29 Eylül 2023 Cuma

Sultan 2. Abdülhamid han kimdir?


 Giriş

Dinciler, karşı bir siyasi tavır geliştirmek amacıyla, Atatürk’e alternatif olarak Osmanlı padişahı 2. Abdülhamid’i getirmeye çalışıyorlar. Ancak Abdülhamid yaşamı boyunca, Atatürk’ün “A”sı bile olamamıştır. Sultan Abdülhamid yanlışlıkları, beceriksizlikleri, korkaklıkları, öngörüsüzlükleri, başarısızlıkları, koltuğunu düşünmesi sonucu ülkeye yaşattığı felaketlerle dolu bir yönetim örneğinden öteye gidememiştir.

İstanbul’da ilk genelev Abdülhamit döneminde açılmıştır. İlk rakı, bira, viski fabrikası Abdülhamit döneminde kurulmuştur. Dinciler Abdülhamid’i yüceltmek için GATA’ya onun adını verirken onun rom içtiğini görmezden gelirler. 

Abdülhamit İslamcılık diye bir ideolojiyi benimser gösterilmektedir. Halbuki Abdülhamit zamanında tüm İslam alemi esaret altındadır, sadece İran bağımsız bir İslam devletidir.

Destekçilerini devlete atayarak Osmanlı yönetimini İngiliz derin devletinin eline terk etmiştir. 

Ayrıntılar aşağıdaki bölümlerde:

1 – Sultan 2. Abdülhamid Kıbrıs’ı neden ve nasıl sattı?  

2 – Sultan 2. Abdülhamit devleti yabancılara teslim etmişti

3 – Payitaht TV Dizisi

4 – Sultan 2. Abdülhamid Theodore Herzl’i kovdu mu?

5 – Sultan 2. Abdülhamid ve Rothschildler

6 – Sultan 2. Abdülhamid içki içerdi

7 – Sultan 2. Abdülhamit’in serveti

8 – İslamcı Abdülhamit ve İslamcı muhalefet

9 – II. Abdülhamit Donanmayı çürütmüş

10 – II. Abdülhamid’in utanç anıt

11 – 33 Yıllık Abdülhamid devrinin ekibi

12 – Sultan Abdülhamid’in idam ettirdiği erler Halim ve  Abbas

BÖLÜM 1 – Sultan 2. Abdülhamid Kıbrıs’ı neden ve nasıl sattı?

2. Abdülhamit döneminde topraklarımız savaşarak kaybedilmedi bu doğrudur, ya can güvenliği garantisi ya da para karşılığında satılmıştır.

Sultan Abdülhamid İngiltere’ye niçin sığındı?

Hüseyin Çelik, AKP hükûmetlerinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı görevlerinde bulunmuş olan Atılım Üniversitesi Öğretim Üyesi, anlatıyor:

Doksanüç Harbi olarak bilinen 1877-78’deki Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Osmanlı ağır bir yenilgi almış, Ruslar hem Doğu’dan hem de Balkanlar üzerinden Osmanlı Devleti’nin topraklarının önemli bir kısmını işgal etmişlerdi. Rumeli’deki yüz binlerce Türk, Müslüman perişan bir halde topraklarını terk ederek İstanbul’a doluşmuş vaziyettedir. Ruslar, o gün Ayestefanos olarak bilinen Yeşilköy’e kadar gelmiş ve her an İstanbul’u işgal edebilecek bir pozisyon almışlardır.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin fikri liderlerinden biri olan Ali Suavi, Galatasaray Sultanisi’nin Müdürü iken, İngiliz Büyükelçisi’nin girişimleri sonucu görevinden alınmış, daha sonra Bombay’a konsolos olarak gönderilmesi gündeme gelmiş, İngiliz elçisi buna da engel olmuştur.

Kişisel olarak gayrimemnun olan Ali Suavi, ülkenin gidişatından da memnun değildir. Suavi, Sofya’da Ticaret Mahkemesi Reisi olduğu yıllarda Rumeli’deki Müslümanlarla derin dostluk bağları kurmuştur. Aç, perişan ve kendi haline terkedilen, sokaklarda barınan yüz binlerce Rumeli göçmeni patlamaya hazır bomba gibidir. Zaten kaybedecek bir şeyleri de yoktur. Suavi, başına topladığı bin kadar muhacirle bir saray darbesi yapmak niyetiyle 20 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı’nı basar. Burada güvenlik güçleri ile meydana gelen çatışmalar esnasında Beşiktaş Zabıta Amiri meşhur Yedisekiz Hasan Paşa, Suavi’nin kafasına bir sopayla vurarak onu öldürür. Muhacirlerin bir kısmı öldürülür, bir kısmı ise tutuklanır. İşte dananın kuyruğu bu olaydan sonra kopar.

Olayın hemen ertesi günü Padişah, İngiltere’nin İstanbul’daki Büyükelçisi Henry Layard’ı Saray’a davet etmiştir. Elçi’nin Londra’ya gönderdiği “Top secret and very confidental” (çok gizli ve çok mahrem) damgalı yazısında, Sultan’ı çok endişeli bulmuştur. Her zaman aralarında tercümanlık görevi yapan Küçük Sait Paşa bile bu sefer görüşmeye alınmamıştır. Sultan’ın Rum asıllı özel doktoru Dr. Mavroyeni tercümanlık görevi yapmak üzere içeridedir.

Sultan, Elçi’ye Çırağan Olayı’nın sadece Ali Suavi ve birkaç yüz muhacirin girişimi olmadığını, bu olayın arkasında ordunun ve yüksek bürokrasinin bulunduğunu söyleyerek yardım istemiştir. Sultana göre kendisinin tahttan indirilerek çoluk çocuğuyla birlikte perişan edilmek istendiğini, Topkapı Sarayı’nın loş odalarına kapatılması halinde buna dayanamayacağını söyler. Layard’a, şahsına ve ailesine yönelik daha ileri bir hareketin olması halinde İngiltere’nin kendisini koruyup korumayacağını sorar.

Layard, bu konuyu Londra ile paylaşmadan ve oradan talimat almadan şahsen bir karar veremeyeceğini söyleyerek ayrılır.

Elçi, Dış İşleri Bakanı Lord Salisbury ile şifre sistemiyle yaptığı yazışmalardan sonra iki gün sonra tekrar Sultan’ın huzuruna çıkar. İçerde yine Sultan’la Elçi’den başka sadece Dr. Mavroyeni vardır. Layard, Sultan’a, “ Majesteleri Kraliçe, sadece Sultan’ın şahsını ve ailesini değil, Küçük Asya (Anadolu)’daki bütün topraklarını korumaya taliptir.” der. Sultan, bu habere sevinmiştir. Ne var ki, İngilizlerin hiç bir ihsanı karşılıksız değildir.

Layard, Kraliçe adına Sultan’dan Kıbrıs adasını istemektedir. Sultan bu talebi kabul etmiş ve derhal işlemlere başlamaları için Başbakan Sadık Paşa’ya talimat vermiştir. Bu arada, Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle İzmit körfezinde demirli olan İngiliz donanmasının en büyük zırhlı gemilerinden biri olan Helicon gemisi, herhangi bir durumda Sultan’ı gemiye almak üzere Ortaköy açıklarına çekilmiş ve uzun bir süre burada tutulmuştur.

Nitekim, 24 Mayıs 1878’de Layard’ın Sultan’a ilettiği taleple ilgili çalışmalar hızla tamamlanmış, imzalanan antlaşma ile Kıbrıs 4 Haziran 1878 tarihinde üs olarak kullanılmak üzere İngiltere’ye bırakılmıştır.

Antlaşmadan kısa bir süre sonra, Sultan pişman olmuş, Başbakan’a yazdığı bir layihada, o zaman içinde bulunduğu kötü ruh hali ve hastalığını gerekçe göstererek konunun İngilizler’le yeniden müzakere edilmesini istemiştir. Ancak atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir. Kıbrıs elden gitmiş ve Kraliçe, bu başarısından dolayı Elçi Layard’ı “Grand Croos” nişanıyla ödüllendirmiştir,

Bu görüşmelerle ilgili yüzlerce sayfalık resmî yazılar, telgraflar ve layihalar, İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Office) ile Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunmaktadır. Belgelerin fotokopileri ve referanslar ise aşağıda zikredilen eserde yer almaktadır.

(Bkz. Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 404-429, 725-748)

Korku, Allah tarafından insanlara hayatın korunması için verilen bir sigortadır. Ancak korkunun kontrolden çıkmış şekli evhamdır. Ne yazık ki Sultan Abdülhamid’in vehimleri cinnet derecesindeydi. Evet zor bir dönemin padişahıydı, suikaste uğramıştı, şehzadeliğinden beri çok şey görüp geçirmişti. Bütün bunlar mizacıyla birleşince işte bu mütevazi yazı dizisinde tanıtmaya çalıştığımız Sultan Abdülhamid ortaya çıkıyordu.

Abartılı Abdülhamid güzellemeleri yapanlara da Nedim’in “Haddeden geçmiş nezâket, yâl ü bâl olmuş sana” beyitiyle başlayan ünlü gazelindeki son beyti hatırlatmak isterim. Şair Nedim, bu gazelde, aslında hiç var olmayan bir güzeli, çok abartılı bir biçimde, uzun uzadıya niteledikten sonra aslında böyle bir güzelin var olmadığını, kendisine bir anlık bir peri yüzü göründüğünü, bir hayal gördüğünü ifade eder.“Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm,

Bir perî-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana.“ Değerli arkadaşlar, inanın, sizin varlığına inandığınız Sultan Abdülhamid hiç bir zaman var olmadı.

Sürç-i lisan ettiysek affoluna.

Hüseyin Çelik http://www.huseyincelik.net/sultan-ii-abdulhamit-ingilizlere-nicin-sigindi-11

BÖLÜM 2 –  2. Abdülhamit devleti yabancılara teslim etmişti

Düyun-u Umumiye 

Abdülhamit ülkeyi en çok borç batağına saplayan bir padişahtı. Abdülhamit, 1881 Muharrem kararnamesi ile Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) adlı kurumla vergi toplama, Osmanlı’ın gelir kaynaklarını işletme dahil olmak üzere Osmanlı Maliyesi yabancılara teslim etmiş, Osmanlı Devletini yarı sömürge hâline getirmiştir Abdülhamid’in borçlarını Türkiye Cumhuriyeti ödemiştir.

Düyun-u Umumiye 1881 yılından başlayarak Lozan Antlaşmasına kadar Osmanlı Devletinin maliyesini yöneten, vergilerini toplayan kurum olmuştur.

Sultan 2. Adülhamid döneminde 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Osmanlı yönetimi mali bunalıma girdi ve Osmanlı Bankası ile Galata Bankerleri’nden almış olduğu iç borçlarını  ödeyemeyeceğini açıkladı. Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı  iç ve dış alacaklılarla masaya oturdu. 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca sadece iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra yabancı devletler, Osmanlı ekonomisini kontrol ettiler.

En önemli gelir kaynağı olan tütün vergisinin tahsili için bir süre sonra Düyun-u Umumiyeye bağlı bir Tütün Rejisi kuruldu ve üreticinin tütününü Reji'ye satması şart koşuldu. Reji Türk köylüsünden tütünü uluslararası piyasa fiyatının dörtte birine satın alıp yüksek fiyatla ihraç ediyordu. Bu şekilde olay tütün vergisine el konmasından çıkıp resmen Türkiye'nin tütün mahsulüne el koymaya dönüştü. Köylünün kendi tüketimi için bir balya tütün ayırması dahi kaçakçılık sayıldı.  

Çökertmeden çıktım da Halil’im

Düyun-u Umumiyeye bağlı Tütün Reji`sine tütün satmayıp, İstanköy`de sattıran Bodrum çiftçilerine kaçakçılık yaparak yardımcı olan Halil Efe’nin  Kolcular tarafından acımasızca öldürülüşü üzerine yakılan türkünün sözleri:

Çökertmeden çıktım da Halil’im
Aman başım selamet
Bitez’de yalısına varmadan Halil’im
Aman koptu kıyamet
Arkadaşım İbram Çavuş
Yoldaşlara emanet
Yüreğime sancı saldı
Aman kurşun yarası
Burası da Aspat değil Halil’im
Aman Bitez yalısı
Gidelim, gidelim Halil’im
Çökertmeye varalım
Kolcular geliyor Halil’im
Nerelere kaçalım
Teslim olmayalım Halil’im
Aman kurşun saçalım

Kolcular denilen özel güvenlik ekipleriyle gereğinde halktan zorla  ve zulümle vergi toplayan Düyun-u Umumiye ekonomiyi bozdu, Osmanlı’nın otoritesini sarstı, halkın devlete olan güveni kalmadı, yabancı devletler Osmanlı üzerinde söz sahibi oldular, iç işlerine karıştılar.

Vergi gelirlerinden yoksun kalan Osmanlı mali sıkıntılar nedeniyle yeniden dış borç almak zorunda kaldı. Sonunda bütün borçlar Cumhuriyet Hükumeti üzerine kaldı.

Lozan Antlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu’nu yarı sömürge seviyesine indiren bu kurumun vergi gelirlerini denetlemesi sona erdirildi. Borçlar, İmparatorluk çöktükten sonra, İmparatorluk topraklarında kurulan devletler ve Türkiye arasında paylaştırıldıysa da en büyük borç yükü Türkiye’ye devredilmiştir. Cumhuriyet Yönetimi büyük bir diplomatik başarı ile 107,5 milyon altın lira tutarındaki toplam borcun % 80’i sildirdi ve 1954’de bitirdi.

Abdülhamid Han, Osmanlı’nın Borcunun %90’ını ödedi mi?

Osmanlı’da dış borçlanma ilk defa 1854’te Kırım Savaşı ile başlamış ve 1876’da Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemez hale gelmiş. Sonuç olarak II. Abdülhamid döneminde (1876-1909), 1881’de Düyun-u Umumiye kurulduğunda ödenmesi kararlaştırılan dış borç miktarı 141 milyon liraymış. Düyun-u Umumiye kurulduktan sonra da dış borç alımının durmadığı görülüyor. Abdülhamid’in tahttan indirildiği 1909 yılındaki dış borç miktarına ulaşılamadı. Ancak 1914’teki toplam dış borç miktarının yaklaşık 153,7 milyon lira olduğu görülüyor. Bu miktardan 1909-1914 arası yapılan dış borçlanmalar çıkarılırsa 1909’daki toplam dış borç miktarının kabaca bir hesapla 119 milyon lira civarı olduğu hesaplanabilir. Bunun yanı sıra, Osmanlı’dan Türkiye’ye kalan borç da toplam 107,5 milyon lira olmuş ve ödenmesi 1954’te tamamlanmış. Sonuç olarak, Abdülhamid Han’ın Osmanlı’nın borcunun %90’ını ödediği iddiası abartı öğesi içeriyor. (Alıntı Doğruluk Payı, Cansu Yılmaz, 25 Şubat 2021 https://www.dogrulukpayi.com/dogruluk-kontrolu/abdulhamid-han-in-osmanli-nin-borcunun-90-ini-odedigi-iddiasi )

Hüseyin Çelik anlatıyor

AKP hükûmetlerinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı görevlerinde bulunmuş olan Atılım Üniversitesi Öğretim Üyesi Hüseyin Çelik, ülkeyi en çok borca sokan Sultan 2. Adülhamid’in zamanındaki Düyun-u Umumiye’yi ve Kıbrıs’ın İngilizlere asıl satıldığını MedyascopeTV’de anlatıyor:

“Sultan Abdülhamid’in İslamcılık politikası pragmatist bir politikadır. Bu politika onun ‘dindarlığından kaynaklanan, böyle yüce İslami değerlere sahip olmasından veya halife misyonundan kaynaklanan bir şeyden’ kaynaklanmıyor. O gün diyelim İngilizlere karşı bir koz kullanması gerekiyor. Dünyadaki Müslümanları İngilizlere karşı nasıl bir koz olarak kullanırım gibi bir çaba var. Yoksa Sultan Abdülhamid’in İslamcılık politikası saf dini duygulardan kaynaklanan bir şey değil. Daha çok siyasi bir projedir.

Abdülhamid’in dindarlığını bugünkü dindarlıkla dincilik gibi değerlendirebilirsiniz. Dindar adam dini için kendi feda eder. Ama dinci kendi dünyası için dini tepe tepe kullanır. Sultan Abdülhamid’i sevenler bu sözlerimden hoşlanmayacaktır ama onun İslamcılık politikası veya İttihad-ı İslam politikası böyle bir politikadır. Saf, samimi duygulardan kaynaklanan bir şey değil.

Sultan Abdülhamid’le ilgili bazı efsaneler var. İşte Sultan Abdülhamid bir karış toprak kaybetmedi, işte devleti borç harca sokmadı, Filistin’de siyonizme geçit vermedi, şunu yaptı, bunu yaptı şeklinde. Ahmet’in Mehmet’in yazdığından bağımsız olarak bizatihi gördüğüm arşiv belgelerinden yola çıkarak söylüyorum, bunların hepsi efsanedir.

Genellikle tek adam özlemi içerisinde olan kimseler ki bu Abdülhamid’de cinnet derecesindedir, hiç kimseye güvenmiyor, Bab-ı Ali dediğimiz bir devlet bürokrasisi var. Hakikatten kerli ferli devlet adamları da var. Sultan Abdülhamid bunları elinin tersiyle kenara itiyor, yönetim ağırlık merkezi olarak Yıldız’a taşıyor. Yani Saray’a taşıyor. Dediğim gibi tek adam özlemi içerisinde olanlar, kendilerini iktidar yapanları en kısa zamanda ellerinin tersiyle kenara iterler, onlardan kurtulurlar veya bir şekilde onları ‘hal’lederler.

Sultan Abdülhamid darbecilerle yaptığı pazarlık sonucu padişah oluyor. Padişah olduktan sonra da Mithat Paşa’dan kurtulmak oluyor.

Bizim İslam tarihinde maalesef kahramanlarla hainler yer değiştirir. Devir gelmiş hain kahraman olmuş, kahraman hain olmuş. Mesela, Saltanat ortak kabul etmez, saltanat itiraz kabul etmez. Ve kesinlikle çatlak ses istemez.

Abdülhamid’le ilgili söylememiz gereken en önemli mesele şudur bence: Sultan Abdülhamid, uyguladığı baskıcı yönetimden dolayı münafık bir toplum oluşturmuştur. Dönemin İslamcı aydınlarının neredeyse hepsinin Abdülhamid’e karşı olmasının gerekçesi de budur. Kimdir bu karşı olanlar? Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Babanzade Ahmet Naim Efendi, İzmirli İsmail Hakkı, mesela Ferit Kam, Eşref Edip, mesela Mehmet Akif Ersoy, mesela Elmalılı Hamdi Yazır, mesela Bediüzzaman Said Nursi. Bunların hepsi Sultan Abdülhamid’e karşıdır. Sebep de şudur: O kadar baskıcı bir yönetim oluşturdun ki insanları muhbir ve jurnalci yaptın. Saray’a bakıyorsun, hiç akla hayale gelmeyen adamlar başkasının felaketine yol açacak şekilde jurnaller veriyor ve padişahın gözüne girmeye çalışıyor.

Siz insanlara kendi ülkelerinde kendilerini ifade etme hakkı vermezseniz, iki şey olur. Ya yer altına inerler, ya da yurtdışına çıkarlar. Genellikle dikta yönetim kuranların hepsi devletin bekası gibi bir şeyi esas alır. İster devletin bekası için ister saltanatın bekası için, ister şahsının ve ailesinin bekası için, hiç kimse istibdadı meşru ve mazur gösteremez. Siz insanları hapishaneye tıkarak ‘ben onları zaptu rapt altına alıyorum’ dediğiniz zaman önemli olan insanlar hür oldukları zaman onları idare edebilmektir esas olan.

Sultan Abdülhamid İngiliz Büyükelçisi’ne dizide tokat atıyor değil mi? İlk defa Sultan Vahdettin’den önce İngilizlere sığınan Osmanlı padişahı Sultan Abdülhamid’dir. 1878’deki Çırağan Baskını’ndan sonra İngiliz Büyükelçisi’ni huzuruna çağırıyor ve diyor ki ‘Bu sadece Ali Suavi ve birkaç yüz muhacirin yapacağı bir şey değil, bunların arkasında ordu var. Bana ve aileme karşı daha ileri bir hareket yapılırsa İngiltere beni korur mu?’ diyor…4 Haziran 1878’de Sultan Abdülhamit’in talimatıyla biz Kıbrıs’ı İngiltere’ye verdik.

Sultan Abdülhamid Osmanlı tarihinin en zengin padişahıdır. Ülkenin neresinde önemli bir toprak varsa, bir çiftlik, bir bir şey varsa Sultan Abdülhamid kendi üzerine geçirmiş. Vefat ettiği zaman İttihatçılar bütün o malları alıp hazineye devrettiği için vefatından sonra hiç miras kalmamış. 

BÖLÜM 3 – Payitaht TV Dizisi

Abdülhamit döneminde topraklarımız savaşarak kaybedilmedi bu doğrudur, ya can güvenliği garantisi ya da para karşılığında satılmıştır.
Payitaht dizisinde tokat (güya) atan Abdülhamit gerçekte tokat yememek için Kıbrıs’ı vermiştir. İngilizlere ilk defa sığınan zannedildiği gibi Vahdettin değildir,  Abdülhamit’tir. 24 Mayıs 1878’de Çırağan baskınında İngiliz Büyükelçiliğine gidip İngilizlerden koruma istemiş. İngilizler, Kıbrıs’ı vermesi şartı ile Abdülhamit’e koruma garantisi vermiş ve Kıbrıs bu görüşmeden tam 10 gün sonra 4 Haziran 1878’de Osmanlı’nın elinden çıkmıştır. 

Atatürk ve onun devrimlerine düşmanlığı ile bilinen Necip Fazıl Kısakürek ne oldu da Atatürk düşmanı oldu diye baktığımızda, 39 yaşındaki CHP’li ve Atatürk’e methiyeler düzen Necip Fazıl’ı görüyoruz. Necip Fazıl bu dönem kurduğu  “Büyük Doğu” isimli dergi için CHP’den istediği 5 bin lira parayı alamayınca işler değişir. Sonrasında Kısakürek, çizgisini değiştirir ve Atatürk’ü, devrimleri ve dönemin hükumetini eleştirmeye başlar. İşi Atatürk’e hakarete kadar götüren Necip Fazıl, Adnan Menderes’e yanaşır ve örtülü ödenekten de epey bir para alır. Bu durum Adnan Menderes’in yargılanmasında açıkça ortaya çıkar. Sonraları ise MHP’ye yanaşır Kısakürek. Önce Atatürkçü sonra Menderesçi en son da Ülkücü olarak görünmeye çalışan Necip Fazıl, bu millete yutturulan bazı Abdulhamit yalanlarının da mimarıydı. Payitaht Abdülhamit adlı TV dizisi de bu yalanlardan oluşturulmuş. 

Payitaht dizisinde Abdülhamit yemek salonuna girerken mehter marşları çalınır. Bu gerçek değildir. Gerçekte o zamanlarda mehteran bölüğü dağıtılıp mehter musikisi yasaklanmış, Abdülhamit yemek salonunda Klasik Batı müziği çaldırmıştı. Dizide Yahudi bankerlerin Osmanlıdan büyük topraklar satın alma kararnamesi Abdülhamit döneminde çıkartıldığı gizlenerek “Abdülhamit Yahudilere bir karış toprak satmadı” yalanı servis edilmiştir. Yani bugünkü İsrail’in toprakları onun döneminde Yahudiler tarafından satın alınmaya başlanmıştır. Tehlikeyi gören İttihat Terakki bu kararnameyi Abdülhamit’i düşürdükten sonra iptal etmiştir. 

resim_2023-10-03_080202652

Sol tarafta kafalarda kurgulanan üretilen Payitaht Abdülhamid dizisindeki Naime Sultan.. Sağdaki resimde Sultan II. Abdülhamid”in kızı gerçek Naime Sultan (Gazeteci Aydın Baylan)

Devletin  halktan kestiği vergilerle fonladığı TRT kurumunun dizide anlattığı “mavra martavalların” yaşanmış tarihle bir ilgisi yoktur. Abdulhamit Han’ın mitolojik tarih anlatılarında ifade edildiği gibi elinde bastonuyla Musevi liderlere kükreyip “mülkümde zinhar Yahudi devleti kurmazsınız!”  sözleri Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri gibi  şizofrenik bir hayal mahsulüdür. 

Murat Bardakçı’nın saptadığı yanlışlıklar, kendi ifadeleriyle

Dizi, Sultan Abdülhamid’in Cuma selâmlığına gidişini gösteren bir sahne ile başlıyor, fonda mehter çalıyor, daha sonra fesli ve üniformalı saray müzisyenleri zurnalarla ve nakkarelerle padişahın huzurunda yine mehter musikisi icra ediyorlardı.

O devirde mehter ne arar? İkinci Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırması ile beraber tarihe mâlolan mehter Askerî Müze Müdürü Muhtar Paşa tarafından 1911’de, yani Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden iki sene sonra ihya edilmiş; ilk askerî mehter takımı tâââ 1917’de, Enver Paşa’nın yayınladığı talimatname ile kurulmuştu. Abdülhamid’in iktidar senelerinde mehter değil, sadece saray bandosu vardı ve bu bando alaturka değil, Batı Musikisi eserlerini icra ederdi!

Devlet erkânı, resmî merasimlerde tahtında oturan padişahın önüne tek tek gelir, hükümdarı önce “büyük temennâ” denen şekilde selâmlar, tahtın yanında ayakta duran mabeyincinin tuttuğu saçağı ellerine alıp öper gibi yaptıktan sonra bırakır, yine bir “büyük temennâ” ettikten sonra geri geri gider ve aynı selâmlamayı bir başka devlet adamı yapardı. Tahtın önünde ne öyle Payitaht İstanbul’da olduğu gibi sopaya bağlı bir püskül dururdu, ne de o püskülü şapıııırt diye öpme âdeti vardı!

Padişahlar tarih boyunca yemeklerini tek başına yemişler, arada bir-iki istisna olmuş, Sultan Hamid sofraya bazen hanımlarından Müşfika Kadın Efendi ile oturmuştu. Ama bütün hanımların, mahdum beyin, yani bir şehzadenin iştirak ettiği, etrafta cariyelerin koşuşturduğu ve zengin köy sofrasını andıran cümbür cemaat bir kahvaltı, sadece Yıldız’da değil, Osmanlı’nın hiçbir sarayında asla mevcut olmamıştı!

Bir şehzadenin hükümdara “Efendimiz” yahut samimî anlarda “Pederim” diye hitap etmek yerine “Baba, babacığım” diyebilmesi ise ne mümkün?

Ve, telâffuz meselesi…Sadece iki örnek vereceğim: Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî adı “Devlet-i Aliyye”dir ve “Aliyye” kelimesinin başındaki “A”, kısa okunur. Ama “Aliyye”, Payitaht İstanbul’da maaşallah uzatılıp çekiliyor, “Âliyye” oluyor, yani devletin ismi bile yanlış telâffuz ediliyor! “Abdülkadir”in ortasındaki “a”nın uzun okunması gerektiği halde kısaltılıp azınlık şivesi gibi bozuk telâffuzu da işin cabası…

Senaryodaki bazı aşırılıklara, meselâ sakinliği, temkini ve protokole riayeti ile bilenen Sultan Abdülhamid’in İngiliz elçisinin suratına şrrrrak diye bir tokat aşkettiği sahneye ise, temas etmek istemiyorum. Zira şimdilerde yeni bir iftihar vesilesi edindik, bir dizide İsrail’e karşı operasyon mu yapıyoruz, o operasyonun sadece ekranda olduğunu gözardı edip sanki Kudüs’ü tekrar fethetmiş gibi övünme krizlerine giriyoruz ya… Payitaht İstanbul’da da öyle oldu ve hayalî bir tokatla İngiliz’e karşı asırlık hıncımızı çıkartıverdik!

Dizinin bazı sahnelerinde eski harflerle olan ve senaryo gereği gösterilen resmî belgelerin, mektupların, haritaların, vesaire evrakın neredeyse tamamının imlâsı maalesef yanlış! Meselâ, başında “ayın” olması gereken “arz”ı “elif”, son harfi “he” olan “kara”yı da yine “elif” ve sonuna “he” konan “Harbiye”yi de aynı şekilde “elif” ile yazıyorlar; hattâ son hecesinde “elif”in bulunmadığı “nezaret”e de “elif” çekiyorlar ve bir “elif” merakıdır gidiyor! Son harfi “ye” olan “Çorlu”yu “vav” ile, “çürlü”, yani “hasta” yapmış; hükümetten gelen bir resmî yazıyı hazırlarken de üst tarafına İstiklâl Marşı’nın ilk mısralarındaki kelimeleri monte etmişler!

Bu şekilde daha dünya kadar yazma hatası var ama acı acı tebessüm ettiren iki yanlışı daha nakledeyim:

Sokaktaki bir gazete kulübesinin üzerine geçmişte o mânâda kullanılmamasına rağmen “gazeteci” ibâresi konmuş ama “gayın” ile yazılması gereken “gazete” kelimesinin başına bir “kef” ile her zaman olduğu gibi “elif” yerleştirilmiş ve ortaya “kâzteci” diye bir garabet çıkmış! “Kâzteci”nin hemen yanına da “gazeteci”nin güya Fransızcası konmuş ama bu gibi bayilerin tabelâlarındaki “journal”, yani “gazete” kelimesi “gazeteci” diye tercüme edilmiş ve levha “gazetecilik” hâline gelip “journaliste” oluvermiş. Tabelânın sadece Türkçesini bozmaları yetmemiş, Fransızcasını da berbad etmişler!

Hele bir “Yahya” meselesi var ki, estağfirullah! İsmini Hazreti Yahya’dan alan şair Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin adını berbad etmişler! “Yahya”da “y”den sonra “elif” konmadığı, sonunda da “ye”nin bulunduğu bilinmediği için başa ve sona yine tuğ gibi “elif”ler dikilmiş, kelime eğilip bükülüp böyle garip bir hâle getirilmiş!

Alp Ramazanoğlu anlatıyor

Dizinin bir sahnesinde Sultan II. Abdülahmid, “Ben tahttayken Balkanlar’dan toprak alamazsınız” diyor. Bu sahne, Türkiye’de bir kesimin Abdülhamid Han döneminde hiç toprak kaybedilmediği yalanının bir tezahürü olarak diziye yansıtılmış.

Oysa tarih, bambaşka bir gerçeği yüzümüze tokat gibi çarpıyor. 1876-1909 yılları arasında 33 yıl boyunca iktidarda kalan II. Abdülhamid döneminde Osmanlı İmparatorluğu, 1,5 milyon kilometrekare toprak kaybetmiştir. Bu rakam, günümüz Türkiye sınırlarının 2 katı anlamına geliyor. 
Dizide “Ben tahttayken Balkanlardan toprak alamazsınız” diyen Abdülhamid döneminde; 1878 yılında Romanya, Karadağ ve Sırbistan bağımsız birer ülke haline geldi. Bulgaristan’a özerklik verilerek Bulgar Prensliği kuruldu. Teselya, Yunanistan’a bırakıldı. Hıristiyan valiler tarafından yönetilmek üzere Doğu Rumeli ve Girit özerk vilayetleri oluşturuldu. 1885 yılında Bulgar Prensliği, Doğu Rumeli vilayetini topraklarına kattı. 1908 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Bulgar Prensliği, Bulgaristan Krallığı oldu. Aynı yıl Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bosna Hersek’i; Yunanistan, Girit’i topraklarına kattı.

Bir kesim tarafından büyük bir yalanla hiç toprak kaybetmediği öne sürülen II. Abdülhamid; Afrika ve maalesef Anadolu’da da toprak kaybetti. 1878 yılında Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Iğdır ve Oltu Rusya’ya verildi. Erzurum sınır şehri haline geldi. Kıbrıs, İngiltere’ye bırakıldı.

Daha acısı Ruslar; 1878 tarihinde İstanbul’a, bugün Atatürk Havalimanı’nın bulunduğu Yeşilköy semtine kadar geldi. Zaferlerinin nişanesi olarak burada dev bir abide inşa etti. Tarihimiz için utanç vesikası olan bu abide, I. Dünya Savaşı’nın başında 1914 tarihinde İttihat ve Terakki tarafından yıkıldı. 

Sultan Hamid’in Afrika’da kaybettirdiği topraklara bakacak olursak; Tunus 1881 yılında Fransa’ya verildi. Mısır ve Sudan 1882 tarihinde İngiltere’ye bırakıldı. İtalya, 1885 yılında Habeş vilayetini topraklarına kattı. 

Ve Sultan II. Abdülhamid Han, 33 yıllık iktidarının sonunda en çok toprak kaybeden Osmanlı padişahı olarak tarihe geçti. 

BÖLÜM 4 – Sultan 2. Abdülhamid Theodor Herzl’i kovdu mu?

Filistin’de 500 bin dönüm arazinin satılması Abdülhamit döneminde olmuş İsrail’in temelleri o dönemde atılmıştır. Filistin’e Yahudi göçü de Abdülhamit döneminde olmuştur. Bunları kamufle için Payitaht Abdülhamit dizide Abdülhamit ile görüşmesiyle öne çıkarılmaya çalışan Theodor Herzl ise bunlarda zurnanın son deliği bile değildir.

Araştırmacı yazar Alper Aksoy anlatıyor

Yaygın inanış:  “Dünyayı kana boyayan Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, ilk Yahudi devleti fikrini ortaya atmış ve gözünü Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki Filistin’e dikmişti, Sultan 2. Abdülhamid Han’dan Filistin’i isteyen Herzl’in teklifi reddedildi ve huzurdan derhal kovuldu.” Gerçek acaba böyle miydi?

Mecidiye Nişanı Verilme Olayı: Yahudilerin Filistin’e yerleşmesi için çabalayan Herzl, 17 Mayıs 1901 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ile görüştü. Bu görüşmede Herzl’e bir Mecidiye Nişanı verildi. Konu hakkında Daily Mail gazetesine konuşan Herzl görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulamış ve Yahudilerin II. Abdülhamid’den “daha iyi bir dost ve seveni olmadığını” ifade etmişti.

Huzurdan Kovulma Gerçek Dışıdır: Herzl, Sultan Abdülhamit’e 16 Şubat 1902’de gönderdiği bir mektupta bu görüşmenin ayrıntılarını hatırlatıyordu: “Majesteleri, memleketinde yaşayan Yahudilere gösterdiği âlicenaplığı mazlum ve mağdur durumda bulunan diğer Yahudilere de göstermekte, onları bir peder gibi himaye altına almakta ama toplu olarak bir yerde yaşamaları yerine, değişik bölgelerde bulunmalarına izin vermektedirler” diye yazdı.

Bu mektup da gösteriyor ki Herzl’in huzurdan kovulması kocaman bir yalandır. Ayrıca verilen Mecidiye Nişanı da görüşmenin muhtevasına ışık tutmaktadır.

O yıllarda Osmanlı Devleti’nin dış borçlar altında kıvrandığını biliyoruz, Sultan Abdülhamit’in Yahudi bankerlerden borç aldığı da tarih arşivlerinde duruyor. Herzl’e verilen Mecidiye nişanı doğrusunu söylemek gerekirse benim midemi bulandırıyor. Tarih konusunda bilmediğimiz karanlık sayfalar var. İşte onlardan biri de Abdülhamit-Teodor Herzl görüşmesidir. Sultan Abdülhamit gerçeği de hurafeler arasında kaybolmuştur.

Başka bir ezber bozan bilgi: Osmanlı tebaası Yahudilerin Filistin’den toprak satın almasına izin veren meclis kararı Abdülhamit döneminde çıkarılmış, İttihat Terakki tarafından Abdülhamit düşürüldükten sonra yürürlükten kaldırılmıştır. Ülkemizde Abdülhamit’in “Göksultan”, İttihatçıların tu kaka ilan edilmesi Siyonist propagandanın ürünüdür. Türk kamuoyu bilmese de Siyonistler gerçeği biliyorlar.

Prof. Dr Sezai Balcı anlatıyor

Filistin meselesinde bütün rol Theodor Herzl’e atfediliyor. Halbuki Theodore Herzl, anılarını anlattığı kitabına göre 1897 yılında Rothschild’e gittiğinde demiş ki; Biz toprak satın alacağız, Yahudilere yurt kuralım, gel sen bize destek ol… Rothschild ona yüz vermiyor, Herzl anılarında diyor ki “Bugün Yahudiler için kara bir gündür, kötü bir gündür, Rothschild bana yüz vermedi, beni desteklemedi”… Abdülhamit ile görüştü 1901’de: Bize bir yurt verin… o bildiğimiz muhabbetleri yaptı… Ben şunu demek istiyorum, 1901’de Theodor Herzl Abdülhamit ile görüşüp bu taleplerini dile getirdiği zaman Rothschild zaten 225 bin dönüm arazi satın almıştı, hepsi tapulu, hepsi var. Yani Theodor Herzl’in dediklerini Rothschild zaten yapmış…Theodor Herzl’e fazla önem arzediyoruz. Theodor Herzle mikrofon milliyetçisi, mikrofon delikanlısı diyorum ben. Kongrelerde gezecek, şunu yapacak, bunu yapacak ama Theodor Herzl’in dediği şeyleri Rothschild zaten yapmış. Rothschild’in Filistin’deki ilk kolonisi, Rishon le-Zion Siyon’daki ilk demek, Siyon’da satın aldığı ilk toprak. Edmond Rothschild 1835’de Paris’te öldü, İsrail kurulduktan sonra 1955’de, ölümünün 20. yıldönümünde eşiyle beraber mezarı Kudüs’e taşındı. İlk satın aldığı araziye gömüldü. O arazide İsrail Cumhurbaşkanı Haim Weizmann ve Başbakanı Ben Gurion cenazesinde konuşma yaptılar, senden daha fazla kimse İsrail’e hizmet etmemiştir denildi, Edmond Rothschild için. Ben Theodor Herzl’i fazla ön plana çıkarıldığı kanaatindeyim. Theodor Herzl’i dediği tüm fikirlerin hepsini Rothschild zaten yapmıştı, almıştı. Yani Herzl toprak ver dediği talep ettiği zaman o sırada adam 225 bin dönüm almış. Daha sonra bunu 500 bin dönüme çıkaracak. Rothschild, Theodor Herzl’in ürkütücü yönteminden uzak, sessiz çalışıyor.

Murat Bardakçı anlatıyor

Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. Vahdettin Engin tarafından Osmanlı Arşivleri’nde yeni bulunan belgeler, Ortadoğu’nun, özellikle de İsrail’in tarihinin yeniden yazılmasını gerektiriyor. Belgeler Abdülhamid’in adı etrafındaki bir efsaneye de son veriyor ve hükümdarın Filistin’de Yahudi devleti kurulmasını isteyenleri söylenenlerin aksine huzurundan kovmadığı, aksine “Yahudiler, Mezopotamya’ya yerleşsinler” dediğini gösteriyor.

Türkiye’de tarihçiler, tarih meraklıları ve özellikle de Sultan Abdülhamid’i neredeyse evliya mertebesine yükseltenler arasında, 80 küsur seneden bu yana efsane gibi anlatılan bir olay vardır:
Filistin’i bir Yahudi vatanı haline getirmek için mücadele veren, bu maksatla Dünya Siyonist Organizasyonu’nu kuran ve bugün İsrail’in manevi kurucusu kabul edilen Dr. Theodore Herzl, güya Abdülhamid’in huzuruna çıkıp Filistin’i satın almak istemiş ama Abdülhamid’den tokat gibi bir yanıt almıştır:  “Devlet-i Âliye’nin satılık tek bir karış toprağı yoktur” diyen hükümdar, Herzl’i huzurundan kovmuş ve konuyu kapatmıştır.

Saray’dan yalanlama

Sultan Abdülhamid ile Herzl arasındaki görüşme, söylentilere bakılırsa böyle sonuçlanmıştır ama Osmanlı Arşivleri’nde yeni ortaya çıkan belgelere göre, işin aslı başkadır. Abdülhamid ve yakın çevresi ile Siyonizm’in en önemli ismi olan Herzl arasında 1896’dan başlayarak altı yıl boyunca yoğun temaslar yaşanmıştır. Herzl saray ile bağlantı halinde olmuş, 1901’in 19 Mayıs’ında Abdülhamid’in huzuruna çıkmış, hükümdara devamlı olarak raporlar ve teklifler göndermiş, hattâ iş Türkiye’nin o dönemdeki dış borçlarının bir kısmının Yahudiler tarafından ödenmesinden Abdülhamid’in muhaliflerinin ortadan kaldırılmasına kadar uzanmış ama bu girişimlerden bir sonuç çıkmamıştır.

Ve, konunun çok daha önemli tarafı: Theodore Herzl, Osmanlı Arşivleri’ndeki belgelere göre, Sultan Abdülhamid ile görüşmüş ama bu görüşme sırasında Herzl’in Filistin’de bir Yahudi vatanı kurulması, dolayısıyla da Abdülhamid’in bu talebi tek bir cümleyle reddetmesi gibisinden bir olay yaşanmamış; Abdülhamid, aksine, “Filistin’e değil, Mezopotamya’ya yerleşin” demiştir.

Söylentiler, Herzl’in 1901’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan Siyonist Kongresi’nde ortaya attığı bir iddiaya dayanmaktadır ve iddia, Yıldız Sarayı tarafından üç gün sonra yalanlanmış ama iş bizde dönüp dolaşmış ve “Abdülhamid, Filistin’de Yahudi vatanı kurmak isteyen Herzl’i huzurundan kovdu” şeklini almıştır. Theodore Herzl’in Sultan Abdülhamid ile temaslarının ayrıntılarını gözler önüne seren belgeleri, Osmanlı Arşivleri’nde Marmara Üniversitesi’nin tarih bölümü hocalarından Prof. Dr. Vahdettin Engin buldu. Prof. Engin, bu belgeleri çok yakında bir kitap haline getirecek ve Abdülhamid dönemindeki temaslardan, yani “İsrail’in kuruluşunun ilk aşaması” demek olan ama bugüne kadar karanlıkta kalan 100 küsur sene önceki girişimlerden bilim dünyasının yanısıra konuya ilgi duyan herkes haberdar olacak.

Gerçek tarih yazıyor

Arşivlerde ortaya çıkardığı ve bugüne kadar yayınlanmamış belgelerden bir kısmının kopyalarını bu yazı dizisinde kullanmam için bana veren dostum Prof. Dr. Vahdettin Engin’e teşekkür ederken, önemli bir hususu da hatırlatmak istiyorum: Modern Ortadoğu’nun, özellikle de İsrail’in kuruluşunun gerçek tarihi, Prof. Engin’in yakında bu belgelere dayanarak yayınlayacağı kitapla öğrenilecektir.

‘Size tek karış bile toprak vermem’ sözü efsaneymiş

Yahudiler, 19. yüzyıl Avrupası’nda sefalet içerisindeydiler. Sanayileşmiş ülkelerde gerçi zengin Yahudi aileler vardı ama özellikle Doğu Avrupa memleketlerinin ve Rusya’daki Yahudiler’ in hali perişandı.

Yahudi entelektüeller, o devirde bağımsız bir Yahudi vatanının nerede ve nasıl kurulacağını düşünüyorlardı ve aralarında, Avrupa’da gazetecilik yapan Theodore Herzl adında bir genç de vardı. Hayali, Yahudi devletinin o sırada Osmanlı împaratorluğu’nun toprağı olan Filistin’de kurulmasıydı.

Herzl, Sultan Abdülhamid’e bu konudaki ilk teklifi dostu olan Polonyalı aristokrat Phillip de Nevlinsky vasıtasıyla yaptı ama bir sonuç çıkmaması üzerine 1896’da İstanbul’a bizzat geldi. İstanbul’a tarihten sonra dört defa, daha gelecek ve 1902’ye kadar Yıldız Sarayı ile bağlantısını kesmeyecekti.

Baba şefkati göstermiş

Aynı dönemde, Filistin’e az da olsa bir Yahudi göçü vardı. Osmanlı yönetimi bölgeye göçün yasak olduğunu söylerken, karşı taraf 1867’deki Islahat Fermanı’nın yabancıların toprak almasına izin verdiğini iddia ediyor ve Avrupa ülkelerinin uyruğunda bulunan zengin Yahudiler fermana dayanarak toprak alabiliyorlardı. Bu, Yahudiler arasında Avrupa’nın en zenginlerinden olan Baron Rotschild de vardı.
Theodore Herzl, İstanbul’a 1896 ve 1898 yıllarında yaptığı ilk iki seyahatte, Sultan Abdülhamid’in yakın çevresi ile temas kurdu, Abdülhamid’in huzuruna ise 1902’deki üçüncü seyahati sırasında, 19 Mayıs 1902 günü kabul edildi.

Abdülhamid’in adı etrafındaki “Devlet-i Âliye’nin satılık tek bir karış toprağı yoktur” efsanesi, işte bu görüşmeden sonra ortaya çıktı.
Herzl, Sultan Abdülhamid’e daha sonra, 16 Şubat 1902’de gönderdiği bir mektupta bu görüşmenin ayrıntılarını hatırlatıyordu. Herzl, “Majesteleri, memleketinde yaşayan Yahudiler’e gösterdiği âlicenaplığı mazlum ve mağdur durumda bulunan diğer Yahudiler’e de göstermekte, onları bir peder gibi himaye altına almakta ama toplu olarak bir yerde yaşamaları yerine, değişik bölgelerde bulunmalarına izin vermektedirler” diye yazmaktaydı.

Mezopotamya teklifi

Prof. Dr. Vahdettin Engin’in ortaya çıkardığı belgelerde, bu görüşmenin ve diğer temasların ayrıntıları açıkça görülüyor: Herzl, Yahudiler için “toprak” istemiyor, toprak satın almak gibi bir talepte de bulunmuyor, aksine Filistin’de “özerk” bir Yahudi devletine izin verilmesini istiyor. Abdülhamid ise, Yahudiler’in Filistin yerine Mezopotamya’ya yerleşmelerini ama tek bir yerde değil, değişik bölgelerde yaşamalarına sıcak bakabileceğini söylüyor.
Gelişmeler sonraki senelerde bu şekilde olsaydı, İsrail’in bugün nerede olacağını bilmem hayal edebildiniz mi? Kuzev Irak’ta…

İsrail’in manevî kurucusuydu

“Modern Siyonizm” kavramını hayata geçiren Dr. Theodore Herzl, 1860″ta Macaristan’da doğdu. Hukuk okudu ve meslek olarak gazeteciliği seçti.   

Bazı Fransız ve İngiliz gazetelerinde muhabirlik yaptıktan sonra kendisi gazeteler çıkardı. Daha sonra bazı edebi eserler de kaleme aldı ama 1896’da yazdığı “Der Judenstaat” yani “Yahudi Vatanı” isimli kitabı en önemli çalışması kabul edildi. Herzl’in gençlik yıllarından itibaren asıl meşgalesini dünyanın dört bir tarafında dağılmış olan Yahudiler’in toplu halde yaşayabilecekleri bir toprak bulunması ve bu topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurulması yolundaki çalışmalar teşkil edecekti.

Herzl’in bu yoldaki çalışmalara öncülük etmesi maksadıyla kurduğu “Dünya Siyonist Organizasyonu” ilk kongresini. 1897 Ağustos’unda İsviçre’nin Basel şehrinde yaptı ve toplantılar sonraki senelerde de devam etti.
Theodore Herzl, bu arada, dünyanın herhangi bir yerinde Yahudiler için vatan toprağı bulabilmek amacıyla Avrupalı liderlerle temaslara başladı ve Musevi dini terminolojisine “vaad edilmiş topraklar” olarak geçen Filistin için çalışmalar yapıldı. Herzl, o sırada Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Filistin’de özerk bir Yahudi devleti kurulması için toprak sağlayabilmek amacıyla 1896 ile 1902 yılları arasında beş kez İstanbul’a geldi ve 19 Mayıs 1901’de Abdülhamid’in huzuruna kabul edildi. Altı yıl boyunca, Sultan Abdülhamid ve Yıldız Sarayı’nın ileri gelenleri ile devamlı temas halinde olacaktı.

1904’te, 44 yaşındayken Avusturya’da ölen Herzl, bu devletin kuruluşunu göremedi. Hayali yıllar sonra gerçek oldu ve İsrail’in kuruluş bildirisi, 14 Mayıs 1948 günü, ülkenin ilk devlet başkanı olan David Ben Gurion tarafından Theodore Herzl’in büyük boy bir fotoğrafının altında okundu. Kemikleri, 1949’da Avusturya’daki mezarından alınarak İsrail’e getirildi ve büyük bir askeri törenle Kudüs’te kendi adının verildiği tepeye defnedildi.

BÖLÜM 5 – 2. Abdülhamid ve Rothschildler

Rothschild ailesi, Rothschild hanedanı veya kısaca Rothschildler, 18. yüzyılın sonlarına doğru, Yahudi bankacı Mayer Amschel Rothschild (1827- 1905) tarafından kurulan ve Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde bankalar kuran Frankfurt merkezli Yahudi bankacı ailedir.

Sultan Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti’nin Filistin’le ve Rothschildlerle olan ilişkisi Parisli Baron Edmond James de Rothschild (1845-1934) etrafında her yönüyle gelişme göstermiştir.  28 Temmuz 1888’de, Ailenin Paris Grubunun önderi Mayer Alphonse de Rothschild  ve kızı Bettina Caroline de Rothschild’e nişanlar verilmiştir.

Filistin’e Yahudi göçünün yoğunlaştığı 1890’larda ise Sultan Abdülhamit devrinde iki defa Rothschild Ailesi’nden borç alınmıştır. Bu borçlar Ailesinin İngiltere kolundan alınmıştır. 1891 yılında alınan borcun faizi % 4, miktarı 6.316.920 sterlin ve süresi 60 yıldı. Borcun yıllık geri ödemesi ise 280.612 sterlin, 18 şilin ve 4 peni olarak tespit edilmiştir. 1894 yılında Rothschild Ailesi’nden alınan borcun tutarı 8.212.340 sterlindir. Bu borç 61 senede geri ödenecektir. Yani bir başka deyişle borçlanma süresi 15 Ekim 1955 tarihine kadar geçerli olacaktır. Osmanlı Devleti, alınan borca karşılık olarak her yıl 329.249 sterlin, 6 şilin, 1 peni’yi İngiltere Bankası’na ödeyecekti. Bu durumda borcun 61 yıl içindeki geri ödemesi 20.084.189 sterline ulaşacaktı.

16 Haziran 1869 tarihli Ecanibe Toprak Satışını düzenleyen kânun, Rothschildlerin işini kolaylaştırmıştır. Bu kânuna göre Hicaz vilayeti dışında kalan topraklarda, yabancılar mülk edinebilecekti. Rothschildler, Filistin’deki ilk araziyi 1882’de satın almışlardır. Rothschild Ailesi’nin Filistin’de kurduğu ilk koloni Tel Aviv-Yafa’nın güneyinde bulunan ‘Uyun el-Kara’dır. İbranice adı Rishon le-Zion olan koloninin kelime anlamı, Siyonda İlk’tir. Bataklıkların kurutulmasına başlanmış, ardından da asma dikilerek, şarap mahzenleri inşa edilmiştir.

27 Eylül 1891’de Kudüs Mutasarrıflığı Kaymakam Mülazımı olan Boyacıyan Mihran Efendi’nin mektubu, Filistin’deki Yahudilerin yayılmacı faaliyetlerini ayrıntılı olarak incelemektedir. Bu mektuba göre, Gazze ve Yafa sahili arasındaki arazilerin yüzde 50’si Yahudiler tarafından satın alınmıştır. Bu arazilerde 2 milyon kök üzüm asması bulunmaktaydı. Bu göçleri ve arazi alımlarını ise Rothschild, Hirsch ve Alliance Israelite Universelle organize etmekteydi. Boyacıyan Mihran mektubunu, “Rothschild şimdiden beynlerinde ilk padişah sülalesi sırasına geçdiğine nazaran Beni İsrail Devleti top tüfenk ile değil belki tasarruf-ı arazi vasıtasıyla bilamuharebe teşkil olunacaktır.”diyerek bitirmektedir.

1898 yılına kadar Edmond Rothschild, 195,680 dönüm arazi satın alarak kendi adına tapulatmıştır. 1899’da ayrıca bir ispirto fabrikası da kurulmuştur. Burada üretilen şaraplar The Carmel Wine adıyla 1900 yılında Paris’te yapılan bir yarışmada altın madalya kazanmıştır. Abdülhamid’in hükümde olduğu 1907’de koloninin arazisi 12.900 dönüme ulaşmıştır. Rishon le-Zion, günümüzde İsrail’in dördüncü büyük kentidir.  II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 yılında Filistin’de yasayan Musevi nüfusu, göçler sayesinde II. Abdulhamid’in tahta çıktığı 1876 yılına göre, üç kat artmış ve 80.000’e ulaşmıştır. 

Osmanlı Yönetimi yasadışı olarak gelen Yahudilerin Filistin’e yerleşmeleri ve tarım yapmalarını engelleyen yasalar getirirken, Filistin’de yaşayan gerek yerli ve gerekse yabancı Musevilerin toprak satın almalarına izin vermiştir. Böylece aksi yönde yayınlanan bütün fermanlara rağmen, Filistin’deki Yahudi yerleşiminin kalıcı olmasının ve geniş alanlara yayılmasının önünü açmıştır. Rothschildler Uyun el-Kara’dan başka Ekron el- Betty, Zemarin, Bat Shelomo, Ca’une, Zübeyd, Cisr-i Benan, Mulabbis, Kasdiniyye, Şefeya isimleriyle toplam 10 koloniyi bu dönemde kurdular. Bu suretle Filistin’e yerleşen Yahudiler, Rothschildlerin kolonilerinde yaşamaya, tarım yapmaya ve yeni bir ülke temelini atmaya başladılar.

Kolonileri inceleyen bir Osmanlı heyetinin raporu: “Baron Rothschild, 22.987 dönüm araziye sahiptir. Ayrıca Baron’un adamları aracılığıyla satın aldığı arazi 24.206 dönümdür. Merci’iyyun kazasında yine adamlarınca alınan arazi miktarı 12.800, yine örgütü marifetiyle elde ettiği arazi, Cisr-i Benan’da 2.500, Şecera’da 13.000 dönüm miktarındadır. Safed’deki arazilerinde 138 hane vardır ve 153 aile yaşamaktadır. Merci’iyyun kazasındaki arazisinde 70 hane ve bu kadar aile vardır. Örgütün idaresindeki Cisr-i Benan ve Şecera arazisinde 18 hane ve 20 aile mevcuttur. Baron’un Filistin’de sahip bulunduğu köylerdeki işler, Beyrut’ta bir merkez tarafından idare ve kontrol edilmektedir.” 1898 yılına geldiğimizde ise Filistin’deki yerleşim yeri sayısı 22’dir. Bu 22 yerleşim biriminde 4.722 göçmen ikamet etmektedir. Satın alınan arazi miktarı ise 195.680 dönümdür. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ise Yahudilerin Filistin’de, 418.000 dönüm toprağı ve 47 yerleşim merkezi vardı.”

İsrail Devleti’nin ilk Başbakanı ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan David Ben-Gurion (1886-1973) 20 yaşında iken bir süre Uyun el-Kara kolonisinde çalışmıştır.

Rothschildlere  II. Abdülhamid tarafından verilen nişanlar

II. Abdülhamid’in, Rothschild Ailesi’yle yakın ilişkiler kurmaya özen gösterdiği belgelerden anlaşılmaktadır. Nitekim Sadaret’te Kamil Paşa’nın bulunduğu sırada, 28 Temmuz 1888 tarihinde, Ailenin Paris Grubunun lideri Mayer Alphonse de Rothschild (1827-1905) ve kızı Bettina Caroline de Rothschild’e nişanlar verildi. Mayer Alphonse de Rothschild, aynı zamanda Filistin’de arazi satın alarak İsrail’in temellerini atan Baron Edmond’un da ağabeyiydi.

14 Kasım 1890’da, Filistin’de toprak satın alan Edmond James de Rothschild’in eşi Adelheid de Rothschild’e, Şefkat Nişanı tevcihi için Osmanlı Dahiliye Nezareti’ne başvuru yapıldığı görülmektedir. Müracaatı yapan Elie Scheid, Baron Edmond’un ve eşinin vekilidir. Adelheid de Rothschild, Filistin’de, Kudüs yakınlarında Safed’de, masrafı kendisi tarafından temin edilen bir hastane inşa ettirmektedir. İşte bu faaliyet nedeniyle üçüncü rütbeden Osmanî nişanı verilmiştir. Adelheid Rothschild 1877’de kuzeni Edmond James de Rothschild ile evlenmiştir. 1880’lerde eşinin Filistin’deki işleriyle ilgilenmeye başlamıştır. 5 defa Filistin’e gitmiştir. 1903’te eşi Baron Edmond James de Rothschild, O’nun adına Givat Ada isimli koloniyi Manasseh Tepelerinin eteğinde kurmuştur.

Sadaret’in Ahmet Cevat Paşa, Hariciye Nezareti’nin Mehmet Sait Paşa’nın yönetiminde bulunduğu 9 Temmuz 1894 tarihinde, Ahmet Cevat Paşa tarafından Saray’a gönderilen ve kısa bir süre önce borç anlaşması yapılan Rothschild Ailesi’nin önderi ve aynı zamanda Birinci Lord olan Nathaniel (Natty) Mayer de Rothschild’in taltif edilmesine dair şu yazı ilgi çekicidir:

“Ahiren Hükümet-i Seniyye ile Rothschild Bankası beyninde icra olunan konversiyon muamelesinde mezkûr banka tarafından menafi-i Devlet-i ‘Aliyye’ye muvafık-ı şerait dermiyân kılınmış olmasından dolayı Mösyö [Nathaniel Mayer de] Rothschild’in suret-i münasebe ile atıfet-i Seniyye-i Cenâb-ı Hilâfetpenâhî’ye mazhariyeti layık-ı şan-ı âlî görünmüş ve kendisinin İngiltere’de Lord unvanını ve Lordlar Meclisi Azalığı sıfatını haiz olmasını mebni nişan-ı zi-şan ile taltifi muvafık-ı emsâl bulunmamış olduğundan bermantuk-ı emr ü ferman-ı Hümâyûn Hazret-i Padişahî mumaileyhe bir hediye ve ihsan-ı celîlüş-şan olmak üzere tedarik ettirilen mahfaza arz ve takdim kılınmağın şekl-i imali rehin-i tensib-i âlî olduğu halde Londra Sefareti Seniyyesi vasıtasıyla mumaileyhe irsal ettirilmesi hakkında her ne vecihle emr ü ferman buyrulur ise hükm-i münifi infaz olunur efendim.”

Buna göre Hükümet, borç anlaşması yaptığı için Rothschild’i mükâfatlandırmak amacındadır. Fakat Hükümet, İngiltere’de Lord unvanına sahip olan ve Lordlar Kamarası üyeliği de bulunan Rothschild’e, mevcut Nişanların da maksada hizmet edemeyeceğini düşünmektedir. Saray’la görüşüldükten sonra, mahfaza hediye edilmesine karar verilir. Bu defa da mahfaza (mücevher kutusu) Çubukçuoğlu Stefan Efendi’ye ihale edilir. 

Sultan Abdülhamid’in mahfaza hediye ettiği Nathaniel (Natty) Mayer de Rothschild (1840-1915) Rothschild Ailesi’nin Birinci Lordu’dur. Osmanlı Devleti’nin 1891 ve 1894 yıllarında yaptığı iki borçlanma da Nathaniel de Rothschild’den alınmıştı.

Sultan II. Abdülhamid, 1888’de Baron Rothschild ile Görüşüyor

Elimizde bulunan belgelerden ortaya çıktığına göre, Rothschild Ailesi fertlerinin başka bir ziyareti de II. Abdülhamid devrinde gerçekleşmiş ve 1888 yılına tesadüf etmiştir. Bu tarihte Sultan Abdülhamid, Baron Rothschild görüşmesi Beyoğlu’nda çıkan Moniteur Européen gazetesi tarafından tespit edilmiştir. Gazetenin, 30 Temmuz 1888 tarihli haberine göre, görüşme şöyle cereyan etmiştir:

“Baron Rothschild ile kerimesi dün Talya vapuruyla Dersaadet’i terk eylemişlerdir. Talya Vapuru Pire’ye uğrayıp sonra Ancona ve Marsilya’ya gidecektir. Baron Rothschild’in geçen Cuma selamlığından sonra [27 Temmuz 1888] Yıldız Sarayı Hümâyûnu’nda gördüğü iltifat Hazret-i Cihanbânî ve huzûr-ı Hümâyûn’a kabulden fevkalgaye mahzûz olduğu temin ediliyor. Zât-ı Hazret-i Padişahî Baron ile bir saat kadar müddet mülakat ederek envai …bulunmuştur ve Anadolu şimendiferlerinin Baron tarafından teşkil edilecek bir heyet-i sarrafiye tarafından inşa arzusunu dermiyân buyurmuşlardır. Bu arzu-yı Cihanbanî Mösyö Rothschild’ce büyük mahzûziyeti celbetmiş olup mumaileyh tedkik-i keyfiyet edeceğini vaad eylemiştir. Baron’un mazhar olduğu envai iltifatlardan başka avdeti esnasında Zât-ı Hazret-i Padişahî kendisine bilhassa imâl ettirilmiş on bin aded sigara hediye buyurmuşlardır.”

Abdülhamid’in iltifatına mazhar olan Rothschild

Bu belgeden anlaşıldığına göre, Sultan ile Rothschild’in görüşmesi, 27 Temmuz Cuma günü, öğleden sonra gerçekleşmiştir. Bir saatlik ziyaret esnasında II. Abdülhamid, Anadolu Demiryollarının yapım işinin Rothschildler tarafından üstlenilmesini teklif etmiştir. Yakın zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nde demiryolları yapımı işine girişen Aile’nin, teklife yanaşmadıkları sonraki gelişmelerden meydana çıkmaktadır. II. Abdülhamid’in, hususi olarak imâl ettirdiği on bin sigarayı Rothschild’e hediye etmesi de manidardır.  Sultan II. Abdülhamid’in Baron 27 Temmuz 1888’deki görüşmesi Cuma selamlığından sonra gerçekleşmiştir. Sultan Abdülhamid’in ünlü Siyonist Herzl ile olan görüşmesi de 4 Temmuz 1902’de yapılmıştır. Herzl görüşmesi de Cuma selamlığından sonra olmuştur. Her iki Osmanlı sultanının da Yahudi liderle olan görüşmesi, Cuma gününe rastlamıştır.

Sultan Abdülhamid’i ziyaret eden ve bir o kadar iltifata mazhar olan Rothschild, kaynakların ismini belirtmemesine rağmen muhtemelen Edmond James de Rothschild’dir. 

BÖLÜM 6 – 2. Abdülhamid içki içerdi

TV Programı Teke Teke Özel`de Fatih Altaylı ile birlikte her hafta tarih konuşan Murat Bardakçı`Sultan Hamid Porto şarabı içerdi` deyince program boyunca seyircilerin protesto maillerine maruz kaldı: Ulu Hakan bunu yapamaz!

Sultan Hamid Porto Şarabı İçerdi

Bardakçı Sultan Hamid’in torunu Osman Efendi’nin sözlerine dayanarak onun Porto şarabı içtiğini söyledi. Osman Efendi`yle yaptığı söyleşiyi filme de aldığını belirten Bardakçı onun sözlerini şöyle aktardı:

`Osman Efendi`nin söylediği şöyleydi: Onun yanına gittik, büyükbabam sevdi, okşadı, kucağına aldı. Ağızlıkla sigarasından duman çekip yüzüme üfledi ve şarap için dedi. Biz`aman efendim` deyince `şifadır` dedi. Bunun filmi var bende. İstenirse gösteririm`.

Torunu Konyak İçtiğini de Söylüyor

Altaylı Bardakçı`ya `Ulu Hakan şarap içmez` diye mailler geliyor seyircinin tepkisini aktarınca “Masraf defterleri arşivde duruyor. Dolmabahçe sarayına hangi cins şaraplar giriyor baksınlar. Bunun dışında Osman efendi başka konuşmalarında konyak içtiğini de söylüyor. Sultan Hamid niye içmesin insan değil mi bu?” diye cevap verdi.

Seyirci içki içtiğine inanmıyor

Ardından seyircilerden biri de `Osman Efendi Abdülhamid vefat ettiğinde 6 yaşındaydı. 6 yaşındaki bir çocuk mu padişahın içtiği içkinin markasını biliyor` diye bir mail gönderince Bardakçı `çileden çıktı`

`İçki içmek ayıp değildir. Hataysa insan hata da yapar. Padişahı nebi gibi göstermek doğru değil. İçerdi efendim, gidersiniz arşive görürsünüz. Hatta 5. Murad`ın evrakına bakın her şeyi gayet rahat görürsünüz. O da halifeydi. Oturun Fatih`in divanını okuyun. Hiç hayali şeyler değildir onlar. Sadece Osman Efendi değil, abisi Orhan Efendi çok daha yakınımdı. O çok daha büyüktü Osman Efendi`den. O da anlatırdı ama onu söylemedim çünkü onun kaydı yok elimde. Bütün mesele Osmanlı Devletini İslam devleti gösterilmek istenmesi. Değil efendim. Osmanlı bir imparatorluktu. Meyhane yönetmeliği de kerhane yönetmeliği de vardı. Yayınlanmıştır bunlar.`

Çok ilericiydi ama vesveseliydi

Bardakçı bu sözlerinin Abdülhamid`i kötülemek için söylendiğini algıladı ve `Hiç öyle bir şey yok. Çok iyi bir padişahtı` dedi. Sözlerini şöyle sürdürdü. `Bizde Fatih ve Sultan Hamit evliya gibi görülür. Biz kötü padişah demedik. En ileri tanzimatçılardan biridir. Eğitime inanılmaz önem vermiştir. Fakat vesvesesinden doğan kusurları da vardır. Türkiye`ye telefon neden geç gelmiştir? Sultan Hamit`in korkusu nedeniyle… Elektriğin geç gelmesinin sebebi yine onun korkusudur. Gerçi elektrik geldiğinde ilk konan bina da yanmıştır o da ayrı…`

Doktoruna göre

Abdülhamit’in Selânik’e sürgüne gönderilmesinden Beylerbeyi Sarayı’nda ölmesine kadar sürede doktorluğunu yapan Atıf Hüseyin, hatıralarında (Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri Hususi Doktoru Atıf Hüseyin Bey’in Hatıratı. Yayına hazırlayan Metin Hülagü. Pan Yayıncılık 2003) Sultan’ın gençliğinde içki içmiş olduğunu yazar.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar kitabında (İş Bankası yayınları 3 cilt. 2013) Abdülhamid’in ”Kurbağalıdere’de ağabeyimin köşkünde toplandık. İşret ettik. Dönüşte ben kendi arabamı kullanıyordum. Kaza yaptım. Ölümden döndüm. O andan itibaren içkiye tövbe ettim. Bir daha ağzıma sürmedim.” dediği yazılıdır.

O, “şeker suyu” rom içiyordu!

Ortada bir TV programına Güneri Civaoğlu’nun konuğu olarak katılan Osman Ertuğrul Efendi’ye ait bir video kaydı da var. Ertuğrul Efendi diyor ki “İçkici değildi, akşamcı değildi, arada sırada bir rom içerdi. babama söyler derdi ki ben bunu içiyorum çünkü yasak değil: Kuran’a bak orada şarap der, şekerin suyundan hiçbir farkı yok, şekerle yapılıyor tabi, onun için derdi hiç içkiyle alakası yok….

Dincilerin buna itirazı Abdülhamid’in takva sahibi, manevi mertebesinin çok yüksek birisi olduğu bu yüzden içki içemeyeceği şeklindeydi. Bir kere insanın takvasının, manevi mertebesinin ne olduğunu sadece ve sadece Allah bilir. İnsana olumlu olumsuz manevi mertebe biçenler küfre girerler. Böyle yapan insanların hiçbir şeyine itibar edilmez. İkincisi görüntüler ortada üstelik bu görüntüler son derece beyefendi, edepli, medeni, kültürlü, eğitimli bir Osmanlı hanedanı mensubuna ait. Tepki ile karşılaşmaktan çekinmeden herşeyi dürüstçe açıklayacak tiynette. Alt tarafı, dediği de Abdülhamid’in arada içki içtiği, içki müptelası olduğu değil. O zamanlar küçüktü, sevimliydi, Abdülhamid'in dinlendiği zamanları onunla geçirdiğini anlamak zor değil. Sarayda doğmuş büyümüş, dedesi Abdülhamid ile yüzyüze yaşamış birine değil sarayı hiç görmemiş salaklara/bunak cahillere mi itibar edilir?  

"Efendim oğlan küçüktü, nasıl hatırlar" diye güya bahane üretenler. Herkes sizin bulunduğunuz zeka düzeyinde olmak zorunda değil. Ben Ertuğrul'un o yaşlarına ait neler neler hatırlarım. Hatırladıklarımı da o anıları yaşayan aile fertlerim aynen doğrulamışlardır.  

Dinciler pes eder mi? "Evet gençliğinde içmiş ama sonra bırakmışmış, padişah olduğunda içmiyormuş." Geçiniz. Osman Ertuğrul Efendi’nin anlatımları Sultan 2. Abdülhamid'in son zamanlarına ait. Abdülhamid Ertuğrul'un doğumundan 2 ay sonra 1 Kasım 1912'den öldüğü 10 Şubat 1918'e kadar hayatını Beylerbeyi Sarayında geçirdi.  

Abdülhamid sanıldığı kadar ayağı abdestsiz yere basmayan biri değildi

Eski Milletvekili ve Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun videosunda Abdülhamit Han dönemine ait olduğunu söylediği bir belge var. Belgede Abdülhamit Han döneminde Yıldız Sarayı’nın sipariş ettiği içki listesi yer alıyor.  Söz konusu içkiler ve mezeler:  24 şişe kına şarabı, 300 şişe bordo şarabı, 2 anbar Viyana birası, 24 şişe porto şarabı, sardalya, lakerda, hardal.

BÖLÜM  7 – 2. Abdülhamit’in serveti

Araştırmacı yazar Alper Aksoy anlatıyor

Sizlerle bir kitaptan aldığım bilgileri paylaşacağım. “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlakı”

Kitabın yazarı Vasfi Şensözen. Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında avukatlık yapmış Abdülhamit’in mirasçılarının davalarını 25 yıl takip etmiş, milletvekili seçilmiş, elinden on binlerce belge geçmiş, hem de Abdülhamit’in mirasından pay almak için ailenin getirdiği belgeler.

Osmanlı Sultanlarının, malda mülkte pek gözü yok. Saray ve hanedanın giderlerini karşılamak üzere “Hazine-i Hassa”, “Emlak-i Şahane”, “Emlak-i Hümayun” gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri harcamışlar ama hiçbiri bu taşınmazları mülkiyetine almayı düşünmemiş. Hatta II. Abdülhamit’in babası Abdülmecit, kendisine belirli bir ödenek tahsis edilmesi karşılığında hepsini hazineye devretmiş. Üstelik kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliği’nin tapusunu bile hazineye kalsın diye üzerine almamış. Abdülhamit’in kardeşi Vahdettin’in mülkiyetinde çok para etmediği anlaşılan bir handan başka taşınmazı yok.

Ve gelelim II. Abdülhamit’e. Tahta çıktıktan sonra babası Abdülmecit’in hazineye devrettiği Resülayn Çiftliği ve diğer taşınmazların tapusunu kendi üstüne almakla işe başlamış.

Vasfi Sarısözen bu davranışı şu sözlerle yeriyor:

“Bu mallar, hanedanın ortak mallarındansa, tek bir kişi adına tapulanamazdı. Baba mirası sayılacaksa, kardeşlerinin de bunlarda hakkı olmalıydı.” 

Ama Abdülhamit kardeş hakkı, baba vasiyeti, baba hukuku, hatırası dinlemeyip Abdülmecit’in bütün taşınmazlarının tapusunu kendi üstüne almış. Ve bu hukuksuz uygulamaya kardeşlerinin çocukları “Miras hakkı davası” açınca Vasfi Şensözen tam 25 yıl uğraşmış ama pisliklerin hepsini temizleyememiş.

Abdülhamit kardeş hakkına tecavüzle de yetinmeyip sahipsiz arsaların, hanlar; hamamlar; çiftlikler, altın, civa, kurşun, çinko gibi çeşitli maden işletmelerinin tapusunu da üstüne alarak -şimdi sıkı durun- taşınmazlar servetini 11.000 (Yanlış okumadınız on bir bin) tapuya ulaştırmış. Bu kadar tapu yüzünden Abdülhamit’in çocukları, yeğenleri mirasta hakkı olanlar birbirine düşmüş, tapuyu eline alan avukata koşmuştur.

Vasfi Şensözen’den öğrendiğimize göre; II. Abdülhamit’in 12 karısından 17 çocuğu olmuş. Cariye sayısı ise 50’den fazla… Ve her zaman nikâhlı 9 kadını bir arada bulundurmuş. Şeriata göre en çok 4 kadınla evlenebiliyor. Bu durumda, en azından 5 karısı yasal değil ve bunlara miras düşmemesi gerekir. Oysa kadınlarının hepsi İstanbul Kassam Mahkemesi’nden 1 Ocak 1910 tarihinde aldıkları veraset ilamıyla TC Hazinesinin karşısına çıkmış. Vasfi Şensözen haklı olarak şöyle yazmış;

Şeyhülislam efendilerin, nikâhlar kıyılırken karşı çıkmaya korkmaları anlaşılabilir ancak sukutundan 11 yıl, ölümünden iki yıl geçtikten sonra mirasa istihkak ilamı verilmesi ibret ve hayretle mütalaa edilmeli…

”Ortalık tam bir curcuna. Abdülhamit’in çocuk doğuran 12 karısının kimi Rum, kimi Ermeni, kimi Sırp, kimi Rus… Annelerin kışkırtması ile kavgalar dövüşler, tehditler, saldırılar, yaralamalar almış başını gitmiş… Osmanlı mahkemeleri bu işin altından kalkıp bir sonuca gidememiş… Dile kolay 11.000’den fazla tapu 200 kişiden fazla mirasçı var. 

Derken Osmanlı yıkılmış Cumhuriyet kurulmuş. Hilafetin ilgasına dair 3 Mart 1924 günlü 431 sayılı Yasanın 8. maddesinde şöyle bir kurala yer verilmiş:“Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti içindeki tapulu malları millete intikal etmiştir.” 

Tabii 11.000 tapuluk bu akıl almaz servetin bir bölümü de Türkiye sınırları dışında kalmış… Irak, Suriye, Yunanistan, Makedonya gibi… “Haram malın hayrı olmaz” derler… Mirasçılar o ülkelerde açtıkları bütün davaları kaybetmişler, ellerindeki paraları İngiliz avukatlara kaptırmışlardır.

Kitap şu sözlerle bitiyor:  “İkinci Abdülhamid’in sonu gelmez bir ihtirasla topladığı o geniş varlık kısmen millete ve kısmen de hadiselerin şevkiyle yabancı devletlere geçmiş ve ibret verici sahneler ve safhalar halindeki hikâyesi de böylece tarihin malı olmuştur.”

Hani “Abdestsiz yere basmaz, evliya gibidir” diye övülen Abdülhamit işte böyle bir götürücüdür, kardeş ve millet hakkına tecavüz eden hilekârdır. Ama Abdülhamit’in mirasçılarına kalmayan o akıl almaz servet hikâyesinden, çıkarılması gereken ilahi dersler vardır.”

Hüseyin Çelik anlatıyor

Sultan Abdülhamid Osmanlı tarihinin en zengin padişahıdır. Ülkenin neresinde önemli bir toprak varsa, bir çiftlik, bir bir şey varsa Sultan Abdülhamid kendi üzerine geçirmiş. Vefat ettiği zaman İttihatçılar bütün o malları alıp hazineye devrettiği için vefatından sonra hiç miras kalmamış. 

BÖLÜM 8 –  İslamcı Abdülhamit ve İslamcı Muhalefet

II. Abdülhamid’in baskıcı tek adam yönetimi başta Mehmed Âkif olmak üzere Said Halim Paşa, Said Nursi ve İskilipli Âtıf Efendi gibi birçok İslamcı figürün II. Abdülhamid’i ağır bir dille eleştirmelerine çok esaslı bir gerekçe oluşturmuştur.

Dincilerin  kendilerinden olarak gördükleri Mehmet Akif, şiirlerinde 2. Abdülhamit’i bakın nasıl tanımlamıştır:

Hiddetler, şiddetler, tazyikler (baskılar) , cebirler (zorlayışlar) hep aczin (çaresizliğin) meşimesinden (döl yatağından) düşen bir sürü eksik mahlûklardır (yaratıklardır) ki beşeriyet (insanlık) muztar (zorunda) kalmadıkça bunları agûş-i kabulüne (kucağına) alamaz; alsa da mümkün değil sevemez” 

“Dedi: Çoktan beridir vardı benim bir derdim
Gideyim zalimi ikaz edeyim, isterdim.
O, bizim cami uzaktır, gelemez mani ne?
Giderim ben diyerek vardım onun camiine
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid
Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız
O silahşörler o al fesli herifler sayısız
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebziri aşan masrafı, dersen sorma
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma”

“Ah o Yıldız’daki baykuş
Nasihatim sana: Herzeyle iştigâli (zevzeklikle uğraşmayı) bırak;
Adamlığın yolu nerdense, bul da girmeye bak….
Adam değil misin, oğlum: Gönüllüsün semere;
Küfür savurma boyun kestiğin semercilere…
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se…
Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e…
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,…
Dedim ki: “Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören; ne eden;
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar, gerek ki saklansın.
Değil mi korkudasın var kabâhatin mutlak!”
Ah efendim, o herif yok mu, kızıl kâfırdi:…
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi (inkar ederdi)
Ne edeb der, ne hayâ der, ne fâzîlet, ne vakar;
Geyirir leş gibi, mu´tâdı değil istiğfar: (özür dileme alışkanlığı yok)
Aksırır sonra, fütûr etmiyerek burnumuza…
Yutarız, çare ne, mümkün mü ilişmek domuza
Savurur balgamı ta alnımızın ortasına,
Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına!”

Sultan Abdülhamid devrildikten sonra ona muhalif pek çok isim nedamet getirdi ve muhalefetlerinin yanlış olduğunu yazdı; oysa Akif, Sultan Abdülhamid’i asla affetmedi.

Merhameti ile bilinen Akif, Tevfik Fikret ile giriştiği tartışmaları içeren şiirlerin önemli bir kısmını Fikret’in ölümünden sonra kitaplarından çıkarsa da Sultan Abdülhamid aleyhinde yazdığı tek bir satırı silmediği gibi salvolarını sürdürdü.

Hele Fir’avn’ın elinden yakamız kurtuldu; 
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu. 

Ah efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi.

Bu arada, Mehmet Akif dinci falan değildi. Bu,  Mehmet Akif Mısır’a niye gitmiş?  yazımız  ve  Mehmet Akif’in Türkçe Kur’an meali yazımıza ek olarak  belge, kaynak olmadan her önüne gelene iftira atan, rant için dinci görünen fesli-püsküllü şizofrenin Mehmet Akif’e “Serserinin teki” demiş olmasından da anlaşılabilir.

İlber Ortaylı bazı açılardan 2. Abdülhamid’i anlatıyor

Baskıcılığa yönelik muhalefet şiddetlendikçe kuruntuları da artan, kuruntuları arttıkça baskıya vites attıran II. Abdülhamid’in yönetim tarzı Said Halim Paşa tarafından “kendi hakları dışında Meclis, Anayasa filan tanımayan bir müstebitlik (zorbalık)” diye nitelendilirken, İskilipli Âtıf Efendi de keyfi idare, icraat ve zulüm diye nitelendirdiği II. Abdülhamid yönetimindeki baskıcı özellikleri “nifak ve şikâk” (bozgunculuk ve ikilik yaratma) diye tanımlamıştır. Öte yandan, Seyyid Bey Müslüman milletin topyekûn gerileme ve çökmesini İslam ve/veya dönemin İslami anlayışıyla ilişkilendirmesinin yanı sıra zulüm ve istibdadı da aynı noktaya bağlamıştır.

BÖLÜM 9 – 2. Abdülhamit Donanmayı çürütmüş

Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük donanması durumundaki Osmanlı donanması, Abdülhamit döneminde, Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa yönetiminde Haliç’te çürümeye terk edildi. Bunun iki temel nedeni vardı: 1. Abdülhamit’in, donanmanın kendisini tahttan indirebileceği korkusu… 2. Abdülhamit’in dışarıya karşı silahlı direnç göstermeme, kışkırtıcı duruma düşmeme, barışçı görünme ilkesi…

Sinan Meydan anlatıyor

“Donanma Haliç’te hareketsiz bırakılmış, ateş talimi ve manevradan kaçınmakta, buna kalkışmak bile büyük suç sayılmaktaydı… Bakımları yapılmayan gemiler pastan çürüyorlardı.” (Bahriye Encümeni Mazbatası, 27 Mart 1909)

Geçen hafta bu sayfada, Lozan’da fiilen elimizde olan hiçbir adayı kaybetmediğimiz gibi Yunan işgali altındaki iki önemli adayı (Gökçeada, Bozcaada) ve Tavşan Adalarını kurtardığımızı anlatmıştım. Bu hafta ise kimilerinin hiç duymak istemediği başka bir tarihi gerçeği; adaların kaybedilmesinde II. Abdülhamit’in rolünü anlatacağım.

Bugün konumuz Haliç’te çürümeye terk edilen donanma!

Abdülaziz’in Güçlü Donanması

Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Osmanlı donanması yenilendi. Ekonomik güçlüklere rağmen değişik boyutlarda savaş gemileri alındı. 1867’de Bahriye Nezareti kuruldu. Abdülaziz döneminde Osmanlı donanmasında 30’u zırhlı, 70’i ahşap olmak üzere toplam 106 gemi vardı. (1) Abdülaziz döneminde Osmanlı donanması dünyanın en büyük 3. donanması haline geldi. II. Abdülhamit’e işte böyle büyük bir donanma miras kaldı. 

Gerçek şu ki, Abdülaziz döneminde dünyanın 3. büyük donanması durumundaki Osmanlı donanması, Abdülhamit döneminde, Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa yönetiminde Haliç’te çürümeye terk edildi. 

Meclisi Mebusan’ın 27 Mart 1909 günlü oturumunda okunan Bahriye Encümeni Mazbatası’nda Abdülhamit döneminde donanmanın nasıl çürüdüğü şöyle özetleniyor: “Donanma Haliç’te hareketsiz bırakılmış, ateş talimi ve manevradan kaçınmakta, buna kalkışmak bile büyük suç sayılmaktaydı. Haliç’te donanmayı oluşturan gemilerin sayıları ve tipleri görülüyor, ancak personeli eğitim yapamıyor. Bakımları yapılmayan gemiler pastan çürüyorlardı. Donanma subayları sadece teorik bilgilere sahip bulunuyorlar, uygulamada yetersiz kalıyorlardı.”

Abdülhamit dönemi sonlarında (1903-1908) Bahriye Nazırlığı yapan Hasan Rami Paşa da “Hatırat”ında Abdülhamit döneminde donanmanın perişanlığını şöyle anlatıyor: “Tersane tesislerinin hiçbiri işlemiyordu. Bahriyece mühim olan havuz kapakları da haraptı, torpido istimbotları kıçtan karaya bağlanmıştı, alt tarafları pas tutmuştu, çürüyorlardı, bitiyorlardı. Kasımpaşa kahvehanelerinde esnemekle vakit geçiren biçare bahriyelilere daima tesadüf olunurdu. Askerler silah kullanmanın en basit kaidelerini dahi bilmiyorlardı… Bahriye Nezareti’ni borca boğulmuş buldum; ne para veriliyordu ne de itibar kalmıştı; ayrılan bütçenin ancak üçte birinin verilmesi adet haline gelmişti. (…) Nihayet gemiler çürüdü, içlerinde asker barınamayacak hale geldi. Subaylar bile kamaralara şemsiyeleri açık olarak girer çıkar oldular. Çürüklük bir raddeye vardı ki, artık bu gemilerin kalafat edilmeleri bile imkânsız hale geldi. Tamirat için yazılan yazılar hep hasıraltı ediliyordu.” 

Abdülhamit döneminde donanma öylesine perişan hale getirildi ki, 1897 Türk-Yunan Savaşı’nda Ege’ye çıkmak zorunda kalan gemiler Haliç’ten Çanakkale’ye zor gittiler. Hasan Rami Paşa’nın anlattığına göre bu sırada Amiral Gemisi Mesudiye’nin 8 kazanından 3’ü patladı, gemi su aldı. Gemilerin işaret fişekleri ve projektörleri bile yoktu.

Tarihçi Orhan Koloğlu’na göre donanmanın Haliç’te çürütülmesinin iki temel nedeni vardı: 1. Abdülhamit’in, donanmanın kendisini tahttan indirebileceği korkusu… 2. Abdülhamit’in dışarıya karşı silahlı direnç göstermeme, kışkırtıcı duruma düşmeme, barışçı görünme ilkesi… “Bu tutum sonunda bütün Doğu Akdeniz’e, Kızıldeniz’e Karadeniz’in yarı kıyılarına sahip olan Osmanlı Devleti, deniz gücünden yoksun bırakıldı…” 

Tarihçi Enver Ziya Karal’a göre de “Padişahın müptela olduğu ve tedavisi mümkün olmayan vehmi” nedeniyle donanma Haliç’te çürütüldü. 

Abdülhamit döneminde donanmada görevli Amiral Woods, Abdülhamit’in ruh haliyle donanmanın Haliç’e bağlanması arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyor: “Abdülhamid’in Dolmabahçe’den ayrılarak Yıldız Sarayı’na geçmesinin asıl sebebi muhtemelen amcasının tahttan indirilmesinde deniz kuvvetlerinin üstlendiği rolü bilmesinden kaynaklanıyordu.” 

Bu iki neden dışında meseleyi ekonomik gerekçelerle açıklayanlar da var. Onlara göre; Abdülhamit, ekonomik koşulların olumsuzluğu nedeniyle donanmayı çürüttü. Ancak, donanmanın Haliç’te çürütülmesini “parasızlıkla” açıklamak yeterli değildir. Abdülhamit, eğer gerçekten isteseydi, başka yerden kısarak en azından donanmanın periyodik bakım ve onarımı yaptırabilirdi.

Kimi Abdülhamitçiler, “Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürütmediğini, tam tersine donanmayı daha da güçlendirdiğini!” iddia ediyor: 1892’den itibaren bazı gemilerin onarılmasını, donanmada bazı Alman danışmanların görevlendirilmesini, eğitim amacıyla bazı bahriye zabitlerinin yurt dışına gönderilmesini, yabancı ülkelere birkaç adet torpido, kruvazör, destroyer, gambot siparişi verilmesini ve 1886’da İngiltere’den 2 denizaltı alınmasını bu iddialarına kanıt olarak gösteriyorlar. Ancak Yunan donanmasının güçlenmesi karşısında Abdülhamit’in, özellikle iktidarının sonlarındaki bu çalışmalarla Türk donanmasının güçlendiğini söylemek olanaksızdır.

Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürüttüğünü kabul eden kimi “akademik” Abdülhamitçiler ise Abdülhamit’i aklamak için bazı “akademik” gerekçeler ileri sürüyorlar:

Örneğin bazı akademisyenlere göre Abdülhamit’in donanmayı Haliç’te çürütmesi değil, Sultan Abdülaziz’in dünyanın 3. büyük donanmasını kurması hataydı! Onlara göre Abdülaziz’in, devlet iflas ederken, yeterli tersane yokken, çok büyük bir donanma kurması yanlıştı! Ayrıca Abdülaziz’in büyük donanması teknolojik açıdan yetersizdi. Dünyada deniz teknolojisi o sırada çok hızla değiştiği için Abdülaziz’in inşa ettirdiği gemiler kısa zamanda çağın gerisine düşmüştü! Abdülaziz’in kurduğu donanmanın personeli az, eğitimi yetersizdi. Bu donanmayı yürütmek için gereken kömür üretimi de yeterli değildi. 

Bu mantıkla donanmayı “çürüten” değil, “büyüten” suçluydu!

Bazı akademisyenlere göre Abdülhamit donanmayı Haliç’te çürüterek, Abdülaziz’in hatasına düşmedi! Abdülhamit dünyada deniz teknolojisinin çok hızlı değiştiğini, ayrıca o dönemde donanmanın işe yaramadığını, bu nedenle donanmaya yatırım yapmanın hata olduğunu gördü! Abdülhamit, “borca dayalı bir donanma yapmayı” tercih etmedi!  Bu mantıkla Abdülhamit’in donanmayı çürütmesi yanlış değildi! Örneğin Prof. Metin Hülagü, bu görüşü şöyle savunuyor: “Abdülhamit döneminde denizcilik ihmal edilmiştir, donanma Haliç’te çürümeye terk edilmiştir, ama şuurlu bir terk ediştir, bilerek yapılmıştır ve öyle yapılması gerektiği için öyle yapılmıştır! Yoksa bir ihanet, gaflet ve donanmayı hakikaten çürütme niyeti yoktur. İhmal edilmiştir, çünkü Abdülhamit dönemi donanmanın işe yaramadığı bir dönemdir! Sınırlarımıza, denizle olan münasebetimize, mali yapımıza, teknolojik alt yapımıza baktığımızda Abdülhamit döneminde donanmanın ihmal edilmesi gerekmekteydi!” Bu görüşe göre donanmayı “işe yaramıyor” diye (!) “şuurlu biçimde” (!) Haliç’te çürüten Abdülhamit, donanmayı değil, kara ordusunu güçlendirmeyi tercih etti. Abdülhamit, büyük donanmayla değil, küçük torpidolarla sahilleri korumak istedi. 

Bazı akademik yayınlarda da “Donanma Abdülhamit’e rağmen çürütüldü!” tezi savunuluyor. Örneğin bir doktora tezinde, Abdülhamid’in Haliç’te tuttuğu donanmanın eksiklerini tamamlamak, donanmayı yeni sistem Krupp ve Nordenfelt toplarıyla donatmak, zırhlılarını kalınlaştırmak için sürekli olarak Şurayı Bahriye’ye, Bahriye Nazırı’na ve Donanma Komutanı’na iradeler gönderdiği, ancak bunlara 1890’a kadar yanıt alamadığı belirtiliyor. Abdülhamit istemesine rağmen donanmaya yeterli bütçe de ayrılmıyor! Tezdeki ifadeyle “Abdülhamit araya girmesine rağmen Sadaret Makamı ve Maliye Nezareti böyle bir kaynak aktarımına izin vermemişti!” Bir de Bahriye Nazırı ve Bahriye Meclisi üyeleri Abdülhamit’i sürekli yanlış bilgilendirmişler! Abdülhamit’e, “Donanma her an savaşa hazırdır” diye bilgiler vermişler! Bu doktora tezi, donanmanın “Abdülhamit’e rağmen!” çürütüldüğü kanısını uyandırıyor! 

Ancak, tezin yazarı da buna pek inanmamış olacak ki, bir yerde “Zira gemilerden alınacak bir vidadan haberdar olmak isteyen bir padişahın bütün olanlardan habersiz olması da düşünülemez” diyerek gerçeği itiraf ediyor. 

Donanmasızlık pahalıya mal oldu. Orhan Koloğlu’nun ifadesiyle Abdülhamit döneminde “Avrupa devletleri Osmanlı’ya bir şey kabul ettirmek için ordular da göndermiyorlardı. Birkaç savaş gemisinin Osmanlı sularında görülmesi yeterli oluyordu.” 

1879’da İngiliz gemileri, Osmanlı’ya bazı reformalar dayatmak için ufukta görünür görünmez büyük korkuya kapılan Abdülhamit, istenilen ödünleri hemen verdi. Bunun üzerine bir Batılı yazar şöyle yazdı: “Artık Türk gibi kuvvetli yok, Türk gibi zayıf demeliyiz! Bir donanma gösterisi Türkiye’nin her şeyi kabulü için yetiyor.” 

Donanmasız Osmanlı çözüldükçe çözüldü: 1897 Türk-Yunan savaşında karada Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğrayan Yunanistan, denizde iki zırhlıyla Boğazları ablukaya aldı. 1881’de Fransızlar Tunus’u, 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal etti. O günlerde bir yabancı gazete “Türkiye’ye iş yaptırabilmek için bir zırhlının tepesinde Fransız bayrağının görünmesi yeterlidir” diye yazıyordu. 

1901’de Lorando-Tubini borç olayında, Abdülhamit Fransız alacaklılara parayı ödememeye kalkınca Fransız savaş gemileri Midilli Gümrüğü’nü işgal ettiler. Abdülhamit, derhal Fransa’nın tüm isteklerini kabul etti. 

1902’de yabancıların Osmanlı sularında avlanması yasaklanınca Trablusgarp sularındaki sünger avcılarını korumak için Yunan savaş gemisi gönderildi.

1903’te İskenderun’da bir Ermeni’yi polis tutuklayınca oradaki ABD Konsolosu olayı protesto etti, San Fransisco adlı bir kruvazörün İskenderun önünde görülmesiyle Osmanlı yetkililerinin özür dilemesi bir oldu.

1905’te 6 büyük devlet Makedonya’nın ekonomik işlerini yürütmek için birer mali murahhas tayin etmek istediler. Osmanlı bu isteği reddedince -Almanya hariç- 5 büyük devletin savaş gemileri Midilli ve Limni adalarını işgal etti. Abdülhamit Batılı ülkelerin “Mali İşleri Denetleme Komisyonu”nu mecburen kabul etti.

1906’da Hicaz Demiryolu nedeniyle Osmanlı askeri Tabah’ı işgal ettiğinde İngiltere, donanmasına Pire’de toplanma emri verir vermez sorun İngiltere’nin istediği biçimde çözüldü.

Sonra ne mi oldu? 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a saldırdıklarında çürümüş Osmanlı donanması İtalya’ya karşı koyamadı. İtalyanlar ellerini kollarını sallayarak 12 Ada’yı işgal ettiler. 1912’de de Yunan donanması Ege adalarını işgal etti. 1915’te İngiliz Fransız birleşik donanması hiçbir engelle karşılaşmadan gelip Çanakkale’yi zorladı. Osmanlı güçlü bir donanmaya sahip olsaydı ne adalar kaybedilir, ne de düşman Çanakkale Boğazı’nı zorlayabilirdi.

Diyeceğim o ki, eğer adaların kaybedilmesinin hesabını sormak istiyorsanız herkesten önce, donanmayı Haliç’te çürüten Abdülhamit’ten hesap sormalısınız!

Sinan Meydan, Abdülhamit’in çürüttüğü donanma. Sözcü Gazetesi 28 Eylül 2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/yazarlar/sinan-meydan/abdulhamitin-curuttugu-donanma-6057031/

BÖLÜM 10 – II. Abdülhamid’in utanç anıtı

Rusların İstanbul’daki “kılıç hakkı

93 Harbi ( 1877-1878 ) olağan yenilginin çok ötesine geçen sonuçlarıyla diğer Osmanlı-Rus savaşlarından ayrılır. Eski takvimle 1293 yılına denk geldiği için “93 Harbi” olarak bilinen savaşın feci sonuçları Kafkas ve Tuna cephelerindeki yenilgilerle bitmez. Kafkas cephesi çökünce Erzurum düşer. Tuna cephesi çökünce Edirne düşer ve Rus Ordusu vakit geçirmeden İstanbul kapılarına dayanıp, Yeşilköy’de (Ayastefanos ) Ordugah kurar!

Hilafet ve saltanat merkezi İstanbul, kendini savunacak durumda değildir. Balkan ve Kafkas bozgunlarının yarattığı şaşkınlık ve yenilgi psikolojisi halka da yansımıştır. Kısacası Rus Ordusu’nun İstanbul’a girip, Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmesinin önünde hiçbir engel kalmamıştır!

Büyük devletlerden umduğu desteği bulamayan II. Abdülhamid, Rus Orduları Başkomutanı Grandük Nikola ile görüşmek zorunda kalacaktır. 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne Mütarekesinin ardından gelen 3 Mart 1878 Ayastefanos (Yeşilköy ) ön barışı ile Karadağ, Sırbistan, Romanya bağımsızlığını kazanmakta, Osmanlı Rumeli’sini ikiye bölen Özerk Bulgar Prensliği kurulmakta, Bosna-Hersek Avusturya’ya, Beserabya, Kars, Ardahan, Batum, Doğu Beyazıt Rusya’ya, Dobruca Romanya’ya bırakılmakta, Osmanlı devleti, Rusya’ya verilecek 400 milyon Ruble savaş tazminatıyla birlikte, Girit, Teselya, Arnavutluk, Doğu Anadolu’da ıslahat yapmayı taahhüt etmektedir.

Kıbrıs bu dönemde elden çıktı 

Avrupa devletleri, Kuvvetler dengesini Rusya lehine esastan değiştiren Ayastefanos Antlaşmasına şiddetle karşı çıkacak, savaşa hazırlanan İngiltere, donanmasını Marmara’ya sokacaktır! 1878 Berlin Kongresi, Hasta Adam Osmanlının Rusya tarafından yutulmasını çıkarlarına aykırı gören Avrupalı büyüklerin baskılarının sonucudur. İngiltere’nin, Rusya’ya karşı Osmanlı’yı himayesinin ödülü olarak isteyip, verilmezse işgal edeceğini söylediği Kıbrıs, bu dönemde elden çıkacaktır.

Berlin Kongresi (13 Haziran – 13 Temmuz 1878) ile Makedonya’nın Osmanlı’ya iadesi ile kuzeyde şeklen Osmanlıya bağlı Bulgar Prensliği, güneyde içişlerinde serbest, başında Hıristiyan bir vali bulunan Doğu Rumeli Vilayeti kurulacak, Romanya, Sırbistan, Karadağ bağımsız devletler olacaktır. Bosna-Hersek ve Yenipazar sancağını Avusturya, Sırbistan Niş’i, Karadağ Antivari’yi, Romanya Dobruca’yı, Rusya Beserabya, Kars, Ardahan, Batum’u, İran Hotur’u alacaktır. Birkaç yıl içinde Yunanistan’ın Teselya’ya, Fransa’nın Tunus’a el koyması da Berlin Kongre’sindeki pazarlıkların sonucudur. İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali (1911) bu paylaşımın epey gecikmiş bir parçasıdır.

Ruslar Zafer Anıtı dikti, parasını Abdülhamid verdi 

Yukarıda açıklanan tarihi kronolojinin ardından sözü 93 yenilgisini milletin utanç belleğine kazıyan Ayastefanos Zafer Anıtına, yani Rusların Kılıç Hakkına getirmenin zamanıdır. İstanbul, 1453’ün intikamını alırcasına Rus çizmeleri tarafından çiğnenmekte, İslam dünyasının manevi başkenti, Ortodoks işgalinin utancını yaşamaktadır.

Görkemli bir anıtla 93 zaferini ebedileştirmeyi düşünen Rusya, Şenlikköy’de anıt-kilise inşasını ister. Osmanlı hükümeti bu isteğe boyun eğecek ve savaş tazminatı olarak anıt-kilisenin giderlerini karşılayacaktır. Rus askeri ataşesi Albay Peçkov’un gözetiminde inşasına 1895’te başlanan anıtın mimarı Bozarov’dur. Değişik yerlerdeki Rus mezarlarından toplanan kemikler şapelin mahzenlerine yığılır. Çar Nikola’nın ressamları, Anıt-Kilisenin girişindeki aziz tasvirleri ve dini semboller, duvarlarda ölen Rus askerlerinin adlarının işlendiği nişler için 6 ay boyunca durmaksızın çalışırlar.

18 Aralık 1898’de Rus Çarının kuzeni Grandük Nikola Nikolayeviç, Fener Rum Patriği ve Osmanlı devlet ricalinin katıldığı bir törenle açılan anıt, Türkler için 93 yenilgisinin, Ruslar içinse zaferin sembolüdür. Rusya’nın Osmanlı Devletine savaş ilanıyla (2 Kasım 1914 ) içine sürükleneceğimiz I.Dünya Savaşı, İttihat ve Terakki iktidarına beklediği fırsatı verecektir. Anıt-Kilisenin çanının askeri müzeye, eşyaların Polis Müdüriyetine, İkona ve dinsel objelerin Rus rahiplere verilip boşaltılmasının ardından 14 Kasım 1914 tarihinde utanç anıtı havaya uçurulur.

Rusya ile 2012’de imzalanan antlaşma

Sözü, makalemizin başlığı ile doğrudan ilgisi nedeniyle, Putin’in (3 Aralık 2012) İstanbul ziyaretinde düzenlenen iki ülke topraklarına defnedilmiş askerler anısına yapılacak anıt mezarlara ilişkin protokole getirmenin zamanıdır. Hiç kuşkusuz tarih bu anlaşmayı, derin hafızasını koruyan bir devletle, tarihsel bilincini, belleğini ve duyarlılığını yitirmiş muhatabı arasındaki trajikomik ilişkinin ibretlik belgesi olarak kaydedecektir.

3 Aralık 2012 mutabakatı doğrultusunda Başbakan imzasıyla 07.05.2013 tarihinde TBMM başkanlığına gönderilen; “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti arasında Türkiye Cumhuriyeti Topraklarında Bulunan Rus Defin Yerleri ile Rusya Federasyonu Topraklarında bulunan Türk Defin Yerleri Hakkında Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı” genel kurul gündemine yetişmez. İç tüzüğün 77. maddesi uyarınca bir sonraki çalışma döneminde, tasarının bakanlar kurulunca yenilenmesinin uygun görüldüğüne dair 23.12.2015 tarihli Başbakanlık yazısı üzerine TBMM’ce 14.02.2017’de kabulünün ardından 8.03. 2017 günlü Resmi Gazete’de (Sayı-30001 ) 6773 Nolu Kanun olarak yayınlanarak yürürlüğe girer.

Kanun, Türkiye’nin Rusya’nın Krasnoyarsk kentinde Troitski Mezarlığında yatan Türk askerlerinin anısına 1915 yılında inşa edilen, şimdi harap vaziyetteki anıtı düzenlemesine karşılık, Rus tarafının 1877-1878 Türk –Rus savaşında ölen askerlerinin anısına Ayastefanos’ta (Yeşilköy) yapılan San Stefano Kilisesi’ni yeniden inşasına izin vermektedir.

Kafkas cephesinde Ruslara esir düşüp, binlerce kilometre uzakta vatan hasretiyle ruhunu teslim eden Mehmetler halen Sibirya’nın buzlu toprağında yatmaktadırlar. Yeşilköy’de zafer anıtı olarak inşa edilen San Stefano kilisesi duvarlarına künyeleri kazınanlar ise 93 Harbinde ölen Rus askerleridir.

Kabirlerinde 143 yıldır huzur içinde yatan Plevne şehitlerini, Aziziye’yi Ruslar’a dar eden Nene Hatunları, Kaf dağlarının ardında kalan Anadolu delikanlılarını, bedenleri toprak olmuş Şıpka kahramanlarını ikinci kez öldürecek utanç anıtı yasası, hiç kuşkusuz Krasnoyarsk’ta yatan Mehmetleri Sibirya’nın dondurucu ayazından daha çok üşütecektir!

Türk halkının belleğinden çıkarmak istediği geçmişin utanç verici yenilgi sembolünü, kolektif travmayı, psikokültürel çöküşü yeniden tetikleyecek bu aşağılayıcı simgeyi kabullenmek için tarih bilincinden yoksunluğun yanında milli duyarlılığın zerresinden de nasiplenmemiş olmak gerekiyor.

Parası Türklere ödetilen, Rusların “Kılıç Hakkı” Ayastefanos kilisesinin ilk açılışına zoraki katılan Osmanlı yöneticileri utanç ve eziklik içindeydiler. İkinci açılış töreninin “Yeni Osmanlıcı”  protokolünün, utanç ve eziklik ile gurur ve onur arasında yapacakları tercihten önce, ders alınmadığında tekerrür eden tarihten birazcık ibret almaları gerekiyor.

İstanbul Yeşilköy'deki Ayastefanos Rus Zafer anıtı

İstanbul Ayastefanos (Yeşilköy) Rus Zafer anıtı

Not: Yazarın büyük dedesi İbrahimbeyoğlu Süleyman 93 Harbi şehitlerindendir.

Hüseyin Özbek, Oda TV 29.07.2020  https://odatv4.com/ruslarin-istanbuldaki-kilic-hakkini-bilir-misiniz-29072038.html

BÖLÜM 11 – 33 Yıllık Abdülhamid devrinin ekibi

Sonra da devlet batınca ‘vay efendim Türkçülük başlamış da devlet çökmüşmüş…’
Peki bu ekonomik iflas tablosunda Türkler nerede ?
Halife-i Müslümin 2. Abdülhamit’in nazırlarından (bakanlarından) ve bürokratlarına buyurun beraber bakalım:

Hariciye Nazırları (Dışişleri Bakanları); Alaksandros Karateodori Paşa (1878-1879)
Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)
Hazine-i Hassa Nazırları; Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891), Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897), Ohannes Sakız Efendi (1897-1908)

Maliye Nazırı; Agop Ohannes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 – Mart 1887) (1888-1891)

Nafia Nazırları (Bayındırlık bakanları); Ohannes Çamiç Efendi (1877-1878), Aleksandr Karateodori Paşa (1878) Sava Paşa (1878-1879)

Orman ve Maadin NazırlarıMavrokordato Efendi (1908-1909), Aristidi Paşa (1909)

Ticaret ve Ziraat NazırlarıBedros Kuyumcuyan Efendi (1880), Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)

Ayan Üyeleri (Osmanlı’da merkezi yönetim ile vatandaş arasında Anadolu ve Balkanlar’da ve diğer yerlerde irtibat sağlayan önemli kişiler zenginler(1876);  Antopolos Efendi Aristarki Bey,
Daviçon Karmona Efendi, Musurus Paşa, Serviçen Efendi, Stoyanoviç Efendi, Dr. De Kastro Bey, Mavroyeni Paşa, Karatodri Paşa, Abraham Karakahya Paşa

Ayan Üyeleri (1908);  Azaryan Efendi, Basarya Efendi, Bohor Efendi, Fethi Franko Bey, Gabriyel Noradonkyan Efendi, Mavrokordato Efendi, Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi,
Yorgiyadis Efendi, Aram Efendi, Popoviç Temko Efendi,

Babıali Hukuk MüşaviriGabriel Efendi. Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi 2. Dünya savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansında Ermeniler için toprak talep etmiş, Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmıştır…

Büyükelçi-Elçi olarak görev yapanlarY. Fotiades Bey ve Gobdan Efendi Atina, Azaryan Efendi Belgrad, E. Karatodri Efendi Brüksel, Blak Bey Bükreş, Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi Lahey, K. Musurus Paşa, Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa Londra, Naum Paşa Paris, S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey Roma, Nikola Gobdan Efendi Sofya,
A. Vogorides Paşa Viyana, L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey Washington

Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve özellikle Rum memurlar kullanılmakta idi.

Valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu. Örnekler; Şarkî Rumeli ValileriSava Paşa, Aleko Vogorides Paşa, Gavril Paşa Hristoiç, Alexandre de Battenberg,
Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha. Sisam BeyleriMişel Gregoriyadis Bey, Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa, Yorgi Yorgiadis Efendi,
Andrea Kopasis Efendi. Cebelilübnan Sancağı MutasarrıflarıVasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko

Maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi (!) vardı…”

O yıllarda Türkler ne yapıyordu? Türkler askerdeydiler. Yıllarca cepheden cepheye koşmak, donarak ölmek, susuz kalmak, kuru ekmeğe talim etmek, şehit, esir, gazi olmak Osmanlı’nın nitelendirmesi olan etrak-ı idrak’a (akılsız Türklere) kalmıştı.

Şimdi anladınız mı Atatürk’ün kimin tekerine çomak soktuğunu?

Türk Dil Kurumuna bir Ermeni dilbilgisi uzmanını, o da sadece Genel Sekreter olarak atadı diye, ki adam Osmanlı memuru zaten, 100 senedir Atatürk’e demediğini bırakmayanlara soralım, insafınız var mı?

Sinan Kuneralp (Osmanlının  Damat Ferit Paşa Hükûmetlerinde kısa bir süre Maarif ve Dahiliye Nazırlığı yapmış Ali Kemal Bey’in torunu), Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali, Prosopografik Rehber, İstanbul: İsis Yayınları, 1999 https://stratejisite.files.wordpress.com/2016/03/son-dnem-osmanli-erkn-ve-rcal-1839-1922.pdf  (Bu kaynaktan alıntılayıp yukarıdaki derlemeyi yapan saptanamamıştır) 

BÖLÜM 12 - Sultan Abdülhamid'in idam ettirdiği erler Halim ve Abbas 


8 Ağustos 1903’de  II. Abdülhamid döneminde Rusya’nın Manastır Konsolosu Aleksandır Arkadiyeviç Rostkovski  Nüzhetiye Karakolu önündeki askerlerin, kendisini selamlamadığını görünce üzerlerine yürüdü; hakaretler etti ve kamçıyla suratına vurmaya başladı. Bunun üzerine gururu kırılan Halim adlı jandarma eri konsolosu vurup öldürdü. Rusya ayağa kalktı; II. Abdülhamit’e baskı yaptı. Rusya’nın yanısıra İstanbul’daki bütün elçilikler ayağa kalktılar, erin cezalandırılmasını istediler. Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti’ne ültimatom verdi. Manastır’da alelâcele  Divan-ı Harp (askeri mahkeme) toplandı.  Olay sırasında karakolun dışında bulunan bir diğer asker Abbas da mahkemeye verildi.

Mahkeme 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından Halim’i ve Abbas’ı idama mahkum etti. Halim’in suçu “cinayet”, Abbas’ın da “cinayete mâni olmamak” idi. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa’ya Rus Konsolosun öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti. Konsolosun ailesine de 400.000 frank (Günümüz değeriyle 1.400.000 Euro civarı) tazminat ödenmesine karar verildi.

İki Mehmetçik, II. Abdülhamit’ten af diledi. Kabul görmedi. Aksine II. Abdülhamit, “ilişkiler bozulmasın” diye Rusları hediyelere boğdu.

Rus konsolosun öldüğü yerde kurulan darağacında iki Mehmetçik idam edildi. Rus Konsolosun Osmanlı askeri Halim’e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı.

Ayrıca nöbetçi asker Halim’in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı.

Enver Paşa yayınlanan otobiyografisinde olayı anlatıyor (günümüz Türkçesi ile):“…Bu sırada ortaya çıkan bir vak’a, büsbütün işi karıştırdı. Rusya Hükümeti’nin Manastır Genel Konsolosu Mösyö Rostkofski askerlere taarruza, rast geldiği yerde selâm vermediğinden dolayı azarlamaya ve hattâ bir topçu neferini darba kadar varmıştı.Nüzhetiye Karakolu önünden geçerken orada bulunan jandarma neferi Halim konsolosu tanımadığından saygı göstermez. Konsolos bunun üzerine kırbaçla yürür. Nefer de askerlik namusunu korumak için ateş eder. Konsolos iki kolunu, vücûdunu delen bir kurşunla yere serilir.

Silâh sesi üzerine, kışladan olay yerine koşmuştum. Nefer sakinliğini bozmayarak ‘Ben vurdum’ dedi ve silâhını bana teslim etti. Derhal kurulan askerî mahkemede bulundum. Rusya Sefareti Baştercümanı Mandelstam’ın hükümete yaptığı hakaret bütün âsâbımı tahrik ediyor, ‘Âh, ne vakit iyi bir idare kurulacak, ne vakit bizi bu tahkirlerden kurtaracak bir hükümet teessüs edecek?’ diyordum. Bu sırada genel müfettişliğe tâyin edilmiş olan Hilmi Paşa, Manastır’da idi. Askerî mahkeme, Halim ile bir arkadaşının idamına karar verdi.

Mahkemenin kâtibi olduğumdan verilen bu hükmün hiçbir kanuna dayanmadığını söylemeden geçemem. Öldürme hadisesinin jandarma tarafından kızgınlık neticesinde icra edildiğini konsoloshanenin askerî mahkemedeki vekilleri de tasdik ettiler. Bununla beraber idam hükmü ‘Nefer Halim, kızgınlıkla giriştiği öldürme eylemini taammüden tamamladığından ve arkadaşı da öldürmekten menetmediği için idamlarına karar verilmiştir’ şeklinde idi. Askerî mahkeme, böylelikle ismini sonsuza kadar lekeleyecek bir hüküm vermiş oluyordu. İki nefere verilecek ceza en fazla on beş sene hapis ve beş sene kürek olacaktı. Hüküm böyle verildikten sonra idare kararı idama çevirebilir ama askerî mahkeme haksız bir muamele yapmış olmazdı. Cezanın infazı sırasında sefaret baştercümanı benimle beraber seyre gitmek istedi. Mahkeme başkanı genel müfettişliğin bu emrini bana tebliğ etti fakat kabul edemeyeceğimi ricâ ettim ve uygun gördüler. Yalnız, ölen konsolosun cenaze alayı gittiği sırada bataryam beş pâre top atışına memur edilmişti, bunu yaptım. Maamafih bu olaydaki haksızlığı hiçbir vakit unutamayacağım”.

Kâzım Karabekir 2008’de çıkan “Hayatım” isimli otobiyografisinin 150. sahifesinde olayı anlatıyor: “…Rus konsolosu aksi ve müthiş Türk düşmanı bir adammış. Biraderin anlattığına göre Kışla Caddesi’ndeki bir gazinoda arkadaşlarıyla bilardo oynarken kışlaların karşısındaki Nüzhetiye Karakolu’ndan birkaç el silah sesi gelmiş. Oraya koşmuşlar ve konsolosun yerde yattığını görmüşler.

Hadise şöyle olmuş: Topçu kışlasının karşısında bir jandarma karakolu var. Adı, Nüzhetiye Karakolu… Yanında piyade kışlasının (Kırmızı Kışla) karşısına da Nüzhetiye belediye bahçesi düşer… Konsolos bu tarafa her zaman gezmeye çıkarmış. Bugün de kavasıyla beraber karakolun önünden geçer. Nöbetçi selam durmamış diye kızmış. Nöbetçinin yanına giderek, “Ben Rus konsolosuyum. Neden bana selam durmadın?” demiş. Nöbetçi, “Tanımadım konsolos olduğunu” demiş. Konsolos “Kavası da görmedin mi,” diyerek kamçısıyla ve tokatla dövmüş. Sonra “Beni iyi tanırsın, size böylesi layık alçak Türkler!..” diye edepsizliğe başlamış ve yoluna devam etmiş. Birkaç adım ayrılınca mehmetçik silahını konsolosa çevirmiş, “Türk neferi de kendini döven Rus konsolosuna böyle tanıtır…” diyerek herifi vurmuş. Konsolos ve kavas ağaçların arkasına kaçarak yalvarmaya başlamışlarsa da konsolos aldığı yaradan yıkılmış, can vermiş.

Meselenin Rusların müdahalesini Bulgar İhtilali kazanamadı diye kasten yapıldığını herkes söylüyor. Ruslar hükümetimizi iyice sıkıştırmışlar, nöbetçi neferi mani olmadı diye orada bulunan diğer bir arkadaşı Divan-ı Harp kararıyla idam olunmuş. Hükümet resmen taziye ve tazminat vermiş. Divan-ı Harp katibi Enver Bey imiş, resmen asılma yerinde bulunmuşlar.”

İki hatırat arasındaki fark, Karabekir’in Enver Paşa’nın idam mahalline gittiğini yazmasıdır.

Tâviz tarihimizin ilk şehitleridir, Halim ile Abbas ve Sultan Abdülhamid.

Kaynaklar:

Mehmet Akif Ersoy Şiirleri

Eski Bakan Çelik AKP’nin ‘Abdülhamid’ tabusunu yıktı: O da İngilizlere sığındı. Yavuz Genç 13 Şubat 2021. https://kronos34.news/tr/eski-bakan-huseyin-celik-ii-abdulhamid-donemini-anlatti-dikta-yonetim-kuranlar-beka-der/

Alper Aksoy. Facebook Sayfası. 17 Mayıs 2021. https://www.facebook.com/profile.php?id=100009026428355

Millete yutturulan Abdülhamit yalanları. Özge Ceren Çimen. YeniçağGazetesi 7 Nisan 2023 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/abdulhamit-yalanlari-651195h.htm

İsrail, az kalsın Kuzey Irak’ta kurulacaktı. Murat Bardakçı. Habertürk 15.03.2009 https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/217434-israil-az-kalsin-kuzey-irakta-kurulacakti

Abdülhamit ile Rothschildler arasındaki bağ neydi. Prof. Dr. Kemal Üçüncü ODATV 09 Temmuz 2021 https://www.odatv4.com/guncel/abdulhamit-ile-rothscildler-arasindaki-bag-neydi-09072136-216979

Rothschildler, II. Abdülhamit ve Filistin, Emre Karavazioğlu https://teoridergisi.com/rothschildler-ii-abdulhamit-ve-filistin

Osmanlı’dan Devraldığımız Borçlar, Mahfi Eğilmez, 11 Aralık  2011 
https://www.mahfiegilmez.com/2011/12/osmanlidan-devraldigimiz-borclar.html


Çökertmeden çıkan Halil  işte şimdi öldü, Prof.Dr. Tayfun Özkaya, OdaTV 22 Ağustos 2009 https://www.odatv4.com/siyaset/cokertmeden-cikan-halil-iste-simdi-oldu-6412

Abdülhamit’in çürüttüğü donanma. Bülent Pakman, Kasım 2020  https://tinyurl.com/2pvb48kd

II. Abdülhamid’in utanç anıtı, Bülent Pakman. Temmuz 2020. https://tinyurl.com/ms6u9mz4

33 yıllık Abdülhamid devrinin ekibi. Bülent Pakman. Haziran 2020. https://tinyurl.com/3f7f74u2

Sultan Abdülhamid’in idam ettirdiği er Halim ve er Abbas. Bülent Pakman, Mart 2021. https://tinyurl.com/ms6u9mz4

Murat Bardakçı, “Payitaht İstanbul” dizisindeki hataları yazdı. Habertürk 01.03.2017 https://www.haberturk.com/gundem/haber/1408794-murat-bardakci-payitaht-istanbul-dizisindeki-hatalari-yazdi

Ayıptan da öte bir iş: ‘Payitaht Abdülhamid’de eski harflerle olan herşey yanlış yazılıyor! Murat Bardakçı. Habertürk 27.03.2017 https://www.haberturk.com/gundem/haber/1440570-ayiptan-da-ote-bir-is-payitaht-abdulhamidde-eski-harflerle-olan-hersey-yanlis-yaziliyor

Payitaht yalanları. Alp Ramazanoğlu. Düşünce Sahnesi 24.03.2018 https://dusuncesahnesi.blogspot.com/2018/03/payitaht-yalanlari.html

İslamcı’ II. Abdülhamid ve İslamcı Muhalefet. Mustafa Öztürk. Karar, 06/02/2021 https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/islamci-ii-abdulhamid-ve-islamci-muhalefet-1588480

……………………………………………………….

Bülent Pakman, Eylül 2016. Yeniden düzenleme ve eklemeler Eylül-Aralık 2023. İzin alınmadan, aktif link verilmeden alıntılanamaz.

2. Abdülhamid ile ilgili yazılarımız:

Sultan 2. Abdülhamid Han kimdir? (tüm yazılar toplu halde)

Sultan 2. Abdülhamid İngiltere’ye niçin sığındı, Kıbrıs’ı nasıl sattı?

Sultan 2. Abdülhamit devleti yabancılara teslim etmişti

Payitaht TV Dizisi

Sultan 2. Abdülhamid Theodor Herzl’i kovmuş mu?

Sultan 2. Abdülhamid ve Rothschildler

Sultan 2. Abdülhamid içki içerdi

Sultan 2. Abdülhamit’in Serveti

İslamcı Abdülhamit ve İslamcı muhalefet

Sultan 2. Abdülhamit’in çürüttüğü donanma

Sultan II. Abdülhamid’in utanç anıtı

33 Yıllık Sultan 2. Abdülhamid devrinin ekibi 

Sultan 2. Abdülhamid’in idam ettirdiği er Halim ve er Abbas

Sultan 2. Abdülhamid “Yahudiler, Mezopotamya’ya yerleşsinler” demiş

Bakü Ofis 2011Bülent Pakman kimdir?