, iktisadi, mali ve adli çıkarları dolayısıyla, bu meselenin çözümünde müttefiklerinin de Türkiye kadar etkileneceklerinin farkındaydı. Dolayısıyla İngiltere’yi ilgilendiren Musul meselesinde bir çıkmazın yaşanacağının kaçınılmaz olduğunu anlayınca, kapitülasyonları sığınak olarak kullanmaya başladı. 31 Ocak’ta yapılan toplantıda, Curzon tüm sorumluluğu İsmet Paşa’ya yükleyerek sunulan taslağın son fırsat olduğunu ileri sürdü.


Çok uzun tartışmalar sonucunda kapitülasyonlar Lozan Antlaşmasının: "Bağıtlı Yüksek Taraflar, her biri kendi yönünden, Türkiye'de Kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığını kabul ettiklerini bildirirler" maddesi ile tamamen kaldırıldı. Kabotaj yani Türk karasularında ticaret yapma hakkı yabancılardan alınarak sadece Türklere bırakıldı.


Lozan'da Osmanlı'nın borçları


Lozan'da Osmanlı'nın 1912 öncesi borçların % 62'si, 1912 sonrası borçların % 77'si Türkiye'nin  üzerine kalmıştır. Borç 145 milyon Osmanlı altın lirası tutarındaydı. Bu da o dönemin milli gelirinin yaklaşık yüzde 65'i ediyordu. Devralınan borç miktarının söylendiği kadar yüksek olmadığı tezini ileri sürenler var. Borç 2021 yılı itibarıyla hesaplanırsa 423 milyar dolarlık bir yüke karşılık gelir, zira 2021'de GSYH 652 milyar dolar olduğuna göre bunun yüzde 65'i 423 milyar dolar eder. 

Lord Curzon bu borçların altın olarak ödenmesini şart koşmuştu. Ancak Heyet danışmanı Celal Bayar'ın  ayak diretmesiyle borçların Türk Lirası ile ödenmesi karara bağlandı. 1929 ekonomik krizi sebebiyle, Paris’te 1933’te imzalanan yeni bir anlaşma ile borç miktarı yüzde 20 kadar düşürüldü ve ödemenin 50 yılda tamamlanması kararlaştırıldı. Borç düzenli taksitler halinde Cumhuriyet döneminde ödenmiş ve 1954 yılında son taksit ödenerek kapatılmıştır.


Lozan'da imtiyazlar


Osmanlı Devleti’nde imtiyaz usulüyle çalışan yabancı sermayeli Türk şirketlerinin, Türk Hükûmetiyle yapacakları özel görüşmelerle Cumhuriyet dönemine geçişleri kararlaştırılmıştır.


Lozan'da İstanbul'un tahliyesi

Lozan'da gündeme alınacak konulardan biri konulardan biri de İstanbul’un durumuydu. Büyük Millet Meclisi hemen her konuda olduğu gibi İstanbul’un durumuyla ilgili düşüncesinde de geri adım atmayı düşünmüyordu. İsmet Paşa konferans başlamadan önce Poincare ile İstanbul’un tahliyesiyle ilgili kısa bir görüşme yapmıştır. İsmet Paşa, Poincare’ye “İstanbul’u ne zaman tahliye edeceksiniz?” diye bir soru sormuş ve Poincare bu soruya “Barış antlaşması imzalandıktan sonra ne İstanbul’da ne Boğazlarda tek bir Fransız ve İngiliz ya da herhangi bir yabancı ülkenin askerinin kalmayacağı” şeklinde cevap vermiştir. Lozan Konferansında Türk tarafı ve İtilaf Devletleri arasında görüşülen bazı konularda anlaşma sağlanmış bazı konularda anlaşma sağlanamamıştır. İsmet Paşa’ya Rauf Bey tarafından yollanan bazı telgraflarda İstanbul’da yaşanan gelişmelerden bahsediyordu. 7 Ocak 1923 tarihli bu telgrafta İngilizlerin Maçka Kışlasındaki silahları götürdüklerinden bahsediyordu.  


23 Nisan 1923’te görüşmelerin ikinci safhası başlarken, bu süreçte İstanbul’un boşaltılması sorunu Türk heyetinin ilk andan itibaren üzerinde hassasiyetle ve ısrarla durdukları bir konu olmuştur. Görüşmeler başlar başlamaz Türk heyetinin İstanbul’un tahliyesini talep etmelerine karşılık İngiliz Heyeti Başkanı Sir Horace Rumbold, tahliyenin imzadan ve Müttefik devletlerin parlamentolarının tasdikinden geçmeden mümkün olamayacağını açıklamış, İsmet Paşa ise İstanbul’un tahliyesi hakkında ısrarcı olmuştur. Nitekim birkaç gün sonra yaptığı değerlendirmede, barış antlaşması imzalandıktan hemen sonra tahliyenin gerçekleşmesi gerektiğini, Müttefik devletlerin parlamentolarının onayını bekleyemeyeceklerini, tahliye olmadan yapılacak barışın değeri olamayacağını ve Türk hükümetince kabul görülmeyeceğini ifade etmişti. Bu arada Ankara Hükûmetinin İstanbul temsilcisi Adnan Bey, İngiliz komiser vekiliyle yaptığı görüşmede Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin barış antlaşmasını onayladıktan sonra İtilaf Devletlerinin İstanbul’u tahliye edeceklerine dair bir güvence alarak bunu Hariciye Vekaletine bildirmiştir. Bu gelişmelere karşın İtilaf Devletleri İstanbul’un tahliyesi için net bir tarih vermemekteydiler ve bu durum Türk tarafını rahatsız etmekteydi. İsmet Paşa tahliye tarihinin yer almadığı bir antlaşmaya yanaşmamaktaydı. Tahliye konusunun bu kadar uzaması üzerine İsmet Paşa tahliye konusunun hemen görüşülmesi için ilgililere bir nota vermiştir. İsmet Paşa’nın bu notası üzerine daha fazla konuyu erteleyemeyeceklerini anlayan İtilaf Devletleri 6 Temmuz 1923’de 7 maddelik bir tahliye protokolü hazırlamıştır. 7 maddelik bu metne göre antlaşmanın Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmasının ardından Yüksek Komiserliklere bildirilecek ve tahliye altı hafta içinde tamamlanacak. Ayrıca müttefik işgali altında olan bütün taşınır ve taşınmaz mallarla birlikte savaş gemileri silahlar ve malzemeler Türklere iade edilecektir.

Buna uygun olarak 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladılar. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak kenti terk etti.



Lozan'da Boğazlar


Lozan Antlaşması ile İstanbul ve Çanakkale Boğazları BMM’ne iade edildi.  Boğazlarının statüsü Boğazların Tabî Olacağı Usule Daîr Mukavelename (Boğazlar Mukavelesi-Sözleşmesi) ile tespit edildi. Bu sözleşme ile Boğazlardan serbest geçiş ve gidiş-geliş ile ilgili rejim belirlenirken, Boğazların çevresindeki mıntıkaların askerden arındırılmasına ve uluslararası kontrolü sağlamak amacıyla Boğazlar Komisyonu’nun kurulmasına karar verildi. 

Türkiye, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinde kontrol ve savaş gemilerinin geçişini düzenleme hakkını 20 Temmuz 1936'da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile elde etti. Bu Sözleşme 1923'te Lozan Antlaşması ile birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesi'nin yerine geçmiş olup  Uluslararası Boğazlar Komisyonu'nun görevi de böylece sonlanmıştır.


Lozan'da 12 Ada görüşmeleri


Ege, Akdeniz adaları “Lozan'da verildi” diyen Atatürk düşmanları yalan söylüyorlar. Lozan görüşmeleri öncesinde hakimiyeti Türkiye’de olup Lozan’da Türkiye tarafından Yunanistan’a ya da İtalya’ya verilmiş hiç bir ada yoktur, MEİS de dahil. Tersine kazanımlar vardır. Verilenler Osmanlı tarafından Uşi Antlaşmasında verilmişti. Atatürk düşmanları Uşi Lozan'ın semti olduğundan Uşi Antlaşmasına kasıtlı olarak Lozan Antlaşması derler Bu konudaki  ayrıntılı yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN


Lozan'da Musul 

Musul Lozan'da verildi diyenler de yalan söylüyorlar. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasında Musul konusunun İngiltere ve Türkiye arasında görüşmelerle çözülmesi kararlaştırılmıştır. Sonrası aşağıda ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.


BÖLÜM 6 - LOZAN SONRASI


İngiliz ordusu geldiği gibi gidiyor


Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra, 23 Ağustos 1923’ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladılar. Son İtilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etti.

Türk ordusunun İstanbul'a girişi


6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi ve işgal resmen sonlandı. İşgal 4 yıl 10 ay 23 gün sürmüştü. Sultan 2’nci Mehmet tarafından fethedilen, Sultan 6’ncı Mehmet tarafından İngilizlere verilen İstanbul, Mustafa Kemal Paşa tarafından tekrar fethedildi ve Türk Milletine armağan edildi. Her yılın 6 Ekim’i böylece İstanbul’un kurtuluş günü olarak belirlendi ve kutlanmaya başlandı. Bugünün emperyal uşakları “Nasıl oluyor da, İngilizler tek kurşun atmadan İstanbul’u bıraktı” diyerek bu zaferi küçümsemeye çalışırlar.

Her Türk evladının onlara şu soruyu sorması gerekir
Nasıl oluyor da İngilizler tek kurşun atmadan İstanbul’u işgal edebildiler?


Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir - Winston Churchill


İngiliz Dışişleri ve Savunma Bakanlığı, Irak'ta kalabilmek için burada bir Arap devletinin kurulmasına ve bu devletin de yaşayabilmesi için kuzeyinde bir Kürdistan devleti olmasına karar vermişti. Mustafa Kemal Paşa bunun farkındaydı. 28 Mayıs 1919‘da Havza‘dan Diyarbakır Mebusu Kamil Bey‘e şu mektubu gönderdi: “Diyarbekir'de Kürt Kulübü ile Türkler arasında bazı çeşitli muhalefet varmış. Bunun her iki kardeş ırk için ne elim neticelere sebep vereceğini siz çok iyi takdir edersiniz. Aile meselemizin dış düşmanın milli haklarımızı, bağımsızlığımızı ayaklar altına almaya başladığı bugünlerde ortaya atılmış en büyük hıyanet olacağına, vatanın kurtarılması için milli birliğin hedef alınması bakış açısıyla Kürt Kulübü'ne gerekli öğütlerde bulunulmasını memleket selameti adına rica ederim.”


Bir gün sonra… Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti'nden, İngilizler'in bağımsız Kürdistan kurmak için kimlerle ilişkide olduğunun tarafına bildirmesini istedi. Mustafa Kemal'in bağımsızlık için halkı örgütlemesi kimilerini rahatsız ediyordu. “Seyid” Abdülkadir, İstanbul'daki İngiliz Siyasi Müşavir Hohler‘e şöyle diyecekti: “Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli oluyor.”
İngilizler Mustafa Kemal'i İstanbul'a geri getirtemeyince umutları Yüzbaşı Noel oldu. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe, Dışişleri Bakanı Lord Curzon‘a gönderdiği raporunda şöyle diyordu: “Kürtler henüz Mustafa Kemal'e karşı ayaklanmadı. Noel bunu başaracağından emin.”


Mustafa Kemal'in yazışmalarında Noel'in adı 24 Haziran 1919'da 15'inci Kolordu Komutanlığı'na gönderdiği şifreli mektupta geçti: “Mr. Noel isminde bir İngiliz Binbaşısı Urfa'dan Siverek yoluyla Viranşehir'e giderek Milli aşiretlerin reisleriyle görüşmüş; Osmanlı hükümeti aleyhine pek fena propagandalar yapmıştır.


Diyarbakır 13. Kolordu Erkanı Harbiyesi Reisi'ne gönderdiği şifreli mektupta uyarıda bulundu:
Diyarbakır çevresinde İngiliz cereyanına ve İngiliz paralarına darbe vurmak elzemdir. Çünkü İngilizler orasını herhalde devletten ayırıp bir sömürge haline ve Kürtleri esarete koymak istiyorlar.”
Mustafa Kemal; Mutki aşireti reisi Hacı Musa, Şırnaklı Abdürrahman Ağa, Derşevli Ömer Ağa, Muşaslı Resul Ağa, Şeyh Mahmut Efendi, Şeyh Ziyaeddin Efendi, Garzan reisi Cemil Çeto Bey, Şatzade Mustafa Ağa vd. mektuplar gönderdi; İngiliz oyununa gelmemelerini istedi.


“Birleşik Kürdistan” kurulmasıyla ilgili girişimlerde bulunması için bölgede çalışan Yüzbaşı Noel 25 Temmuz 1919'da bölgedeki Kürtler ile ilgili ilk raporunu göndermişti: “Genel eğilim İngiliz işgalinin ve idaresinin benimsenmesi yönünde. Bölgedeki Kürt aşiretleri Araplar ile olan uzun münasebetleri neticesinde bozulmuşlardır, benliklerini yitirmişlerdir. Arap gelenek ve giysilerini ve bir ölçüde Arap dilini benimsemişlerdir. Nusaybin ileri gelenleri, Türk hükümdarlığı altında bağımsız bir Kürdistan taraflısı hareketin başta gelen şahıslarından biri olan İstanbul'daki Şeyh Abdülkadir‘den, Kürtlerin Hristiyanları öldürerek ulusal amaca zarar vermemelerinin önemini belirten telgraf aldılar. Mardin'e ulaştım ve hemen İstanbul'dan yeni gelmiş olan mutasarrıf Zeki Bey'i çağırdım; İngiliz yanlısı ve İttihat Terakki karşıtıdır.”


Noel sonraki raporlarında: "Kürtler ari ırktan ve bu nedenle Avrupalılara Türklerden daha yakınlar.” diyordu. İstanbul'daki İngiliz Siyasi Müşaviri T. B. Hohler Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Sir J. Telley‘e gönderdiği raporda: “Noel Bağdat'tan buraya geldi. Çok iyi bir insan, çok güçlü biri. Fakat, diğer bakımdan da Kürtlerin peygamberi olmak istiyor. ‘Kürtler gibi kimse yoktur; onlar çok asil, çok iyiler' diyor. Korkarım ki Noel bir Kürt Lawrence olabilir. Mezopotamya bizim olduğuna göre, ona bir Kürt devleti kurdurup kuzey dağlarını böylece koruyabiliriz.” diyordu.

noel Osmanlı topraklarında Kürdistan devleti kurulması için görevlendirilmiş İngiliz Yüzbaşısı Noel


İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A. Calthorpe, Londra'daki Dışişleri Bakanı Lord Curzon‘a şu gizli raporu gönderdi: “Noel, Kürt şefleriyle görüş birliğine varılırsa bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor. Bunlar İstanbul'da Abdülkadir ve Bedirhan ve daha az önemli bazı kişilerdir. Bunlar, şüphe uyandırmamak için Noel'den ayrı olarak Kürt bölgesine gidecekler.


Noel, Kürt ileri gelenleriyle Halep'te buluştu. Kürt sorunu hakkındaki raporunu yazdı: "6 Doğu vilayeti tek bir mandacı gücün altında toplanacak. Bu vilayetlerin Kuzeyi Ermeni; Güneyi Kürt yönetimi altında olacak. Bir üçüncü bölge olan merkez ise karma olacak. Bu üç alt bölgenin kendi yerel idaresi olacak ama bağımsız bir merkeze tabi olacaklar."
Görüldüğü gibi Noel'in planında Türkler yoktu!


Bu arada Noel, Kürt Bedirhan aşiretinden Kamuran ve Celadet,  Malatya mutasarrıfı Halil ve Sivas Valisi Ali Galip ile hedefleri Sivas'a gidip Mustafa Kemal'i yok etmekle görevlendirilmişler karşılığında 6 bin lira almışlardı. Ayrıntıları önceki bölümlerde anlatılmıştır. 


Amerikan İstihbaratının 26 Ocak 1922 tarihli gizli raporunda İngilizlerin elinde Kürt silahı olduğuna, Mustafa Kemal'e karşı Kürtleri isyan ettireceğine, bu sayede Musul'u Atatürk'e vermeyeceğine değinilmektedir: Yunanlar önemli bir zafer kazanırsa, Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir, ancak Batı’daki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler ellerindeki yarım düzine yetenekli liderlerden biriyle Kürt sorunlarına son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler, yine de Kürt durumuyla meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.” (Orhan Duru. Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları S.160)


Ankara Hükûmeti, bölgedeki aşiretleri organize ederek İngilizler’e karşı mücadeleyi sürdürecek bir subay aradı ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında Habeşistan’ı fethetmiş olan Özdemir Paşa’nın soyundan gelen Şefik (Özdemir) Bey adında bir yarbayın Irak’ın kuzeyine gönderilmesine karar verildi.


Emir, Yarbay Şefik Bey’e 1 Şubat 1922’de tebliğ edildi. Şefik Bey beraberinde birkaç Türk subayı ve Anadolu’nun güneyini işgal eden Fransız Ordusu’ndan kaçarak Türk tarafına geçmiş olan Tunuslu ve Cezayirli askerlerden meydana gelen bir birlikle 1922 Haziran’ında Irak’a girdi. Görev oldukça güç idi, Irak’ın kuzeyindeki İngilizler’i Misak-ı Millî sınırları dışına atacaklardı! Şefik Bey, Kürt liderlerden Şeyh Mahmud Barzenci’nin de desteği ile İngilizler’e karşı harekâtını başlattı ve işgalci birliklere ardarda darbeler indirdi. 31 Ağustos 1922 günü Derbent’te yaşanan muharebede İngilizler mağlûp olunca Musul, Kerkük ve Süleymaniye birkaç gün içerisinde Şefik Bey’in kontrolü altına girdi.  İngilizler tarafından desteklenen Simko adındaki bir başka Kürt liderin kuvvetleri de imha edildi. O sıralarda Büyük Taarruz yapılmaktaydı. Sonrasında Türk Ordusu Çanakkale'ye yürümüştü. İngiliz Ordusuyla savaş ihtimali vardı. O sıralarda Türkiye’den yardım gelemedi. 


İngiltere, bölgeyi elinde tutabilmek için takviye göndermeye başladı. İngiliz birlikleri, Türkiye’yi tutan aşiretlerden bazılarını çeşitli vaatlerle kendi taraflarına çektiler, direnen aşiretleri de uçaklarla bombardımana başladılar. Bombardıman sırasında havadan aşiretlere bildiriler atılıyor ve “Türkiye size yardım edemez” mesajı veriliyordu!


Musul’daki İngiliz-Irak birlikleri, 8 Nisan 1923’de birisi Hodran Suyu üzerinden Şeytan Boğazı, diğeri Büyük Zap Suyu vadisinden Serderya istikametinde olmak üzere iki koldan  ileri harekete geçtiler. Şefik Özdemir Bey müfrezesi 11/12 Nisan gecesi yapılan baskın taarruzlarıyla İngilizlere zayiat verdirdi. 20/21 Nisan gecesi Şefik Özdemir Bey müfrezesi ile İngilizler arasındaki çarpışma daha da şiddetlendi. Cephanesinin azalması, kendisine önceleri destek vermiş olan Barzan ve Palik aşiretlerinin de taraf değiştirerek İngilizler’in yanına geçmesi üzerine  daha da zor vaziyete düştü ve 23 Nisan'da çekilmeye karar verdi. Ancak geri çekiliş yolları tutulmuştu. Türk birliği sarp dağlarda beş günlük zor bir yolculuktan sonra 29 Nisan’da İran’a geçti. Şefik Bey silahlarını ve teçhizatını İran makamlarına teslim ettikten sonra 10 Mayıs 1923’te Van’a ulaştı.


3 Mart 1924'de halifelik kaldırıldı. İngiltere Müslümanlar Cemaati başkanları Ağa Han ve Emir Ali Başbakan İsmet İnönü'ye ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'e mektup göndererek Halifeliğin kaldırılmasına tepki gösterdiler. 



Lozan'da Musul için öngörülen görüşmeler Türkiye ile İngilizler arasında ilk olarak 1924 Mayısında İstanbul'da gerçekleşti. Bu konferansta Türkiyeyi Fethi (Okyar) Bey, İngiltereyi de Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil ediyorlardı. Fethi Bey Türkler'le Kürtler'in, 'kaderlerini sonuna kadar birbirlerine bağlamış iki kardeş milleti' teşkil ettiğini ileri sürüyordu. Sir Percy ise bunları iki ayrı ırk sayıyor, bu yüzden Türkler'in aslında azınlıkta olduklarını söylüyor, Kuzey'de 'İngiliz himayesi'ni isteyen Hristiyan Süryani azınlığının oturduğu bölgeyi de istiyordu. Görüşmeler sırasında, uzlaşmazlığın temelinde olması gereken petrol sorunu, çok az ortaya atıldı. İngilizler, sanki petrolde gözleri yokmuş görünmek için çaba harcadılar. 

Anlaşma sağlanamaması üzerine Mustafa Kemal Musul'a asker göndermeyi ve bölgeden İngiliz'leri çıkarmayı planlıyordu.  O sırada 1. Ordu Müfettişi olan Kazım Karabekir Paşa'nın bu harekatın başına geçmesini istedi. Atatürk ‘Musul hakkında Haliç Konferansında Fethi Bey siyaset yoluyla muvaffak olamadı. Sıra Karabekir’e geldi. O bu meseleyi asker kuvvetiyle başaracaktır. diyordu. Ancak Kazım Karabekir Paşa, Musul’a yapılacak olan müdahalenin İngilizlere savaş açmak olacağı, Türkiye’nin yeni bir maceraya sürüklenme ihtimalinin yüksek olduğu, Lozan’da verilen söze sadık kalınması gerektiği düşüncesindeydi.


Atatürk’ün Karabekir’e yaptığı teklifin bir benzeri de İsmet İnönü tarafından yapılmıştır. İnönü'nün Karabekir ile yaptığı bir görüşmede, ‘Kazım, Musul boş, şunu işgal ediversene demesine karşın Karabekir Atatürk’e verdiği yanıtın bir benzerini de İnönü’ye vermiştir. 


İngiltere,  6 Ağustos 1924'de Musul sorununu tek taraflı olarak, Milletler Cemiyetine götürdü. Ertesi günü Hakkari bölgesinde İngilizlerin kışkırttığı  Nasturiler (bir Hristiyanlık mezhebi mensupları) Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklandırıldılar. Nasturilere, İngiliz uçakları da havadan bombalama desteği verdi. İsyan 26 Eylül'de bastırıldı. Nasturiler İngiliz mandasındaki Irak'a sığındılar.


Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar Musul'a askeri müdahale yönünde hazırlık yapmaya devam ediyorlardı. Kazım Karabekir 6 Ekim günü İstanbul’da Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp ile  yaptığı görüşmede İngiliz uçaklarının Irak sınırında bulunan Türk askeri birliklerine saldırıda bulunduğunu öğreniyordu. İki gün sonra ise Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Karabekir’e İngilizlerle bir savaş olasılığı olduğundan hemen Ankara’ya hareket etmesini emrediyordu.


Ankara’ya gelen Karabekir ile Fevzi Çakmak arasında yapılan görüşmede, Çakmak,  Nasturi çetelerin bölgede asayişi bozmaları üzerine bir tedip harekatı yapıldığını ancak bu harekat üzerine İngiliz uçaklarının askeri güçlerimize saldırdığını ve harekatın sona erdirilmemesi halinde savaş ilan edecekleri ile ilgili ültimatom verdiklerini söylüyordu. Fevzi Paşa, gerekirse yeni bir savaşı da göze aldık. Musul bizimdir ki, barış yoluyla vermiyorlar, savaşarak almak için almak için Gazi ısrar ediyor. Hükümet de bu fikirde. Bizim başarılı olacağımıza kuşku yok. Gerekirse Musul değil daha uzaklara da gideriz diyordu. Fevzi Paşa  birkaç gün sonra da Diyarbakır’daki Kolordu komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya da gerekirse eşkiyayı Londra’ya kadar takip edeceğiz şeklinde talimat veriyordu.


Kazım Karabekir'in adının geçtiği yukarıdaki görüşme ve konuşmaların kaynağı  Karabekir'in kendi anılarıdır. Karabekir o sıralarda Cumhuriyet'in ilanı ve Halifeliğin kaldırılması gibi çok temel kararların kendisinden habersiz alınmasını "dışlanma" olarak kabul ettiği bilinmektedir. Her halukarda  anlaşılan Türk ordusunun Musul'a askeri müdahale yapabilecek durumda olduğu ancak bunun riskler taşıdığıydı. Öte yandan İngilizler de bu istihbaratı edinmişlerdi. Söz konusu müdahaleyi geleneksel yöntemleriyle önlemek için ellerinden geleni yapmaktaydılar.


İngilizler, I. Dünya Savaşı yıllarında Musul civarında olduğu gibi İran aşiretlerini de bağımsız Kürdistan kurulacağı vaadiyle harekete geçirmeye çalışmışlardır. Diğer yandan aynı propaganda, Kürt Teali Cemiyeti’nin mensuplarından Bedirhanoğulları ve İngiliz Binbaşısı Noel tarafından Türkiye’nin güneyinde yapılmış ve İstanbul Hükümeti yardımıyla buralarda Millî Mücadele’ye karşı ayaklanmalar tertip edilmiştir. İngilizlerin bu girişimlerine karşın Türkiye sınırlarında bir Ermeni istilasının getireceği felâketleri düşünen Kürt ileri gelenleri ve aşiret ağaları Türk-Kürt birliğine yönelmişlerdir. Bu nedenle 15. Kolordu bölgesinde İngilizler, Hakkâri ve Van dolaylarında Seyit Taba ve Simko’yu (İsmail Ağa) elde etmiş olmalarına rağmen Van Valisi Haydar’ın uygun tedbir ve tavsiyeleriyle amaçlarına erişememiştir. İran’ın Urumiye bölgesinde Türk sınırlarına yakın olan Şikak Aşireti Reisi Simko, 15. Kolordunun silâh ve cephane yardımıyla, o bölgeyi İngilizlerin idare ettiği Nasturi kuvvetlerine karşı savunmuştur. Kürt aşiret alayları da Ermenilere karşı 15. Kolordu’nun safları içinde canla başla çarpışarak milli topluluğun gerçek üyeleri olduklarını göstermişlerdir. Simko’nun Anadolu Hareketi temsilcileri tarafından gördüğü desteğin nedenini Kazım Karabekir anlatıyor: “Simko’yu İngilizlerin elinden aldım ve Rumiye havalisine gelen Ermeni ve Nesturilerle müsadamelerinin muvaffakiyetini (çatışmalarının başarılarını) ufak tefek yardımlarla temin ederek Van’a karşı mürettep Ermeni ve Nesturi hareketlerini mefluç kıldım (felç ettim)” İngilizler’in Nasturileri Hakkâri ve Rumiye’ye yerleştirdikten sonra bu kuvvetleri Ermenilerle birleştirip Van’a saldırtma ihtimalleri vardı. Kazım Karabekir anlatmaya devam ediyor: “Bu ihtimale karşı daha evvel tedbir almıştım. Nahçivan mıntıkasına hâkim olmakla Ermenilerin İran’la muvasalasını kestirmiştim. İkincisi, Simko’yu tutarak Rumiye’de melhuz (düşünülen) akına karşı emin bir vaziyet aldırmıştım. Herhangi bir tecavüz başlangıcı halinde derhal Ermenilere taarruzla bu tehlikeyi bertaraf etmek esas plânımdı.


Ocak 1925'te Şeyh Sait imzalı bildiriler Doğu Anadolu'da elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bu bildirilerde “Hilafetsiz Müslümanlık olmaz!” deniliyor, Cumhuriyet “dinsizlikle” suçlanıyordu. Bildiriler ileri bir teknikle basılmıştı. İsyancıların elinde yabancı silahlar da vardı. 


13 Şubat 1925'te Nakşibendi şeyhi Şeyh Said’in adamları jandarma birlikleriyle Elazığ’ın Piran köyünde çatışmaya girdiler. İsyancılar burada bir jandarma teğmenini esir alıp bir eri şehit ettiler. Telgraf hatlarını kestiler. Piran'dan Eğil bucağına geçtiler. Bucak müdürüyle 10 jandarmayı esir aldılar. Daha sonra Genç hapishanesini ve jandarma dairesini bastılar, oradaki jandarmaları da esir aldılar. Olay kısa sürede birçok yere yayıldı. Şeyh Said doğudaki bazı Kürt aşiretlerini Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklandırdı. Ayaklanma, İngiliz işgal güçlerinin Kuzey Irak’ta sıkıyönetim ilan ettiği, subay izinlerini kaldırdığı, birliklerini Musul’a taşıdıkları günlere rastladı. O günlerde, İngiltere Sömürgeler Bakanı Musul’a giderek denetlemelerde bulunuyor ve güçlü bir İngiliz donanması Basra’ya hareket ediyordu. İngilizler’le el altından işbirliği yapan çok Kürt aşireti vardı.


Şeyh Sait, yeşil bayrak açarak, sela getirerek yürüyor, "Türkiye Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ile arkadaşları halifeliği kaldırdılar, medreseleri kapattılar, Allah ve Peygamberi inkâr ettiler, Cumhuriyetin başında olanların mal ve canları Şeriat-i Muhammediyye’ye göre helaldir" diyordu. İsyan kısa zamanda 14 ile, Genç, Çapakçur, Muş, Diyarbakır, Elazığ, Tunceli, Palu, Çermik, Silvan dolaylarına yayıldı. İsyancılar, 16 Şubat'ta Genç ilinin merkezi Darahini'ye saldırdılar. Burada üç gün üç gece kaldılar. Şehri yağmaladılar. Ziraat Bankası'na el koydular. Buradaki isyanı Ankara'ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki'yi önce hapsettiler, sonra öldürdüler. Oradan Diyarbakır yolu üzerindeki Lice'ye hareket ettiler. Bu güzergah üzerindeki Hani bucağını ele geçirdiler. Lice-Hani, Çapakçur-Palu telgraf hattını kestiler. İsyancılar Çapakçur, Muş, Diyarbakır olmak üzere üç kola yarıldılar. Çapakçur Hükûmet Konağı'na saldırıp ele geçirdiler. 21 Şubat'ta Yarbay Cemil komutasındaki bir süvari alayını pusuya düşürüp esir aldılar.


O sırada Başbakan olan Fethi Okyar isyanın bastırılmasında şiddetten yana değildi. Cumhuriyet Hükûmeti, Aynı gün bölgede sıkıyönetim ilân etti.


23 Şubat'ta ayaklanmacıların üzerine gönderilen ordu birlikleri yetersiz kaldılar. Ordu Kış Ovası'nda Şeyh Said kuvvetleri karşısında tutunamayarak Diyarbakır'a çekilmek zorunda kaldı. Ertesi gün Elâzığ'a giren Gökdereli Şeyh Şerif yönetimindeki başka bir ayaklanma kolu kenti kısa süre de olsa denetim altına aldı. Elâzığ birkaç gün boyunca isyancılar tarafından yağmalandı.


TBMM, 25 Şubat'ta “Hıyanet-i Vataniye Kanununu (Vatan Hainliği Yasasını) değiştirdi, dini siyasete alet edenler vatan haini sayıldı, cezası idam oldu. Atatürk, Mecliste: “Milletin elinden tutmak lazımdır. İhtilali başlatanlar, tamamlayacaktır dedi ve ağırlığını sertlik yanlılarından yana koydu.  Başbakan Okyar istifa etti. 3 Mart 1925'de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı tarafından yeniden hükûmeti kurmakla görevlendirildi. 4 Mart 1925'te B. M. Meclisinde Takrir i Sükûn Kanunu çıkarıldı, Diyarbakır ve Ankara'da Mahkemeleri kuruldu.


Diğer taraftan Şeyh Abdullah, Muş cephesini tutarak Varto'yu aldı ve Erzurum'a doğru ilerlemeye başladı. Şeyh Sait ve adamlarının asıl hedefleri Diyarbakır'dı. Şeyh Said kuvvetleri 7 Mart'ta Diyarbakır’ı kuşattıysa da Mürsel Paşa'nın savunması yüzünden kente giremediler. Ordu Müfettişi Kâzım (Orbay) Paşa, Kolordu komutanı Mürsel (Bakü) Paşa, Tümen komutanı Osman Paşa, Fırka Komutanı Kâzım (Dirik) Paşa ile Cemil Cahit (Toydemir) Paşa komutasında havadan desteklenen Kolordu Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinde temizlik harekatına başladı. Nisan ortalarında isyanı güçlükle bastırabildi. İsyancıların gücü 15 000 kadardı. İsyan elebaşıları mahkeme sonucu idam edildiler.


Türk Hükûmeti'nin ayaklanmaya karşı aldığı sert önlemler, Musul'daki mahalli Kürt ileri gelenlerinin tepkisine yol açmaktaydı. Bütün bunlar, İngiltere açısından yararlanmaya elverişli bir ortam hazırladı. Musul sorununun, Kürt-Nasturi-Keldani odaklı çözülmesi gerektiğini savunan İngiltere'nin elini güçlendirici sağlam kanıtlar geçti. Türkiye'nin "Türkler-Kürtler kardeştir" tezi çöktü, Türkiye'nin, Kürtlerin yaşadığı bölgede asayişi sağlayamadığı kanısını oluştu. 


Şeyh Said


Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925'de İngiltere'nin isteği doğrultusunda Musul vilayetinin Irak'a bırakılmasına karar verdi.


Meclis savaşa girilip girilmemesini tartıştı. Mayıs 1920'de Bakü petrollerini Kızıl Ordu'ya bırakıp kaçmış olan İngiltere'nin bir diğer petrol bölgesi Musul'u da kaybetmeye niyetli olmadığı açıktı. Kürt isyanını daha yeni ve zar zor bastırmış Türkiye, İngiltere'yle Kürtlerin yoğun olduğu ve Şeyh Sait isyanından sonra Türkiye'ye karşı koyacağı belli olan bölgelerde savaşabilecek durumda değildi.


Alman asıllı Ortadoğu uzmanı Kurt Ziemke, 1930 yılında ‘Die Neu Türkei’ (Yeni Türkiye) adında bir kitap yayımlamıştır. Bu kitaba göre; İngilizler'in Musul’da hedeflerine ulaşmak için yapılması gerekenin Kemalist Cumhuriyetin hem din düşmanı, hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp işlemek olduğuna karar verilmiştir. Buna uygun olarak İngilizler bir yandan Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken bir yandan Kemalist akımın yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır. 

İngilizler sonuçta bu politikalarını başarıyla uyguladılar. Türkiye 5 Haziran 1926'da, Türkiye-İngiltere ve Irak hükûmetleri arasında imzalanan Hudut ve İyi Komşuluk İlişkileri Anlaşmasını onaylamak zorunda kaldı.  Antlaşmayla Türkiye yalnız toprak isteklerinden değil, petrol üzerindeki iddialarından da vazgeçiyor, sadece petrolden alacağı yüzde on payla yetiniyordu. Daha sonra, bu hisse de beş yüz bin İngiliz lirası kadar bir para karşılığında büsbütün bırakıldı.

İngiltere Ankara'nın başkent olmasına direniyor


1920 başlarında İngilizler, Türkiye’nin başkentini Anadolu’ya kaydırmak istiyor, Türkler ise bunu protesto ediyorlardı. Üç yıl sonra roller değişecek, Türkiye kendiliğinden Ankara’yı başkent yapacak ve bu defa İngilizler bu karara karşı inatla direneceklerdi!


Ankara resmen başkent ilan edilmeden önce Ağustos 1923’ten itibaren Ankara’nın başkent olması fikrine karşı İngiltere öteki batılı devletleri ve Japonya’yı da ikna  ederek Ankara’ya karşı bir “ortak cephe” oluşturmaya çalışmıştı. Hatta daha ileri giderek Türkiye’ye büyükelçi göndermeyi elçisinin İstanbul’da oturması şartına bağlamıştı. İngilizler gerekçe olarak, Ankara’da oturmanın güçlüğü ve Ankara’nın başkent olarak yetersiz olması konusunda ısrar ediyorlardı. Bu konuda özellikle İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri vekili Nevile Herderson oldukça katı davranmış, Londra’ya gönderdiği raporlarda bir taraftan Türkiye ile ilişkilerin  büyükelçilik düzeyinde yürütülmesini tavsiye ederken bir taraftan da Türkler diplomatik ilişkileri Ankara’dan yürütme konusunda ısrar ederlerse büyükelçi atanmasını ertelemeyi önermişti. Henderson, İngilizlerin Türkleri diplomatik işleri İstanbul’dan yürütmeye zorlayabileceklerine inanmıştı.


13 Ekim 1923’de Ankara başkent ilan edildi. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, İngiltere Dışişleri Bakanlığına 12 Mart 1923’te gönderdiği raporda siyasal başkent Ankara’ya, halifelik merkezi olarak ise İstanbul’a işaret edilmekteydi.  İstanbul’daki İngiltere İşgal Komiserliği/Yüksek Komiserlik tarafından hazırlanan 1923 tarihli Türkiye yıllık raporunda Başkent konusu şöyle anlatılıyordu: “İstanbul, Ankara’yı sonradan görme, ekonomik çıkarlara ve ülkenin hala birinci şehri olarak kabul görülmesi çabalarına karşı duyarsız bir başkent olarak görmekteydi. Müttefiklerin çekilmesinden sonra iki şehir arasındaki karşılıklı çekememezlik süratle büyümüş ve hangisinin daimi başkent olacağı, günün en önemli sorunu haline gelmişti. Büyük Millet Meclisi, 13 Ekim’de Ankara’yı başkent olarak ilan etmiş ve o andan itibaren İstanbul her zamankinden daha çok muhalefetin odağı haline gelmişti. Milli Mücadele’nin büyük geleneğini hayatta tutmak, Türk devlet adamlarının Bizans’ın zararlı etkilerinden korunmak ve hükûmeti, Boğazlarda serbestçe dolaşan yabancı ülke savaş gemilerinin tehdidinden uzak tutmak adına, başkent Ankara olacaktı. Bu kalıcı transfer, var olan dengeyi önemli ölçüde bozacak bir adımdır ve ülkenin toplam nüfusunun 1/10’unu barındıran İstanbul’u yönetmede büyük zorluklar doğuracaktır. Bu yüzden, Ankara’nın uzun süreli yönetim merkezi olmayı sürdüreceği şüpheli görünmektedir” (Satan, A. İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1923, Çev. Sevtap Demirci, İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 2012, s.21, 24-25).


Türkiye Ocak 1924’de temsilci sıfatıyla Yusuf Kemal Bey’i Londra’ya göndermiştir. Buna karşılık da İngiliz hükûmeti  Ronald Charles Lindsay’i İstanbul temsilcisi sıfatıyla görevlendirmiştir. Lindsay, 12 Şubat  1924’te İstanbul’a ulaşmıştır. Lindsay Ankara’ya gitmeyi reddetmiş, gönderdiği raporlarda Ankara’nın resmen başkent ilan edilmesini geçici bir durum olarak kabul ettiğini, başkentin kısa süre içerisinde İstanbul’a taşınacağına dair görüşlerini bildirmiştir. Ancak  Lindsay’ın bu tahmini doğru çıkmayacaktı. Böylece Mondros Mütarekesi sonrası kurulan sömürge alışkanlığından kalma İngiliz Yüksek Komiserliği diplomatik temsilciliğe dönüştürülmekle birlikte resmen elçilik olmamıştır.


İngiltere Lozan Antlaşması’nı 6 Ağustos 1924’de onayladı ve dolayısıyla Türkiye ile savaş durumu bu tarihte resmen sona erdi. 15 Kasım 1924’te Ankara’ya giden İngiltere Büyükelçiliğinin Ticaret Sekreteri Colonel Woods ve Yurtdışı Ticaret Bölümünden C. Farrer’in İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdikleri rapora göre Ankara konaklama noktasında sıkıntılı bir yerdi. Evkâf topraklarında iddialı bir bina (Ankara Palas) inşaatı devam etmekle beraber bölgede ismine yaraşır bir otel yoktu. 3 küçük işletme bulunmaktaydı: Sebat Otel, Otel Ankara ve Anadolu Oteli. Oda şartları, yatak, çarşaf vb. hiçbir şey kesinlikle arzulanan boyutta değildi. Ankara şehrinin kuzey tarafı hariç hemen hemen her tarafında sıtma hastalığı görülmekteydi.


1925 başında şu ülkelerin temsilcileri İstanbul’da oturuyordu: Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çekoslovakya, Danimarka, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya, Japonya, Yugoslavya, Hollanda, İran, Romanya, İspanya, İsveç, ABD ve İngiltere. Toplam: 18 adet. Ankara’da ise yalnız Afganistan, Sovyetler Birliği, Polonya ve Yunanistan Elçilikleri vardı.


Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, İtilâf devletleri temsilcilerinin Ankara’ya yerleşmekte zorlandıklarını anlamıştı. Öte yandan büyük devletlerin elçiliklerinin İstanbul’da kalmalarını sakıncalıydı, çünkü, başkent tekrar İstanbul’a taşınacakmış gibi, yanlış bir izlenim yaratılmış oluyordu. Yabancı diplomatik temsilcilerin başkente taşınmalarını sağlamak amacıyla sefarethane binası yapmaları için Ankara’da arsa verilmesi kararlaştırıldı. 19 Ocak 1925 günü arsa tahsisi için bir kararname çıkarıldı. 1925 Bütçe Kanunu’na da bu madde olarak hüküm eklendi ve inşaat için dışarıdan getirilecek malzemelere gümrük muafiyeti tanındı. 


İngilizler bir taraftan Ankara’nın başkent olduğunu kabule  alışırlarken bir taraftan da 1 Mart 1925’te Lindsay’i büyükelçi olarak atamak zorunda kaldılar. Lindsay, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya itimatnamesini sunmak üzere 15 Mart’ta Ankara’ya gitti. Lindsay ve erkânı Ankara’da geçirecekleri zaman içerisinde tren istasyonunda bulunan hususi vagonlarında kaldılar. Ankara'nın halini göz önüne alan M. Kemal Paşa Lindsay'in İstanbulda kalma düşüncesini haklı görüyordu.


19 Mart 1925'de, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras imzasıyla, İngiltere Büyükelçisi'ne  şu  nota  verildi:

Ekselans Britanya Kralı’nın ve Hükümeti’nin Türkiye’deki diplomatik temsilciliğini bir büyükelçiye tevdi etmek niyetleriyle ilgili olarak ekselanslarının Nusret Beye vermiş oldukları 1 Mart tarihli notaya karşılık olarak aşağıdaki düşünceleri yüksek bilginize sunmakla onurlanırım.

Önce, Türkiye’de bir büyükelçi tarafından temsil edilmek kararlarından dolayı Britanya Majesteleri Hükûmeti’ne teşekkür ederim. Devletler Hukuku hükümlerine ve uluslararası teamüle göre, krallarını ve hükûmetlerini Türkiye Cumhurbaşkanı katında doğrudan temsil edebilmeleri için büyükelçilerin ancak Türkiye’nin başkenti olan Ankara’da resmi ikametgâhları olabilir. Bundan başka, yabancı misyon şeflerinin hükûmetlerini ilgilendiren konularda doğrudan dışişleri bakanı ile görüşmeleri arzu edilir ve bu her iki ülkenin yararına olur. Bu genel kuralın Türkiye için değiştirilmesine sebep ve imkân yoktur. Cumhuriyet Hükûmeti, yabancı misyonlara bir cemile olsun ve onların Ankara’ya taşınmaları en iyi şartlarda yapılabilsin diye, elinden gelen bütün kolaylıkları göstermiştir ve göstermeye hazırdır. Hatta Türkiye ile diplomatik ilişkileri bulunan devletlere büyükelçilik ve elçilik binaları yapmaları için arsa vermeye yetki tanıyan bir yasa Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmuş bulunmaktadır ve bunun yakında onaylanacağı umulmaktadır. Bu şartlar altında, bugün İstanbul’da oturan misyonlara geçici olarak tanınmış olan kolaylıkların, bunların taşınmalarını kolaylaştırmak ve o zamana kadar günlük işleri aksatmadan yürütülebilmesini sağlamak amacıyla tanınmış olduğu ekselanslarının lütfen anlayacaklarını umarım. Hem bu esasları ve hem de yabancı misyonların Cumhuriyet Hükûmeti’yle doğrudan doğruya ve sürekli temasta olmalarının gerek yabancı devletlerin, gerekse Türkiye’nin yüce çıkarlarına olacağı gözönünde tutularak, bu misyonların mümkün olan en kısa zamanda Ankara’ya taşınacaklarını umarım. Derin saygılarımın kabulünü rica ederim Ekselans (İmza) Dr. Rüştü”.


Nisan 1925’te İngiltere Elçiliğinin hazırladığı rapora göre Ankara’da bina yapımı konusunda birçok zorlukla karşılaşılması kuvvetle muhtemeldi. Özellikle kalifiye işçi yetersizliği ve sıtma hastalığı dolayısıyla dışarıdan getirilen işçilerin sağlıksız koşullara maruz kalması en önemli problemlerdendi. İşçilerin kalabileceği yer olmadığından inşaat sırasında onlara barakalar inşa edilmesi gerekecekti. Ayrıca taşıma maliyetleri çok yüksek olduğundan en iyi çözüm bir kamyon satın alınması olarak görülmekteydi.


5 Aralık 1925’te The Times Ankara’nın bir yıllık gelişimini anlatan uzun bir habere yer veriyordu. Buna göre 12 ay öncesinde Ankara’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmaya devam edip etmeyeceğine dair bazı spekülasyonlar yapılsa da, bugün ulusal ağırlık merkezinin Boğaz kıyılarından Anadolu kıyılarına aktarıldığına dair kuşku yoktu. Geçen yıla nazaran pek çok ilerleme kaydedilmişti. (The Times, “Yeni Türk Başkenti: Ankara’nın Bir Yıllık Gelişimi”, 5 Aralık 1925, s.11)


Lindsay de artık İstanbul'da geçici olduklarını anlamaya başlamıştı. “Kordiplomatik, birçok başkentte, bukalemun gibi çevresinin rengini yansıtır. Burada da öyle bir heyet olarak bizler, maalesef bir depresyon geçiriyoruz. Sıkıntı, eziklik ve korkunç bir şaşkınlık içindeyiz. Ankara’nın gölgesi üstümüze uzanıyor. Hepimiz bundan başka başka etkileniyoruz... Hepimizi, burada geçici olduğumuz düşüncesi sarıyor. Gelgitte suyu çekilmiş o eski şanlı deniz kıyısında, kayalıkların oyuklarında, susuz, kupkuru kahvermiş bir İstakoz sürüsü gibiyiz... Yıllardan beri, adlarımızı içeren resmi bir kordiplomatik listesi basılmış değil. Doğru dürüst birbirimizi bile tanımıyoruz. Unvanlarımız bile pek değişik...” diyordu.


5 Temmuz 1926’da,Türkiye Hükümeti, Çankaya'da Cumhurbaşkanı Köşkü’ne yakın olan Salih (Bozok) Bey’e ait  araziyi satın alarak İngiltere’ye devretti. Ancak arazi üzerindeki elçilik binası inşaatı yavaş gidiyordu.


Atatürk'ün İngiliz Elçisine oyunu


Yeni İngiliz Büyükelçisi Clerk, İstanbul’da oturuyor ve İngiltere’nin millî günü demek olan kralın doğum yıldönümü davetlerini de İstanbul’da veriyordu. Bu önemli gün 3 Haziran’a rastlıyordu. Kralın doğum günü resepsiyonunun İstanbul’da verilmesinin siyasal anlamı da vardı. İngiltere, Türkiye’nin başkentini tanımıyor ve İstanbul’u hâlâ payitaht gibi görüyordu.


Büyük dahi Atatürk, İngiltere’nin bu tutumuna bir son verme zamanı geldiğini düşünmüştü: Türkiye’deki yabancı misyon şeflerini 1 Haziran 1929 günü, Ankara’da, Çankaya’da yeni köşkünün bahçesinde garden-partiye çağırdı.


İngiliz Büyükelçisi müşkül durumdaydı, 1 Haziran’da Atatürk’ün partisine katılsa ya İstanbul’da kralın doğum günü partisi yapılamayacak, yapılsa partide bulunamayacaktı. Kralın doğum günü resepsiyonunu o yıl Ankara’da yapmaktan başka çaresi kalmadığını bakın nasıl anlatıyor: “...Bu davet (Atatürk’ün daveti) beni pek zor bir durumda bıraktı. Daveti reddetmek elbette imkânsızdı. Daveti kabul etmek ise majestelerinin (kralın) doğum günlerini kutlamak için her 3 Haziran günü verdiğimiz geleneksel garden-partimizi düzenlememe imkân bırakmıyordu. Çünkü 2 Haziran akşamı Ankara’dan ekspres tren yoktu... Cumhurbaşkanının partisinden erken ayrılıp doğruca istasyona koşamazdım. Bunu göze almak, Türkleri en duyarlı yerlerinden rencide etmek olurdu. Ülkenin başkenti Ankara’ya bundan daha açık saygısızlık olamazdı. Bu durumda, istemeye istemeye, yıllardan beri sürdürdüğümüz uygulamadan ayrılmaya ve majestelerinin doğum günü resepsiyonunu İstanbul yerine Ankara’da düzenlemeye karar verdim...


Elçilik inşaatı 1931’de tamamlandı. Ancak Clerk hala Ankara’da tam kalmıyor, zamanının bir kısmını Pera’da geçirmeye devam ediyordu. 

  

14 Ağustos 1933'de Clerk’in yerine Mısır Yüksek Komiseri Sir Percy Loraine atandı. İngiltere Dışişleri Bakanlığı Ankara'yı başkent olarak kabul etmeme inadından NİHAYET vazgeçerek Loraine'e Ankara'da oturması talimatını verdi.  2 Ağustos 1914'de başlayan İngilizlerle sıcak ve soğuk, psikolojik ve stratejik savaşlar, mücadeleler ve  çekişmeler, taktiksel karşılıklı hamlelerle tam 19 yılık sürecin kazananı kesinlikle Atatürk olmuştu.  


Er Musa olayı


1934 yılı Temmuz ayında İngiltere’nin Akdeniz filosu, Ege’de dolaşırken dört İngiliz askeri tekneyle kumsalını beğendikleri Kuşadası’nın Dipburun yöresindeki Kanapiçe Koyuna denize girmek için çıplak halde gelirler. İngiliz Denizciler karaya çıkarken  Gümrük Muhafaza Alayına bağlı Dipburun Karakol eri Balıkesirli ER MUSA, “Dur! Teslim ol!” diye uyarır ama İngiliz askerleri bu uyarıyı dinlemeyip kaçarlarken Balıkesirli Er Musa tüfeğinin tetiğini arka arkaya çeker. İngiliz subaylarından birisi hayatını kaybeder. Diğeri de yaralanır, tekne kaçıp gider


Kuşadası Kaymakamı Dilaver Argun Ankara’yı bilgilendirir. Ankara’dan talimat gelmesi beklenirken, bir İngiliz savaş gemisi Kuşadası Limanı’na demirler. 2 İngiliz subayı karaya çıkıp, Kaymakamın makamına gider. Kaymakamdan askerlerin hesabını sormaya çalışır. Burnu büyük İngilizler öfkelidirler. Er Musa'nın kesinlikle cezalandırılması ve tazminat verilmesini isterler. Kaymakam  “Türk sularına izinsiz girilmesi nedeniyle görevin yapıldığını” bildirir.

O sırada Ankara dışında olan Atatürk olayı öğrenir “Türk askeri, kendisine düşen vazifeyi yapmıştır” der, yaveri Cevat Abbas’a Ankara’ya iletilmek üzere şu emri verir: "Görevini yaptığı anlaşılan Türk eri Balıkesirli Musa, yerinden alınamaz ve cezalandırılamaz. Gerekirse Musa için İngiltere ile savaş göze alınır. Şimdi Ankara'ya hareket ediyorum. Ege’de kısmi seferberlik emri veriyorum."


Kuşadası Kaymakamı Dilaver Argun, Ata'nın bu çıkışı ile ilgili olarak sonradan şöyle konuşacaktır: "Bu emir, bu haysiyetli ses, beni ağlattı. Bütün yorgunluğumu alıp götürdü. Genç bir kaymakam olarak, bütün benliğim gurur ve iftiharla sarsılıyordu. O günden bu yana birçok valilik ve müsteşarlıklarda bulundum. Atatürk'ün görev aşkını koruyan bu laflarını başka kimseden duymadım ve sözleri hiç unutmadım."


Ege bölgesindeki birlikler kısmi seferberlik durumuna geçirilir. Donanmadan Kocatepe torpidosu Kuşadasına gelir.


Ölen İngiliz askeri için, İngilizlerin pek çok prensip ve detay açısından eksik bulduğu ortak bir tören  21 Temmuz’da yapılır. Türk hükûmetinin ihtiyari olarak ölenin akrabalarına 2000 poundluk tazminat önermesi ile olay kapatılır. Hükûmet Kaymakam Dilaver Argun’a bir takdirname ve para ödülü gönderir. 

Grey Wolf – Bozkurt kitabı

Araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı der ki: “Atatürk'e yöneltilmiş hiçbir kötüleme yoktur ki o daha önce bir İngiliz Psikolojik Savaş Dairesinin propaganda yapıtında yer almış olmasın… Yani bunların Atatürk'e yönelik sövgüleri bile orijinal değil. Kendi beyinlerinin ürünü değil.”

İngiliz İstihbaratçı Harold Courtenay Armstrong, tarafından  İngiltere’de 24 Ekim 1932’de yayınlanan Grey Wolf, Mustafa Kemal an Intimate Study of a Dictator, adlı kitap da bunun bir örneği. Atatürk'ü her türlü aşağılamalarla dolu. Latife Hanım, Zübeyde Hanım, Afet hanım, kız evlat edindikleri, özel hayatı, gece hayatı da var...Atatürk bu kitabı derhal çevirtiyor ve 8 Aralık 3932'de Akşam Gazetesinde 12 gün süresince, suçlamaları da alıntılayarak, bu yalanları yanıtlıyor. Benzer yalanlar 3 yıl sonra ortaya çıkan Rıza Nur'un el yazması hatıraları denilen yazılara da "sonradan" eklenmiş. 

<iframe width="538" height="451" src="https://www.youtube.com/embed/arbdgktosYA" title="YouTube video player" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen></iframe>

Armstrong Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkler tarafından tutuklanmış ve savaş tutsağı olarak cezaevine konmuştur. Savaşın ilk yıllarında gerçekleşen bu tutuklamanın etkisi ile olsa bu ve diğer kitaplarında Türkiye’ye ve yeni Türk liderlerine karşı saldırgan bir tavır sergilemiştir. Armstrong’a göre yeni Türk rejimi Mussoli’nin İtalyası ile benzeşmekteydi ve Mustafa Kemal Paşa dönemin diktatörleri içerisinde en keskin olanı idi.

Olay o zamanlar İngilere'nin Ankara Büyükelçiliğinde iki ülke arasında yeni düzelmeye başlayan ilişkilere zarar verebileceği düşüncesiyle tedirginlik yaratmış ve sürekli İngiltere Dış İşleri Bakanlığına gelişmeler rapor edilmiştir. 

Örneğin Ankara’dan James Morgan imzasıyla İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Doğu İşleri Şubesi’nden Helm’e gönderilen bir yazıda, Türk Dışişleri’nin ve resmi çevrelerin Armstrong’un kitabının İngiliz görüşünü temsil eden bir kitap olduğuna inanmadıkları söylediklerini ama sıradan bir Türk’ü kitabın üzmediğini söylemenin güçlüğüne değinerek Konsolos Morgan bu konunun tamiri için şunları öneriyordu: Eğer mümkün olursa İngiltere’de Ankara’nın kabaran hislerini yatıştırmak için bir şeylerin yapılmasını görmek istediğini, kitabın Ankara’da hâlâ eleştirilen bir konu olduğunu belirtilerek, bu konuda kitabın yarattığı olumsuz havayı yumuşatmak için bir şeyler yapmanın Türklerden çok İngilizlere düştüğüne işaret ederek; ileri gelen bir İngiliz’e Mustafa Kemal Paşa ile görüşme yaptırarak Paşa’nın yaptığı işlerin hakkıyla anlatılması ve takdir edilmesini veya tanınmış birisine bir makale veya mektup yazdırarak Grey Wolf’ta yazılanların doğru olmadığını ve Mustafa Kemal Paşa’yı gerçekten tanıyan bir şahsın kendi deneyimlerinden hareketle Gazi’nin bir asker ve lider olarak dehasını ortaya koyması neden olmasındı. Morgan, bütün bunların Ankara’da olumlu etkiler yapabileceğine inanıyordu. Morgan, muhtemelen George Young’un bu tür bir kitabı yazabileceğini ve bunun Türklerin gururunu okşayacağını bildiriyordu.

Armstrong’un kitabı dışında Mustafa Kemal Paşa ile ilgili olarak, İngiliz Dışişleri’ni rahatsız eden diğer bir yazı ise 1934 yılında New Britain adlı bir dergide yayınlanmıştır 26. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri New Britain’ı uyarmıştır. Derginin o günkü editörü olan C.B. Purdon ile yapılan görüşmede, Purdon kendisinin izinli olduğu bir döneme rastlayan bu yayının gözden kaçtığını ve kazara böyle bir yazının yayınlandığını söyleyerek, bundan sonra bu tür bir olayın olmayacağı sözünü vermiştir.

Bu konuda geniş bilgiler ayrı bir yazımızda anlatılmaktadır. OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Atatürk ve İngiltere Kralı


İngiltere ve Türkiye artık resmi alanda dost olunca İngiltere Kralı 8. Edward ve sevgilisi dul Wallis Simpson Atatürk’ün misafiri olarak 1936 yılı Ekim ayında İstanbul’a yatla geldiler.


Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk de rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalı idi. Kralın bindiği motor inip kalkıyordu. Kral rıhtıma çıkarken eli yere değdi. O sırada Atatürk de kıralı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendile elini silmek istediği anda Atatürk:

Vatanımın toprağı temizdir, elinizi kirletmez! diyerek,elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. (Anlatan: Vasfi Sertdemir. Derleyen: Ahmed Hidayet Reel, Atatürk’e Ait Hatıralar, Cumhuriyet Matbaası İstanbul 1949, s.139)


Atatürk ile misafirleri İngiltere Kralı 8. Edward ve sevgilisi dul Wallis Simpson  bulundukları geminin güvertesinden Moda’da yapılan deniz yarışlarını seyrediyorlardı. Bir ara bayan Simpson elindeki dürbünü ile yerinden kalktı, güvertenin diğer ucuna doğru yürürken, Kral da Atatürk’ü başı ile selamladı, sevgilisinin arkasından O’nu takip ederken Atatürk yanındakilere eğilerek:

-“Kralın, madama karşı zaafı olduğunu görüyorum. Korkarım ki tahtını bu kadın yüzünden kaybedecek.” dedi.


Aradan iki ay geçmeden 8. Edward, Bayan Simpson yüzünden tahtan feragat etti.


Montrö Boğazlar Sözleşmesi


Türkiye, Lozan Antlaşması'yla birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesi'nin getirdiği kısıtlamalardan dolayı sürekli endişe içinde bulunuyordu. Sözleşmenin imzalandığı tarihlerde güncelliğini koruyan silahsızlanma ümitlerine güvenen Türkiye'nin silahlanma yarışının tekrar başlamasıyla duyduğu huzursuzluk giderek artmıştı. Türkiye, duyduğu bu huzursuzluğu ve Boğazlar'ın statüsünde değişiklik yapılması yolundaki teklifini konu ile ilgili imzacı devletlere duyurduğunda  farklı kutuplarda yer almaya başlayan bu devletlerin hemen hepsinden O ZAMANKİ ULUSLARARASI SAYGINLIĞINDAN DOLAYI ortak bir anlayış görmüştü. İngiliz Dışişleri Bakanlığının 23 Temmuz 1936 tarihli bir notasında konu hakkında şu görüşlere yer verilmiştir: "Türkiye'nin Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesi ile ilgili isteği haklı kabul edilmektedir."

Boğazların statüsü ve gemilerin geçiş rejimi ile her zaman yakından ilgilenen Birleşik Krallık'ın Türkiye'yi desteklemesine paralel olarak Balkan Antantı Daimi Konseyi'nin 4 Mayıs 1936'da Belgrad'da yaptığı toplantıda Türkiye'nin teklifini destekleme kararı alınmıştır. Daha önce Sovyetler Birliği ile yapılan saldırmazlık antlaşması uyarınca Sovyetler Birliği'nin de desteği alınmıştır. Türkiye'nin girişimi Lozan Boğazlar Sözleşmesi'nin diğer akitleri tarafından da kabul edilince 20 Temmuz 1936'da Bulgaristan, Fransa, Büyük  Britanya, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Türkiye tarafından imzalanan yeni Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye'nin kısıtlanmış hakları iade edilmiş ve boğazlar bölgesinin egemenliği Türkiye'ye geçmiştir. İsviçre'nin Montrö (Montreux) kentinde düzenlenen Sözleşme 9 Kasım 1936'da yürürlüğe girmiştir. Günümüzde de yürürlüktedir.

Türkiye’nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye’ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir. Montrö, Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi olup Karadeniz’i barış denizi yapan sözleşmedir.

26 Temmuz 1936, Montrö'nün imzasından 6 gün sonra ünlü Amerikan gazetesi New York Times "Türkler Boğazların Anahtarını Aldı" başlığı altında Montrö'yü anlatıyor: 

montrö New York Times 26 Temmuz 1936

Akdeniz ve Karadeniz arasında yer alan ve Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi  ile Boğaziçi'nden oluşan, son savaşta uzun uzadıya çatışmaların yer aldığı Gelibolu ile Truva Harabelerinide içine alan  bu dünyanın en tarihi su yolunun kontrolü, ticari ve stratejik anlamda uluslararası kontrolden Türk kontrolüne geçti ki Türk kontrolü demek modern askeri bilimlere göre yenilenecek tahkimat demek...  Boğazlarda egemenlik değişmemiş oluyor. Egemenlik Türkler, İstanbul'u fethettikleri 1453 yılından beri kimde idiyse öyle kalacak. Yani şimdiye kadar kısıtlı olan egemenlikleri, artık mutlak hale geldi ve Türkiye, kendi mirasının tartışmasız efendisi oldu...Karadeniz'e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemileri savaş zamanında ya Milletler Cemiyeti (günümüzdeki Birleşmiş Milletler'in temeli sayılabilecek bir organizasyon) adına ya da Cemiyet  tarafından kabul edilmiş Türkiye dahil bölgesel bir antlaşmaya (antanta) göre hareket etmesi kaydıyla Boğazlardan geçebilecekler. Bu laf kalabalığının önemi gerçek olaylara uygulanabilirliğinde yatmaktadır... 

Gazete yazısının da işaret ettiği gibi  Montrö, Türkiye’nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşme olmuş. Türkiye’nin II. Dünya Savaşında tarafsızlığını korumasının sigortasını oluşturmuştur.

Nitekim 1941'de İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler Alman donanmasını Boğazlardan Karadeniz'e geçirmek istedi.  Ama zamanın Cumhurbaşkanı İnönü, ortada Montrö Sözleşmesi var diyerek Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından savaş gemisi geçirebilmelerinin mümkün olmadığı yanıtını verdi. Bunun üzerine, Hitler düşündü taşındı, Fatih Sultan Mehmet'in karadan yürüterek Haliç'e kadırga indirmesi gibi, Avrupa'yı boydan boya yürüterek, Karadeniz'e denizaltı indirmeye karar verdi. Efsanevi U-Bot'ların dizaynında değişiklik yaptırttı. Daha küçük, daha hafif, 42 metre boyunda, 4 metre eninde, 270 ton ağırlığında, altı adet özel denizaltı ürettirdi. U9, U18, U19, U20, U23, U24 adlı denizaltıları tek parça halinde taşımak imkansızdı. Parçalara ayrıldılar. Hamburg'tan römorkörlerin çekeceği özel dubalara yüklediler. Elbe Nehri üzerinden Dresden'e getirdiler. Dubalardan indirip, kamyonların çekeceği yirmi tekerlekli devasa dorselere yüklediler, karayoluyla Ingolstatdt'a getirdiler. Dorselerden indirip, yine dubalara yüklediler, Tuna Nehri üzerinden Romanya Köstence'ye getirdiler. 2 bin 300 kilometre taşıdılar, 11 ay sürdü. Monte ettiler. Karadeniz'e indirdiler. Savaş sonunda kaçarak Türk karasularına geldiler. Boğazlardan geçmek istediler. İnönü yine yapamayız dedi. Mürettebatları mecburen denizaltıları batırıp teslim oldular. Montrö olmasaydı, Alman savaş gemileri ve denizaltılarının Boğazlardan geçmelerine izin verilse ikinci bir Göben-Breslau (Yavuz-Midilli) olayı yaşanacak, izin verilmese Türkiye taraf tutmuş Müttefikler tarafında savaşa katılmış olacaktı. Montrö olmasaydı, Türkiye ikinci dünya savaşına katılmaktan kurtulamaz, Karadeniz günümüze kadar barış denizi olarak kalamaz, Türkiye yine yangın yerine dönerdi.

İngiltere'nin Ankara Büyükelçisine göre Atatürk

 İngiltere Kral 6. George, Atatürk Türkiyesi'ne büyük değer veriyordu. Yaklaşan 2.Dünya Savaşı'nda, Türkiye 'nin mutlaka İngiltere'nin yanında yer alması için büyük gayret gösteriyordu. İlişkileri sıcak tutmaya çalışıyordu. Bu arada da Atatürk'e bir armağan vermek ister. En üst düzeyde verilen bir armağan, üstü pırlanta ve elmaslarla bezenmiş, "diz bağı nişanı ". Bürokratlar bunu vermeyi düşünüyorlar.

İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Loraine Lyham'a (1880-1961) sorarlar. Kesinlikle karşı çıkar: "Kabul etmez, yabancı bir ülkenin nişanını katiyen takmaz, kıymetli taşlarla bezenmiş pahalı hediyelere karşıdır. 'Beni kiminle karıştırıyorsunuz?'diye tepki kor, İlişkileri bile tehlikeye atabilirsiniz!" der.

Bunun üzerine, bir başka formül ararlar. "Oxford veya Cambridge Üniversitelerinden biri acaba Atatürk'e, barış konusunda tüm dünyaya yaptığı katkılar nedeniyle bir "doktora" payesi verebilir miydi? Her iki rektör de "memnuniyetle " derler. Yalnız bizler bin yıllık, gelenekleri olan üniversiteleriz. Doktora diplomasını burada, üniversitede veririz, doktora cübbesini de rektörümüz burada, Üniversitede giydirir!" derler. Loraine: "Gitmez ki!" diye yanıt verir.

Kral, "Peki ne verelim!" diye sordurur. Loraine'den yanıt: "Kitap verin! Onu büyük bir keyifle alır! "

Kral, bunun üzerine büyük bir jest yapar, Çanakkale'de bulunmuş, iki tarihçi generale, "Gallipoli Wars - Gelibolu Savaşları" diye bir kitap yazmalarını, bu kitapta "Mustafa Kemal'e neden ve nasıl yenildiklerini anlatmalarını" ister. 

Yazılan kitabın kapak içi: "Büyük bir Kumandan, asil bir düşman ve alicenap bir dost şerefine, Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretlerine, Haşmetli İngiltere Kralı'nın Hükümeti tarafından takdim edilmiştir." Percy Loraine

Aynı Büyükelçi'nin Atatürkün ölümü üzerine  İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Frederick Lindley Wood'a 25 Kasım 1938'de gönderdiği gizli rapor:

G İ Z L İ

Telgraf No: 608 İngiltere Büyükelçiliği Ankara, 25 Kasım 1938
"Aziz Lordum,

Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.

Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşar tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım.

Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.
Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır.

Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.
Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine'deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

Sanırım bunu temelde “çift karakterlik” olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C. Armstrong ‘un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır.

Bu tespiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlikle anlatabileceğime inanıyorum.
Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip -bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.

Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.

Atatürk’ün bütün kişiliğinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemiyle bağdaşmamaktadır.

Zira bir iki yıl içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) Özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır. Sadece birkaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.

Atatürk, Batı’da “yes-men” ve uzun süredir Türkiye’de “evet efendimci” olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu.

Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi.

Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hâkim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hâkimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu.
Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse evet başarılı olmuştur.

Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdik liginin bir başka parçasıydı.

Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidat sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı.

Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.

Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkârınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım.

Percy Loraine"


SONSÖZ

TÜRK, budalalıkların yükü altında ezilmiş, suçlarla lekelenmiş, kötü yönetim yüzünden çürümüş, savaşta yenilmiş, bitmez tükenmez felaketler, savaşlarla çökmüş, çevresinde İmparatorluğu paramparça olmuştu. Ama O halâ canlıydı. Göğsünde dünyaya meydan okumuş ve yüzyıllar boyunca bütün istilâcılara karşı başarıyla savaş vermiş bir ırkın kalbi çarpıyordu. Elinde yine modern bir ordunun donanımı ve başında, kendisi hakkında bildiğimiz kadarıyla, kıyametin dört ya da beş olağanüstü insanıyla boy ölçüşebilecek kıratta bir Başkumandan vardı. Dünya yasasına düzen verecek adamlar Paris'in duvarları kumaş kaplı, yaldızlı salonlarında toplanmışlardı. İstanbul'da Müttefik filolarının topları altında çalışan bir kukla hükûmet bulunuyordu. Ancak Türkün anayurdu Anadolu'nun sarp tepeleri üzerinde bir avuç yoksul insan, kaderlerinin bu şekilde tayin edilmesini kabul etmiyorlardı. Şu anda, bir açık ordugâh ateşi önünde, bir mültecinin eski püskü elbiseleri altında oturan, yüce bir şövalyelik ruhuydu.' (The World Crisis Vol. 4: 1918-1928: The Aftermath  by Winston S. Churchill. Amazon. March 26, 2015)


Bugünün emperyal uşakları “İngilizlerle savaşılmadı” diyerek zaferi küçümsemeye çalışırlar. Her Türk evladının onlara şu soruyu sorması gerekir: “Nasıl oluyor da İngilizler tek kurşun atmadan Türkiye'yi ve İstanbul’u işgal edebildiler?


Savaş sadece topla, tüfekle, vb. iki ordu düzeyinde gücün muharebeye girişmesi değildir. Savaşın anlamı mücadeledir.  Yenmek üstün gelmek, üstünlük sağlamak demektir. Örneğin pandemi ile savaşta top, tüfek var mı? Savaşta da, barışta da gerekli olan akıldır. Akıl olmadan top, tüfek  neye yarar? Kaldı ki yukarıda açıklandığı gibi İşgal ordularından Yunanlılarla olduğu büyüklükte olmasa da İngilizlerle ve Fransızlarla da önemli çatışmalara girilmiştir. 


Bir müsabakada hakemin bütün olumsuz çabalarına, kararlarına karşın rakibi yenmek mümkündür. Atatürk önderliğinde Türk ulusu da aynen öyle yapmıştı.


Kaynaklar:

Gandhi’nin “Tanrı”sı ve Atatürk. Güneri Cıvaoğlu. Milliyet 12 Kasım 2019 https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/guneri-civaoglu/gandhinin-tanrisi-ve-ataturk-6077210


Ümit Doğan @tsumut71 Twitter paylaşımı. 20 Nisan 2020
https://twitter.com/tsumut71/status/1252253929301250048


Ali Galip olayı. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı. 2013 https://www.atam.gov.tr/nutuk/ali-galip-olayi


Arşiv Belgeleri Işığında Mustafa Kemal Paşa’nın Askerlikten İstifa Süreci.
Neslihan Altuncuoğlu, Abdullah Erdoğan Journal of Universal History Studies (JUHIS)• 2(1) • June• 2019 • pp. 62–71
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/741194


Mustafa Sagir. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sagir


Kânûn-ı Esâsî. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Kanun-i esasi


Düyûn-ı Umûmiye Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Düyun-1_Umumiye


Tarihten Dersler İngiliz casusu Mustafa Sagir - Altemur Kılıç.  Yeniçağ 28 Mart 2010 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tarihten-dersler-ingiliz-casusu-mustafa-sagir-12610yy.htm


İngiliz gizli belgelerinde Atatürk’ün para ilişkileri. Soner Yalçın. Sözcü. 10 Nisan 2016https://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/soner-yalcin/ingiliz-gizli-belgelerinde-ataturkun-para-iliskileri-1176677/


Mustafa Kemal İstanbul’da. Alev Coşkun. Cumhuriyet. 17 Mayıs 2019 https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/mustafa-kemal-istanbulda-1398141


Atatürk İngiliz Valisi mi olmak istiyordu. Sinan Meydan. OdaTV 07.04.2013 https://odatv4.com/ataturk-ingiliz-valisi-mi-olmak-istiyordu-0704131200.html


Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa. Süleyman Hatipoğlu, Yeditepe Yayınları 2009.


Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu. Lord Kinross. Sander Yayınları. Ocak 1972. İstanbul


İngiliz Muhipleri Cemiyeti. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, 2013 https://www.atam.gov.tr/nutuk/ingiliz-muhipleri-cemiyeti


İngiliz Muhipleri Cemiyeti. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/ingilizMuhipleriCemiyeti


Kürdistan Teali Cemiyeti. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/KürdistanTealiCemiyeti


Mustafa Sabri’nin ihanet dosyası. Sinan Meydan. Sözcü 20 Kasım 2017 https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/mustafa-sabrinin-ihanet-dosyasi-2097074/,,


Teali-i İslam Cemiyeti. Atatürk Ansiklopedisi https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/Teali-i_islam_Cemiyeti


Nutku Anlamak. Yrd. Doç. Dr. Murat Köylü. Hiperlink Yayınevi 2019.


İngiliz Subay'ın Atatürk sevgisi: Tutuklamaya gönderildi teslim oldu. Yeniçağ Gazetesi. 20.05.2020. https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ingiliz-subayin-ataturk-sevgisi-tutuklamaya-gonderildi-teslim-oldu-279939h.htm


T.C. Başbakanlık. Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Yayın No : 1- Gn. No : 060. Atatürk İle İlgili Arşiv Belgeleri (1911-1921 Tarihleri Arasına Ait 106 Belge) https://www.devletarsivleri.gov.tr/cdn?fileId=27


İttihat ve Terakki Hükümetleri’nin Divan-ı Harb-i Örfi’de Yargılanması ve
Malta Sürgünleri (1918–1921) Rıdvan Akın. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 2014/1 Doç. Dr. Melike Batur Yamaner’in Anısına Armağan Cilt I Galatasaray Üniversitesi Yayını No : 79 http://dosya.gsu.edu.tr/Docs/HukukFakultesi/TR/FakulteDergisi/GUHFD-2014_1.pdf


Sakarya Savaşından Sonra İmzalanan Türk İngiliz Esir Mübadelesi Anlaşmasının Uygulanması ve Belgeler. Arş. Gör. Mesut ÇAPA. Dergipark https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20814


Atatürk'ten Bandırma vapurunun kaptanına: “Düşman görürseniz gemiyi en yakın sahile oturtunuz!”. Hürriyet 19.05.2015  https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ataturkten-bandirma-vapurunun-kaptanina-dusman-gorurseniz-gemiyi-en-yakin-sahile-oturtunuz-29042644


Mazhar Müfit Kansu. Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber Cilt I, Ankara,1966, s.47


Milne Hattı. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Milne_Hattı


Türk topraklarında bir İngiliz oyunu: Nasturi İsyanı. enpolitik.com 7 Ağustos 2018 https://www.enpolitik.com/takvim-yapragi/turk-topraklarinda-bir-ingiliz-oyunu-nasturi-isyani-h197935.html


Şeyh Sait İsyanı, İngiltere ve Musul. Hilmi Özden. 13 Şubat 1925. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 3 Sayı 6 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/837212


Şeyh Said İsyanı. Vikipedi, özgür ansiklopedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Şeyh_Said_isyanı


Musul Sorunu. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Musul_Sorunu


Şeyh Said kimdir neden isyan etmiştir? Özdemir İnce. Hürriyet ,1 Temmuz 2005 https://www.hurriyet.com.tr/seyh-said-kimdir-neden-isyan-etmistir-331456


Mustafa Kemal’in Musul’u kurtarmak için gönderdiği Şefik Bey’in macerası. Murat Bardakçı. Habertürk. 15.06.2014 https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/958080-mustafa-kemalin-musulu-kurtarmak-icin-gonderdigi-sefik-beyin-macerasi


İngiliz Belgeleri İle Sakarya'dan İzmir'e, Bilal N. Şimşir, Bilgi Yayınevi, 9.11.2016


Dr. Selim Erdoğan, Sakarya Meydan Muharebesi Araştırmaları Facebook sayfası 28 Mayıs 2020


Akdeniz ufuklarından selamlar! “İzmir’in Kurtuluşu”.  Sinan Meydan. Sözcü 9 Eylül 2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/sinan-meydan/akdeniz-ufuklarindan-selamlar-izmirin-kurtulusu-5323250/


Carlton Club meeting. Wikipedia https://en.wikipedia.org/wiki/Carlton_Club_meeting


The Lights that Failed: European International History, 1919-1933. Zara Steiner, Oxford University Press.


Milli Mücadele Döneminde İngiliz Yüksek Komiserliği’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri İsmigül Çetin. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı https://avesis.erciyes.edu.tr/dosya?id=6b19b7e7-e7b2-42d1-8f56-a9940092570b


İstiklâl Harbi Döneminde Türk-İngiliz İlişkileri. Yrd. Doç. Dr. Mustafa Çufalı
Türkler Cilt 16  [s.263-271]


Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin-Suriye Cephesi’ne İlişkin Belgeler Işığında Genel Bir Değerlendirme Figen ATABEY, 16.12.2019 Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi Sayı: 66, s.63-90 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1183859


19 Mayıs. Murat Bardakçı. Habertürk 19.05.2014 https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/949504-19-mayis


Bir devlet operasyonu: 19 Mayıs 1919. Murat Bardakçı. Habertürk 19.05.2017 https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1499934-bir-devlet-operasyonu-19-mayis-1919


Mustafa Kemal’i Samsun’a İngilizler yollamışmış. Yılmaz Bozkurt. Devrim Gazetesi 19.5.2018 https://www.mugladevrim.com.tr/kose-yazarlari/yilmaz-bozkurt/mustafa-kemal-i-samsun-a-ingilizler-yollamismis-


Bardakçı’dan kendisini yalanlayan Atatürk kitabı. OdaTV. 13.10.2019 https://odatv4.com/bardakcidan-kendisini-yalanlayan-ataturk-kitabi-13101957.html


İngiliz’in gözü açıldığında Atatürk Samsun’a çıkmıştı. Erhan Afyoncu.   https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2020/05/17/ingilizin-gozu-acildiginda-ataturk-samsuna-cikmisti


William Ewart Gladstone. Vikipedi, özgür ansiklopedi https://tr.wikipedia.org/wiki/William_Ewart_Gladstone


Lozan gerçekleri: 100 yıllık bir antlaşma mı. Ümit Doğan. Aykırı.com, 24 Temmuz 2020   https://www.aykiri.com.tr/yazarlar/umit-dogan/lozan-gercekleri-100-yillik-bir-antlasma-mi/198/


İşgalden İhtilale Millî Mücadele Hareketinin Diplomatik Boyutu. Tekin Önal. Türkiyat Mecmuası - Journal of Turkology, 29, 'Milli Mücadele' Özel Sayısı (2019): 89-125 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/864539


Rus Diplomatik Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin İttifak Devletleri'ne Katılışı. Eray Bayramol. Türkbilig, 2019/38: 99-105. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1100475


Mustafa Kemal Paşanın Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşına girişiyle ilgili görüşlerine dair bir belge. Geliboluyu anlamak com http://www.geliboluyuanlamak.com/653_mustafa-kemal-pasanin-osmanli-devletinin-1-dunya-savasina-girisiyle-ilgili-goruslerine-dair-bir-belge.html


Kurtuluş Savaşına gizli sevkiyatın ayrıntıları hangi ismin anılarından çıktı. Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı ve Doç. Dr. Cihan Özgün yazdı..OdaTV 26.10.2020 https://odatv4.com/kurtulus-savasina-gizli-sevkiyatin-ayrintilari-hangi-ismin-anilarindan-cikti-25102051.html


İnönü, Yunan’a neler bağışlamış? Taha Akyol, Hürriyet 30 Ocak 2018 https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/inonu-yunana-neler-bagislamis-40725549


Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını kazandığı anlaşma: Lozan. Sinan Meydan. Sözcü 24/07/2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/ekonomi/turkiyenin-ekonomik-bagimsizligini-kazandigi-anlasma-lozan-1945815


Lozan Antlaşması Kesintisi Sırasında İnönü ve Lord Curzon -1923. İnönü Vakfı. http://www.ismetinonu.org.tr/lozan-antlasmasi-kesintisi-sirasinda-inonu-ve-lord-curzon-1923/


Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı). Prof. Dr. Hikmet Özdemir. Avim Blog No 2014 / 31 16.11.2014 https://avim.org.tr/Blog/ATATURK-UN-GELECEGI-SEZIS-VE-ONGORU-GUCU-1914-YILI


Lozan Barış Konferansı’nda Kapitülasyonlar Meselesi ve İsmet Paşa. Erkan Cevizliler, Seyhan Akbulut. Araştırma-İnceleme 09.10.2019 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/895166


Lozan Barış Görüşmelerinde İmtiyazlar Sorunu. Seda Örsten Esirgen https://atam.gov.tr/wp-content/uploads/05-Seda-%C3%96rsten.pdf


Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın Emriyle Yarbay Şefik Özdemir Bey’in Revandiz, Musul-Kerkük-Süleymaniye Harekâtı. ZekeriyaTürkmen. Atatürk Haftası Özel Sayısı 10 Kasım 2017 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/651179


Türk-İngiliz Savaşı. Sinan Meydan. Sözcü 4 Mayıs 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/sinan-meydan/turk-ingiliz-savasi-5790907/


İzmit ve Çevresinde İşgâl Siyaseti Sonuç ve Değerlendirmeler. Serpil Sürmeli http://www.kocaelitarihisempozyumu.com/bildiriler2/105.pdf


Çanak(kale) Krizi'nde İngiltere'nin Askeri Durumu. Kaya Tuncer Cağlayan, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, January 2017 DOI: 10.7827/TurkishStudies.11615 https://www.researchgate.net/publication/Canak_Krizi_Ingiltere'ninAskeriDurumu


The Commonwealth and the First World War https://www.nam.ac.uk/explore/commonwealth-and-first-world-war


Yunan General İoannis Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi. İlber Ortaylı. Hürriyet 19 Mayıs 2019 https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/yunan-general-ioannis-metaksasin-kehaneti-ve-inancin-zaferi-4


Kurtuluş Savaşı ile İlgili Yunan Belgeleri. Prof. Dr. İzzet Öztoprak. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayın No:228 https://dspace.ankara.edu.tr/KurtuluşSavaşıiYunanBelgeleri.pdf


İngiliz Belgelerinde İstanbul’un İşgali (16 Mart 1920). Fahir Armaoğlu Belleten, Cilt: LXII – Sayı: 234 – Yıl: 1998 Ağustos https://www.ttk.gov.tr/belgelerle-tarih/ingiliz-belgelerinde-i-istanbulun-isgali-16-mart-1920/


İngiltere’nin Yeni Başkent Ankara’yı Kabullenemeyişi ve İngiliz Büyükelçilik Binasının İnşası. Ufuk Erdem. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi Cilt: 6, Sayı: 5, 2017 Sayfa: 2193-2227 http://www.itobiad.com/tr/download/article-file/351182


Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nden Halk Fırkası'na Geçiş. Prof. Dr. İhsan Güneş AtatürkAraştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 8  https://www.atam.gov.tr/ihsan-Güneş-Müdafaa-i-Hukuk-Cemiyetinden-Halk-F1rkas1na-Geçiş.pdf


O gizli belgeler ilk kez yayınlandı. OdaTV 31.12.2013 https://odatv4.com/o-gizli-belgeler-ilk-kez-yayinlandi-3112131200.html


Hukuk Cemiyeti ve Faaliyetleri. Fahri Kılıç. AİBÜ, Eğitim Fakültesi Üniversitesi Dergisi, 11(1), 2011, 29-37 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/16831


Ankara'yı Neden Başkent Yaptım? Dr. Bilal N. Şimşir. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 20, Cilt: VII, Mart 1991 https://isteataturk.com/g/icerik/Ankara-yi-Neden-Baskent-Yaptim/578


Ali Galip Olayı Sevilay Özer Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi Volume 1 Issue 2, November 2017 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/384538


Alınamayan Gemiler: Sultan Osman I ve Reşadiye. Çanakkale savaşları http://www.canakkale.gen.tr/bilinmeyenler/b1.html


İngiliz Yarbayı Rawlinson-Mustafa Kemal Görüşmeleri Yrd. Doç. Dr. Yavuz Özdemir https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/26023


Millî Mücadele Döneminde Mustafa Kemal Paşanın Yabancı Asker, Siyasî Temsilci Ve Gazetecilerle Temas Ve Görüşmeleri (Mondros’tan Mudanya’ya Kadar) Doktora Tezi. Cemal Güven. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bilim Dalı http://acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr cemal_guven_tez.ed=y


Teşkilat-ı Mahsusa'nın Kafkasya Misyonu ve Operasyonları. Mehmet Bilgin Ötüken Neşriyat A.Ş.


Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Günleri (3 Temmuz 1919-29 Ağustos 1919) Dr. Mustafa Özyürek https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/346212


Osmanlı Devleti’nin Paris Barış Konferansı’na Davet Edilmesi ve Muhtıralar Sunması ile İlgili Tartışmalar. Mustafa Budak. İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi - Turkish Journal of History, 71 (2020/1): 445-472 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1262533


Daha önce görülmeyen 1920'deki istihbarat raporları! NetHaber


Maraş Kurtuluş Harbi Öncesi Bölgemizdeki Bölücülük Faaliyetleri. Adnan Güllü. Elbistan'ın Sesi. 08 Ocak 2018 http://www.elbistaninsesi.com/maras-kurtulus-harbi-oncesi-bolgemizdeki-boluculuk-faaliyetleri-makale,4647.html


Kudüs böyle düştü. Sinan Meydan. Sözcü. 11 Aralık 2017 https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/kudus-boyle-dustu-2126624/


Atatürk’ün isyan raporları. Sinan Meydan. Sözcü. 18 Eylül 2017 https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/ataturkun-isyan-raporlari-2014410/


Vahdettin'in Atatürk'e verdiği Samsun talimatı. Murat Bardakçı. haber 7 https://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/2629068-vahdettinin-ataturke-verdigi-samsun-talimati


100 yıl önce işgalcilerin İzmir'i ele geçirme rüyası. Nurya Yardımcı, Mikail Sevinç  TRT Haber. 15 Mart 2020 https://www.trthaber.com/haber/gundem/100-yil-once-isgalcilerin-izmiri-ele-gecirme-ruyasi-466746.html


Sykes-Picot Anlaşması. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Sykes-Picot_Anlaşmas1


İstanbul'un İşgali Ve İşgal Dönemindeki Uygulamalar (13 Kasım 1918-16 Mart 1920) Dr. Zekeriya Türkmen Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Cilt: XVIII Temmuz 2002 Sayı: 53 https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Zekeriya-TüRKMEN- istanbulun-işgali-1918-16-Mart-1920.pdf


Mütareke Döneminde İngiltere'nin Güneydoğu Anadolu Politikası Doç. Dr. Selçuk Ural. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 39, Mayıs 2007, s. 425-463 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/20585


Mondros’tan Ankara Anlaşması’na İskenderun-Antakya Bölgesinin Durumu, İşgallere Karşı Mustafa Kemal Paşa’nın Tepkisi ve Tayfur (Sökmen) Bey’in Faaliyetleri (1918-1921). Yahya Yılmaz. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/414949


Osmanlı'dan Devraldığımız Borçlar. Mahfi Eğilmez https://www.mahfiegilmez.com/2011/12/osmanlidan-devraldigimiz-borclar.html


Boğazlar Komiayonunun Kuruluşu ve Faaliyetleri (1924-1936) Doç. Dr. Abdurrahman Bozkurt MHB, Yıl 37, Sayı 1, 2017, 1-28 https://cdn.istanbul.edu.tr/file/1CD58DF90A/E09E1D8F96294BDCAC5D70F9398311AC?doi=


Montrö Boğazlar Sözleşmesi. Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/MontröBoğazlarSözleşmesi


Montrö. Yılmaz Özdil. Sözcü 27 Mart 2021 https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/montro-6337451/


Sarı Paşa’nın Dediği Olmuştu Yine.   Kaya Boztepe. Bütün Dünya Dergisi. Sayı 2019/09 sh. 23 http://www.butundunya.com/pdfs/2019/09/2019-09.pdf


Türkiye - İran Sınır Meseleleri: 1913-1939 Seçil Özdemir. Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı. Yıl 18 Bahar 2020 Sayı 28 ss. 163-188 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1207215


Şeyh Sait İsyanı ve Devrim Kanunu. Sinan Meydan. Sözcü Gazetesi. 25 Şubat 2019 https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/sinan-meydan/seyh-sait-isyani-ve-devrim-kanunu-3666604/


Lawrence’ı bırak Noel’e bak! Soner Yalçın. Sözcü. Gazetesi. 19 Ekim 2014 https://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/lawrencei-birak-noele-bak-625257/


Taylan Sorgun, İmparatorluktan Cumhuriyet’e  (Fahrettin Altay Paşa Anlatıyor) Kamer Yayınları 1998


Kemal Laughs at Britain. Sends Thanks for 40,000 Rifles the Armenians Surrendered. New York Times Jan. 6, 1921 https://www.nytimes.com/1921/01/06/archives/kemal-laughs-at-britain-sends-thanks-for-40000-rifles-the-armenians.html


Padişah Vahdettin olayı: Yalanlar, saptırmalar, pespayelikler. Alev Coşkun. Cumhuriyet 26 Ocak 2019  https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/alev-coskun/padisah-vahdettin-olayi-yalanlar-saptirmalar-pespayelikler-1219151


Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, Mazhar Müfit Kansu, Cilt 1, Türk Tarih Kurumu, 4. Baskı, 1997 ISBN: 975-16-0906-2, Sayfa:418


Filistini Mustafa Kemal mi kaybettirdi? Bülent Pakman. Mayıs 2015  https://bpakman.wordpress.com/ataturk/filistin-m-kemal/


İngiliz Büyükelçiye göre Atatürk. Bülent Pakman. Haziran 2019 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/8056-2/ingiliz-buyukelciye-gore-ataturk/


Mustafa Kemal İngiliz istihbarat raporlarında. Bülent Pakman. Kasım 2019. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/istanbulda-milli-direnise-on-hazirlik/ataturk-ingiliz-raporlari/


Mustafa Kemal Kilis’te- 28 Ekim 1918. Bülent Pakman. Şubat 2016. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/kilis1918/


Mustafa Kemal’in Adana’da Direniş Çalışmaları. Bülent Pakman. Mayıs 2019. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/ataturk-adanada/


Osmanlı’nın Milli Mücadele’ye İhaneti. Bülent Pakman. Ocak 2015. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/


İstanbul’da Milli Direnişe Ön Hazırlık. Bülent Pakman. Mayıs 2019 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/istanbulda-milli-direnise-on-hazirlik/


Atatürk Samsun’a giderken yetkilerini kendisi belirlemiş. Bülent Pakman. Mayıs 2020 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/istanbulda-milli-direnise-on-hazirlik/ataturk-samsuna-yetkileri/


Türk Ordusunun İstanbul’a Girişi, Çanakkale, Trakya’nın kurtarılışı. Bülent Pakman. Temmuz 2014. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/turk-ordusunun-istanbula-girisi/


Atatürk’ün hayatından kesitler. Bülent Pakman. Eylül 2010 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/ataturk-hakkinda/


Dürrizade Fetvası. Bülent Pakman. Mayıs 2010 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/durrizade-fetvasi/


Mustafa Sabri Efendi. Bülent Pakman. Aralık 2013. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/mustafa-sabri-efendi/


Atatürk'ün hayalindeki ülke. Bülent Pakman. Aralık 2020. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/8056-2/ataturkun-hayalindeki-ulke/


Vahdettin hain miydi? Bülent Pakman Mayıs 2017.  https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/vahdettin-1919/


Vahdeddin 15 yıllığına İngiliz Sömürgesi olmak istemiş. Bülent Pakman Kasım 2015 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/vahdettin-1919/vahdeddin15-yilligina-ingiliz-somurgesi-olmak-istemis/


Lozan’da 12 Ada görüşmeleri. Bülent Pakman. Temmuz 2015  https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/eski-turk-devletleri-turk-yurtlari-turk-topluluklari/eski-turk-devletleri/osmanli-devleti/osmanlidan-once-12-ada/22331-2/


İskilipli Atıf Hoca. Bülent Pakman. Mayıs 2012. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/cumhuriyetin-kurulusunda-ataturk/iskilipli-atif-hoca/


Osmanlı’nın batışı. Bülent Pakman. Ağustos 2020 https://bpakman.wordpress.com/osmanli-devleti/osmanlinin-batisi/


Lozan’da İstanbul’un Tahliyesi Meselesi. Sercan Yılmaz, Türkçe Tarih,


Kazım Karabekir Anlatıyor. Uğur Mumcu. UM:AG Araştımacı Gazetecilik Vakfı. 1999.

Montrö. Bülent Pakman Şubat 2022 https://wordpress.com/post/bpakman.wordpress.com/36234

Sonyel, R. Salâhi. Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, /Ankara: AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Koza Basımevi 2010. 

Grey Wolf – Bozkurt kitabı. Bülent Pakman. Eylül 2018. https://bpakman.wordpress.com/yurdum/turkiye-amerika-iliski/grey-wolf-bozkurt-kitabi/ 

Bülent Pakman. Şubat 2021. Son ekleme Ekim 2022. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntılanamaz.


OLYMPUS DIGITAL CAMERA   Bülent Pakman kimdir?

Atatürk ile ilgili yazılarımız:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder