3 Ağustos 2014 Pazar

Orta Doğu

Japanese attitude for work:

If one can do it, I can do it. If no one can do it, I must do it.

Middle Eastern attitude for work:

Wallahi if one can do it, let him do it. If no one can do it, ya habibi how can I do it?

Japon'un iş anlayışı: Birisi yapabiliyorsa ben de yapabilirim. Kimse yapamıyorsa ben yapmalıyım.

Orta Doğulu'nun iş anlayışı: Birisi yapabiliyorsa vallahi bırakın yapsın. Kimse yapamıyorsa ya azizim ben nasıl yapabilirim?

Orta Doğu deyince aklımıza Arap ülkeleri gelir. Arap ülkelerine Orta Doğu'da olmasa da Mağrip yani Kuzey Afrika ülkeleri de dahildir. Bu ülkelerde İslam dini hayatın vazgeçilmez parçası hatta çoğu zaman kendisidir.

Lübnan anayasası dışında bütün Arap ülkelerinin anayasaları İslam’a gönderme yapar ya da İslam şeriatı bizzat anayasadır.  Bu ülkelerde

1- İslam hukuku yasal düzene tam anlamıyla egemendir;

2- İslam hukuku, pozitif hukuka esin kaynağıdır;

3- İslam hukuku ile pozitif hukuk arasında belirgin bir ilişki yoktur.

1959 tarihli Tunus Anayasası madde 1: Tunus özgür, bağımsız ve egemen bir devlettir; dini İslam, dili Arapça ve rejimi cumhuriyettir.
Cezayir Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Fas Krallığı Anayasası giriş bölümü, Fas Krallığı’nın bir İslam devleti olduğunu yazar.
Libya’da 1969 anayasasına göre İslam devlet dinidir. 1977 anayasasında ise Kuran’ın cemahiriye halkının yasası olduğunu yazar.
Mısır Anayasası madde 2: Devletin dini İslam, resmi dili Arapçadır; İslam şeriatının ilkeleri yasamanın temel kaynağını oluşturur.
Suriye Anayasası madde 3: (1) Cumhurbaşkanının dini İslam dini olmalıdır, (2) İslam hukuku yasamanın temel kaynağıdır.
Ürdün Krallığı Anayasası madde 2: İslam devlet dinidir ve resmi dil Arapçadır.
Suudi Arabistan Krallığı Temel Yasası madde 2: Suudi Arap Krallığı egemen bir İslam devletidir; dini İslam’dır; Kuran ve Peygamber sünneti anayasadır.
Yemen Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Kuveyt Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Bahreyn Anayasası madde 2: İslam devletin dinidir.
Katar 2003 anayasası madde 1: İslam Katar’ın dinidir.
Birleşik Arap Emirlikleri Anayasası madde 7: İslam, Birliğin resmi dinidir.
Irak Anayasası (madde 2) İslam, demokrasi ve insan hakları arasında bir bağlantı kurmaya çalışır: 1- İslam’ın ilkelerine; 2- Demokrasinin ilkelerine; 3- Anayasanın öngördüğü temel hak ve özgürlüklere aykırı yasa çıkarılamaz.

Yazının bir bölümünde Özdemir İnce'nin Hürriyet Gazetesindeki makalesinden yararlanılmıştır:   http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19230188.asp?yazarid=72  

Bülent Pakman. Temmuz 2009. İzinsiz ve aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

Orta Doğu ülkeleri hakkındaki  yazıları okumak için lütfen alttaki sayfaları tıklayın.

 

Facebook Widgets

OLYMPUS DIGITAL CAMERABülent Pakman kimdir    http://bpakman.wordpress.com/pakman/

Amerikan salatası, şerbetçi otu, CCCP

Yıl 1947. Dünya yeni sona eren korkunç bir savaşın izlerini silmeye yaralarını kapatmaya çalışıyor. Atatürk öldükten 9 yıl sonra, “istiklali tam” ilkesinin rafa kaldırılıp ABD mandacılığına sığınmamızın miladı. Savaşa bulaşmadığı halde o dönemde bir taraftan İngiltereye Paşa sigarası ihraç eden, Yunanlılara gemilerle yiyecek gönderen ama diğer tarafta ekmeği süpürge otu ile yapıp kuyruklarda karne ile dağıtan Türkiye'de artık rahatlama beklenirken Hitler ordusu yerine bu kez de Stalin korkusu hudut kapılarını çalıyor. Ya da öyle gösteriliyor. Gerçek hiçbir zaman anlaşılamayacak. İnönü CHP’si iktidarda ama bu ABD ye yetmiyor. İşini sağlam tutması gereken ABD 3 yıl sonra Menderes’i iktidara getiriyor.  Çok küçük de olsam  Kore’de savaştığımızı hayal meyal hatırlıyorum bunun NATO ya alınmamız karşılığında yapıldığını sonradan öğreniyorum. Biraz daha büyüyorum. Okula başlıyorum. Okulda Moskofların düşmanımız, gözlerinin topraklarımızda olduğunu öğreniyoruz. Bir tarafta Marshal yardımı, Amerikadan gelen süt tozları, kevgir çiğnerken ilk kez tanıştığımız üstelik şekerli uzun ince yassı jikletler, İtalyanlar gelir diyerek Akdenizden Anadolu'ya yol inşa ettirmeyen Fevzi Çakmak politikasının terk edilmesi, Menderes’in karayollarını ihya etmeye başlaması, “I love America” şarkısı, “Amerika dostumuz, onlar olmasa Kuruçef bizi çoktan yutardı” bunları görüyor, öğreniyoruz. Rita Hayward'lı, Clark Gable'lı Amerikan filmlerini seyrederek büyüyoruz. Tek katlı garajda yayla gibi bir araba duran, uzun geniş çim bahçeli, marketlerden devasa kesekağıtlarla taşınan yiyeceklerle dolu devasa derin donduruculu, birkaç yatak odalı Amerikan evleri bize “American Way of Life” olarak sunuluyor. “Bakın biz böyle yaptık, siz de bize takılın hayatınızı yaşayın” deniliyor. “Biz bu işi biliriz, biz ne dersek onu yapın” deniliyor.

Çocukluğumun geçtiği İskenderun’da bir gece yarısı evimizin önünden tanklar geçiyor, Anneannem korkma oğlum diyor, yıllar sonra anlıyorum, meğer Menderes Irak Baas ihtilali sonucu Bağdat Paktının yıkılmasına çok içerlemiş, Suriye’ye girmeye niyetlenmiş ama ABD “Hoop dur bana sormadan ne halt ediyorsun” deyince aynı tankları bu kez geriye dönerken seyrediyoruz. Bu dönemde Cemal Abdül Nasır önderliğinde Amerikan karşıtı Arap uyanışı bize “araplar pistir, ne arabın yüzü ne Şamın şekeri, onlar bizi arkadan vurmuştu” olarak empoze ediliyor. Araplara düşman oluyoruz, en azından sevmiyoruz uzak duruyoruz, bu yüzden yıllar sonra bize Marsiya'ya soykırım anıtı dikerek kazık atacak olan dostumuz ve müttefikimiz Fransa'yı gücendirmemek uğruna Cezayir’in bağımsızlığına karşı Birleşmiş Milletlerde oy veriyoruz.Derken sadece yol açarak bu işin gitmeyeceğini anlayan ve ağır sanayi kurmak isteyen Menderes ABD’den para alamayınca, Ruslara göz kırpmaya falan niyetlenince iktidardan indiriliyor ve idam ediliyor. Hala küçüğüm 12 yaşındayım, ama büyük olsam da farketmez, bizlere ne öğretildiyse onu biliyorum, 27 Mayısta cuntanın ilk mesajının neden “Amerika’ya ve NATO’ya bağlıyız” olduğunu da yıllar sonra anlıyorum. 38 subaydan oluşan cuntanın ürünü olan bu ihtilal Cumhuriyet döneminde Ordu ve cunta kavramlarının içiçe geçmesinin miladı oluyor. 27 Mayıs cuntası kısa zamanda ikiye bölünüyor. İktidarı İnönü'ye devredelim diyen 24 ler, iktidarı hemen vermeyelim diyen Aspaslan Türkeş'in başını çektiği 14 leri tasfiye ediyor. Ama 15 Ekim 1961 de İnönü seçimleri kazanamayınca kendilerinden intikam alınacağı korkusuyla bu kez Silahlı Kuvvetler Birliği adı altında generallerden teğmenlere kadar uzanan Cevdet Sunay'ın başını çektiği çok daha  geniş bir Cunta oluşuyor. Cunta Cumhurbaşkan adayı Ali Fuat Başgil'i  adaylıktan tehditle vazgeçiriyor ve milletvekilliğinden istifa ettiriyor. Cunta'nın baskısı sonucu Başbakan yapılan İnönü Cuntayı önemli ölçüde sakinleştiriyor ama tatmin olmayan Harb Okulu komutanı Talat Aydemir 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 de iki kez darbe girişiminde bulunuyor. Aydemir'i yarı yolda bırakan Muhsin Batur'un başını çektiği geri kalanlar cuntalarını 12 Mart'a kadar sürdürüyorlar.

Bu çalkantılı dönemlerde Ankara Sakarya’da adı mecburen “Amerikan salatalı“  olarak lanse edilen Goralı sandviçinin herkes gibi delikanlılık yaşına gelen bizler de müptelası oluyoruz. Aslında daha iyisini “Piknik” yaparken kıç kadar bir dükkanda Muammer Goralı kafasını çalıştırıp yeni bir şey yapıyor, king size kol büyüklüğünde sosislisiyle olay oluyor. Resim hocamız rahmetli Eşref Üren "merak etmeyin yakında o da küçülür" diyor. Bizim şerbetçiotumuz bize Coca Cola olarak geri dönüyor. Bu arada Yuri Gagarin uzaya gidiyor. Afallıyoruz. Zira bizim idolumuz Amerika yerine Ruslar uzayda. Nasıl olur? Hani Amerika en büyüktü? Amerika nerede, ne yapıyor?
Artık 15 yaşındayız, 1964 de. TED Ankara Koleji Orta 3 deyiz. İnönü hala başımızda. Sınıf arkadaşlarımızla başlıyoruz düşünmeye. Yahu diyoruz bu neyin nesidir? Niye biz Rus düşmanıyız, neden Amerika’ya bu kadar hayranız?  Neden Ruslar başka takımlarla maç yaparken biz hep karşı takımı tutmak zorunda kalıyoruz? Aramızdan cesaretli biri çıkıyor, teneffüste karatahtaya  CCCP yazıyor, açılımını bilmeden. O zaman TV yok, gazetelerde Rus futbol milli takımının formalarında CCCP yazılı olduğunu biliyoruz, ama neyin nesi olduğunu bilmiyoruz. Sadece Ruslarla ilgili birşey olduğunu tahmin ediyoruz. Güya İngilizce biliyoruz ama ne İngilizce ne de Türkçe de bu harflerin karşılığını göremiyoruz. Zira parayla okuduğumuz Ankara Kolejinde bize Kiril alfabesinin varlığı öğretilmemiş. Neyse dönelim karatahtaya. Teneffüs bitiyor. Türkçe hocamız bayan giriyor sınıfa. Girer girmez CCCP’yi görüyor. Dehşet içinde kalıyor, gece karanlıkta mezarlıktan geçerken hayalet gördüğünü zannediyor zahir.  “Kim yazdı bunu” diyor. Kimseden ses çıkmıyor, bilenler sır vermiyor, zaten CCCP’nin ne olduğunu bile bilmediğinden neler olduğunu da anlayamıyor. Neyse tehditleri takiben yazan arkadaşımız ortaya çıkıp “ben yazdım” diyor, sınıfı kurtarıyor. Hoca hemen çocuğu alıp kat muavinine götürüyor. Sonrasında Mac Carthy'cilik, günlerce süren çapraz sorgular, soruşturmalar, Milli Eğitimden müfettişler geliyor, bunun arkasında Moskoflar falan var mı araştırılıyor. Hepimiz sorguya çekiliyoruz. Çocuğun annesi okula çağrılıyor, uzun lafın kısası çocuk neredeyse idam edilecekken ben ve bir başka arkadaşın (yıllar sonra Silivri'de Doğu Perinçek’in avukatlığını yapan, Ulusal TV’de seyrettiğimiz) “bütün bunlar sadece sporla ilgiliydi” demesiyle ve de bizlerin yeterince korkutulmuş olduğu da görülünce hocalar rahatlıyor olay kapatılıyor. Ancak bu arada Rusların düşmanımız olduğu böyle şeylerin şakasının bile yapılmayacağı konusunda uzun uzadıya sert azarlar işitiyoruz. Aynı yıl özetle içeriğinde “Sakın Kıbrıs’a müdahale etmeyi falan düşünmeyin yoksa fena olursunuz” olan “efendimiz” Johnson’un tehditlerle dolu mektubunu posta kutumuza atıveriyorlar. Buna “yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de o dünyada yerini alır” diye yanıt vermeye cesaret eden İnönü düşürülüp, yerine Celal Bayar'ın "şu bizim su müdürü" dediği Morrison firması temsilcisi  Demirel oturtuluyor. AP içerisinde Sadettin Bilgiç'in başını çektiği muhafazakar kanadın "Yahu etmeyin bu adam masondur, o sayede buraya gelmiştir" falan demesi hatta kayıt belgesinin ortaya çıkması üzerine Yüksek Mühendis Demirel hemen gidip bir başka Yüksek MühendisÜstadı Azam yani Büyük Üstad Necdet Egeran'dan  "üyemiz değildir" diye belge alıyor. Evet bu belge verildiğinde Demirel gerçekten üye değildir, zira Necdet Egeran onun kaydını yok etmiştir. Daja geniş açıklamalar için TIKLAYIN. Bu belge Türkiye masonlarını ikiye bölüyor, bir kısmı "boşverin ne olacak bizden bir başbakan oldu" derken diğer kısmı "ne demek biz neden utanıyoruz, bir mason mason olduğunu gizleyebilir ama o hiçbir zaman  mason olmadı da denemez". Ama bu belge AP Genel Kurulunda delegelere dağıtılınca Demirel diğer adayı yani Sadettin Bilgiç'i ezip geçiyor. Demirel muhafazakar Bilgiç ve sonra ortaya çıkan dinci Necmeddin Erbakan tayfasının kendisini yıpratmasını önlemek için Nurcuları milletvekili yapıyor, imam hatip okullarını yaygınlaştırıyor, farkında olmadan bugünkü dinci iktidarının temellerini atıyor. Demirel’in sloganı “Böyyük Türkiye“. Ama o da bir süre sonra Coca Cola fabrikaları ile büyüyemeyeceğimizi anlayıp sanayiye yönelmeye niyetleniyor. Bunun için Moskova’ya gidiyor. Halbuki o zaman kadar  “gomonistler Moskovaya” denilirdi. Neyse o unutuluyor. Sovyet yardımıyla Seydişehir'de, Karadeniz'de, İskenderun'da, Aliağa'da aluminyum, demir çelik, rafineri, bakır kompleksi falan kurulmaya başlayınca bir de ABD Kongre üyelerinin afyon tarlalarının bombalanması talebini kabul etmeyince Demirel 12  Mart 1971 de muhtırayla yani yumuşak derbeyle düşürülüyor. Demirel’in o zamanki Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil "12 Martta Amerika vardır" deyip her şeyi açıklıyor. 12 Mart döneminde AP ve Demirel büyük prestij kaybediyor, bu da Erbakan'a büyük fırsat sağlıyor, nakşibendi tarikatlarını siyasal örgütlenme içerisine alarak dinci bir parti kuruyor. 9 Martta sol cuntayı tasfiye eden 12 Mart ile artık orduda cunta hiyeyarşik olarak en üst komuta kademesine taşınıyor.

Demirel’in yerine gelen Erim’in ilk icraatı ABD nin isteğini yerine getirerek afyon ekimini yasaklamak oluyor. 12 Mart döneminden sonra 1973 de yapılan ilk seçimde dinci Erbakanı'nın Milli Selamet Partisi ile koalisyon yaparak iktidara gelen Ecevit İmam Hatip Okulu Mezunlarına Üniversitenin yolunu açıyor. Ecevit bu arada yaz boz tahtasına dönen afyon ekimini serbest bırakıyor. Üstüne üstlük bundan hemen sonra kendinden gayet emin olarak yapamazsınız demeye gelen Cisco’yu yani  ABD’yi  dinlemeyip  kimsenin cesaret edemediği Kıbrıs çıkarmasını da yapınca  iktidarı kaybediyor. Çıkartma sırasında Yunanistan NATO’dan ayrılıyor.

Bunu takiben Amerika Birleşik Devletleri 1975 de resmen ilan ettiği Vietnam yenilgisinin ardından, Komünizmin Güney Asya’dan adalara geçerek daha güneye inmesini önlemek için, Müslümanlığı kullanmaya karar veriyor. ABD; Filipinler,Malezya, Endonezya, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, Türkiye ve Ortadoğu yeşil kuşak şeridi ile komünizmi Güney Asya’ya hapsetmek istiyor. Sovyetler Birliği içerisindeki müslüman nüfusu uyandırmak istiyor. Başka bir deyişle batıdaki NATO’nun karşılığı olan ve işlemeyen SEATO’nun yerine komünizme karşı İslamiyetin bir ideoloji gibi kullanılmasına, İslam'ın siyasallaştırılmasına başlanıyor.

Ecevit’ten sonra gelen Demirel 1. ve 2. MC iktidarında  MC iktidarlarında yer alan Milli Selamet Partisini arkalarına alan tarikatlar eğitimde hızla örgütleniyorlar. Üniversite Hazırlık Kurslarına ağırlık vererek İmam Hatiplilerin Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerine yerleştirmeye başlıyorlar. Fethullah Gülen'in 9 Eylül 1977 de İstanbul'da  Sultanahmet Camii'nde verdiği ikinci vaazını dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil de dinliyorlar. Demirel MC iktidarları boyunca ABD’nin “Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü veto etme” talimatını yerine getirmiyor vetosunu sürekli kullanıyor. Elbette o da düşürülüyor.  Cunta uzun süredir ordu komuta kademesine taşındığı için ihtilal yapmak çok kolay oluyor. O sıralar İran'da oluşan Amerikan Aleyhtarlığına karşın 12 Eylül 1980 ihtilalini yaptıran Amerika darbe haberini dünyaya bizden bile önce veriyor. “Netekim” Yunanistan sadece 1 ay 8 gün sonra yani hemen NATO’ya alınıyor. Askeri yönetim yani Cunta Anayasa oylaması geçsin diye tarikatlara dokunmuyor ve bu Demirel zamanında başlayan ve Ecevit koalisyonu ve MC dönemlerinde iktidar nimetlerinden faydalanan dinci siyasal örgütlendirmeyi iyice palazlandırıyor. Askeri Yönetim, İmam Hatip Lisesi mezunlarını üniversite sınavında diledikleri fakülteleri tercih etme hakkına kavuşturuyor. 1982 Anayasası’nın 24’üncü maddesiyle din eğitimi devlet güvencesine alınıyor. Daha önce seçmeli olarak okutulan din dersleri, ilk ve orta okullarda zorunlu hale getiriliyor.

Demokrasiye tekrar geçme aşamasında Turgut Özal Amerikaya gidiyor. Amerikanın baskısıyla Cunta Özal'ı veto edemiyor ama diğer rakiplerini veto ederek Özal'a iktidar yolunu açıyor. Nakşibendilerin Başbakan ve Cumhurbaşkanı olabilme süreci böylece 1984 de başlıyor.

Gelelim yakın zamana. Dinci-Nakşibendi Başbakan Erbakan'ı hazmedemeyen Ordunun Çevik Bir'in güçlü olduğu dönemde Sincan'da tank gösterileri ve 28 Şubat 1997 müdahaleleri ile merkez sağ koalisyon kurulması, içine kapanık, konuşmayan, her şeyi yazışmalarla götüren, bürokrat,  garip Cumhurbaşkanı ile uyumsuzluk sonucu 2001 de aniden patlayan büyük ekonomik kriz üzerine ABD’den Kemal Derviş ithal ediliyor. Tam ekonomi sıkı para politikasıyla tekrar doğrulmaya başlarken Devlet Bahçeli durup dururken erken seçim kararı aldırtıyor. Kemal Derviş provokatörlüğü ile merkez ve sağ dağıtılıyor, AKP bu seçimlere tek alternatif olarak giriyor. Böylece Neo Conların Kemal Derviş ile tetiklenen ve Türkiye ayağında Tayyip, ABD ayağında Hocaefendi Feto tarafından yonetilen Ilımlı İslam devrine geçiyoruz. Tayyip  hazıra konarak, Kemal Derviş’in ekonomik politikalarının kaymağını yiyerek iktidarını sağlamlaştırıyor. Uzun süre özelleştirmelerle, düşük kur-yüksek faiz sayesinde sıcak para gelmesiyle, herkese yeşil kart, sağlık muayene-tedavi kolaylıkları, kömür, patates vb vererek idare ediyor hatta oy patlaması yapıyor.

Benim yaşıtlarımın yediği sadece Amerikan salatası ve içtiğimiz sadece meyankökü/şerbetçiotu değildi elbette. Bir zamanlar “Halk işçi gençlik devrim yapacak, bize Amerika, bize Amerika selam duracak” sloganı da vardı. Ben bu slogana gülüp geçiyordum. Zira biz Amerika’yı selama durduracak halden çok uzaktık ve zaten o hale getirilmezdik. Biliyordum ki bu sloganı attıran da Amerika idi. Johnson’un mektubundan sonra Türkiye’nin hızla Amerikan karşıtlığına gitmekte olduğunu gören ABD, yabancı ajan, yerli ajan ve provokatör ordusuyla bir devrimci kitle oluşmasına katkıda bulundu. Ama bu kontrol altındaydı. Dönemin İçişleri bakanı zehir hafiye Faruk Sükan boşuna demiyordu “biz solcuların nefes alışını bile izliyoruz” diye.  Devrimcilerin karşısına faşistler çıkarıldı. Özellikle provoke edilen kaos ortamı  darbeye firsat verdinetekim ve darbeyi meşru göstertti. Sonuçta devrimci falan kalmadı.  Askeri yönetim hepsini eliyle koymuş gibi buldu “netekim”. Kimi idam edildi, kimi faşit ve ajanlarca öldürüldü, kimi hapislerde çürüdü, kalanlar ise pasifize oldular. Peki ajan/provokatörler ne oldu? Mesela bilmem kaç yüzbin mermi ile taranan bir evden nasılsa burnu kanamadan çıkan gibi. Onlar bugün liberal, 2. cumhuriyetçi falan olarak anılıyorlar. Ben kısaca entel/dantel/liboş diyorum onlara. Kimi de eskiden Kürkçülük yaparken birden Kürtçü oldu. Artık Amerikan karşıtlığını sadece Ulusalcılar yapıyorken, onlar da Ergenekoni darbeci uydurmasıyla susturuldular, olay tamamen bitti.

Ülkemizde bu süreç 1947 de başladı. O yılda Köy Enstitülerinin tasfiye kararı da alınmıştı. Tesadüf mü? Elbette değil. Tersi olsaydı, yani Köy Enstitüleri kapatılmasa, Amerikaya teslim olmasaydık bugün çok farklı bir konumda olurduk. Bütün bunları başımıza açan Stalin miydi? Bu hala tartışılıyor. Bizim nesil soğuk savaşı Amerikaya teslim olarak boşu boşuna yaşadı ve malesef ömrümüzün en verimli yıllarını Amerika’yı selam durdurmak şöyle dursun, Amerika’ya selam durarak geçirmek zorunda bırakıldık.

1950 lerde, Cezayir’den Mısır’dan, Irak’tan, Pakistan’dan, Afganistan’dan Endonezya’ya neredeyse tüm İslam aleminde Atatürk'ün yaktığı meşale parlıyor, bu ülkelerin reform çalışmalarına Türkiye örnek oluyordu. Bu ülkeler o zamanda da Müslüman’dılar, inançlarına bağlıydılar ama çağdaş bir kafaya sahiptiler. En örümcek kafalısı olan Suudi Arabistan bile modern çağa ayak uydurmaya başlamıştı, ta ki 1979 Mekke İsyanına kadar. Bakınız bu konudaki ayrıntılı yazımız. Atatürk reformlarından öcü gibi korkan, bu reformların İslam Ülkelerinde yerleşmesinin anti-emperyalist İslam uyanışına yol açacağını anlayan ABD bu ülkelerde gericiliği hortlatıp bu ülkeleri tekrar bir ortaçağ karanlığına ittikten sonra, bu yeni öcüyü karşısına alıyor ve Medeniyetler Çatışması diye de bir doktrin üreterek tüm dünyada Siyasi İslam adını verdiği topyekun İslam düşmanlığının tohumlarını ekmeğe başlıyor.

Sonuçta ABD’nin Büyük Orta Doğu Planı - Ilımlı İslam Planı çerçevesinde bizden sonraki nesli daha da kötü dönemler bekliyor.

Bülent Pakman.  Temmuz 2009. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

Türkiye ile ilgili diğer yazılarımız

Facebook WidgetsOLYMPUS DIGITAL CAMERABülent Pakman kimdir  http://bpakman.wordpress.com/pakman/

Türkiye’de İnşaat Mühendisliği

Bu yazı, Türkiye’deki inşaat mühendisliği hakkında bilgisi olmayanlara yönelik olarak, oldukça basit anlatımla hazırlanmıştır.

Önce inşaat nedir onu anlatmakla işe başlayalım.

BİR İNŞAAT YAPALIM

İncek’te arsamız var. Üzerine 4 katlı, bodrumlu dershane binası yapmak istiyoruz. Önce Belediye’den ruhsat almamız gerekir. Belediye ruhsat için proje yani tasarımını ister. Bunun için de mimara gideriz. Mimar  mal sahibinin isteklerine göre arsanın otoparkıyla, bahçesiyle yerleşimini, binanın kavram ve işlevsel tasarımlarını ve çizimlerini yapar, buna mimari proje denir. Mimar bununla “eser” sahibi olarak kabul edilir. Daha sonra proje değişikliğine gidilmek istenirse aynı mimarın yazılı izni gerekir. Onun dışında mimar bir daha işe karışmaz. Bu arada yapının oturacağı zeminin analizini yaptırırız, yani nasıl olduğu araştırırız, sağlam mı değil mi? Sağlam değilse ne önlemler alınacak onlar belirleriz. Bundan sonra yapının taşıyıcı sistem tasarımını yani taşıyıcı yapı elemanlarının hesaplarını, boyutlandırmasını ve çizimlerini inşaat mühendisi yapar. Elektrik tesisatını elektrik mühendisi, kullanma suyu, pis su, kalorifer, klima tesisatını Makine mühendisi projelendirir. Bunlar belediye tarafından kontrol ettirilip, onaylanıp, ruhsat alındıktan sonra yapım aşamasına geçilir. Yapım için bir inşaat mühendisi şantiye şefi işe alınır. İş büyükse daha fazla inşaat mühendisini de işe almak gerekebilir. Şantiye şefi malzeme, teknik donanım, iş gücü gereksinimini belirler, iş programı yapar ve bunlara göre inşaatı bitirir. Bu arada yapım denetimini  ücret karşılığında dışardan, bağımsız bir yapı denetim firması ya da iş büyük ihaleli bir iş ise, danışmanlık şirketi yapar.

Görüldüğü gibi bir bina inşaatının tamamlanmasında inşaat mühendisinin rolü çok fazladır.

Endüstri devrimi öncesinde inşaatları mimar tasarlar ve yapardı. Mimar Sinan bunun bilinen örneğidir. Ancak gelişen teknoloji ve hesaplamalar sonucu inşaat mühendisliği ayrı bir dal haline gelmiş, mimarlığın alanı önemli ölçüde daralmıştır.

Tekrar konumuza dönelim. Binamız bitti. Bizde inşaat sektöründe buna işin üstyapısı deniliyor.  Bina bu şekliyle oturulacak hale geldi mi? Elbette hayır. Zira binada oturabilmek için elektrik, su gerekir. Su kullanınca ortaya çıkacak atık suyu binadan uzaklaştırmak gerekir. Kışın ısınmak için doğalgaz gerekir. Binamıza gelip gidebilmek için yol gerekir. Bunlara da inşaat sektöründe işin altyapısı deniliyor.

Burada bir parantez açıp  üstyapı – altyapı nedir, onu inceleyelim.

Yapı (inşaat) Ana Kategorileri

Yapılar üstyapı ve altyapı olarak iki ana gruba ayrılır. Burada üst-alt deyimleri toprağın üstü ya da altı anlamına gelmez. Örneğin binanın temeli altyapı kategorisine girmez.

Üst yapı: İngilizcesi “Structures”. Bu konuda eğitimli/deneyimli mühendis yurt dışında “Structural Engineer” ünvanını alır. Bizdeki karşılığı Yapı Mühendisliğidir.

Üst yapılar; içinde, üzerinde insan barındıran yapılardır. Binalar, konut, otel, hastane, okul, ofis, fabrikalar, işyerleri, alışveriş merkezi, terminal, istasyon, spor salonları, stadyumlar gibi.

Yapılarda hasar analizi, onarım ve güçlendirmeler de yapı mühendisliği alanına girer.

Alt Yapı: İngilizcesi “infrastructure”. Bunun mühendisine İngilizce’de “civil engineer” denir. Köprü, karayolu, tünel, demiryolu, metro, hava alanı pisti, liman, su temini ve dağıtımı, arıtma istasyonu, kanalizasyon ağı, sulama kanalları, pompa istasyonları, su depoları, baraj, enerji santraları, elektrik iletim, yüksek anten, petrol boru hattı, çevre düzenlemesi, güzelleştirme (beautification)  vb. altyapıya girer.

Bu alanlarda deneyimli inşaat mühendislerine piyasada “üstyapıcı”, “altyapıcı” denilirken mühendis arayan ilanlarda “üstyapı deneyimli mühendis”, “altyapı deneyimli mühendis” denilmektedir. Altyapılarda yani köprü, yol gibi projelerde mimarın hiçbir fonksiyonu yoktur.

Tekrar yukarıdaki dershane örneğine dönersek, binayı bitirmiştik. Buna üstyapı diyoruz. Bina temeli de buna dahil. Gelelim altyapıya. Eğer arsa dağ başındaysa  yani etrafta belediyenin getirdiği hizmetler yoksa ya da eksikse altyapıyı kendimiz yapacağız demektir. İş makineleri kiralayacağız, yolu açacağız, üzerine kırmataş döküp silindirle sıkıştıracağız. Bahçede bir yere kuyu açacağız, pompa koyacağız, binadaki depoya su basacağız. Bahçede foseptik çukuru açacağız. Pis su oraya akacak. Yakında trafo (Trafo yüksek gerilimi kullanılabilecek gerilime çevirir) varsa araya elektrik direkleri dikeceğiz, tel çekip elektriği oradan getireceğiz, yoksa trafo koyacağız. Yakınlarda elektrik yoksa bahçeye jeneratör koyacağız.  Isınma elektrikle, katalitik sobalarla veya sanayi tüpleriyle olacak. Gerekli bütün işleri inşaat mühendisi yapacak. Bunlara da altyapı diyoruz.

Eğer Belediye oraya hizmet yani altyapı getirmişse işimiz çok kolay. Yapmamız gereken sadece hepsine bağlanmak. Elektrik, su, kanalizasyon, doğalgaz, telefon gibi.

Özetle üstyapı barınma gereksinimini sağlıyor, altyapı da hizmetleri karşılıyor. Tüm bunlar medeni bir ortam sağlıyor. Şimdi medeni/uygar ortam deyince ne kastediyoruz onu inceleyelim.

İnşaat Mühendisliğinin Genel Tanımı

İnşaat mühendisliği en eski mühendislik dalıdır ve en eski mesleklerden biridir. Örneğin tarihi kalıntılarda makine, fabrika yoktur ama bol miktarda ev, saray, tapınak, hamam, yol, su kanalları, su boruları gibi günümüzün inşaat mühendisliği eserlerini görürüz.

İnşaat mühendisinin İngilizcesi “Civil Engineer", Arapçası “Mühendis-i Medeni” dir. Yani yurt dışında inşaat mühendisliğinin karşılığı bizdekinden farklı olarak Yurttaşlık/Medeniyet (uygarlık) Mühendisliğidir.

Bir yere yol, su, elektrik eriştiği zaman “oraya uygarlık geldi” deriz. Bunu Halil Rıfat Paşa “gidemediğin yer senin değildir” olarak çok güzel ifade etmiş. Demek ki yol uygarlığın olmazsa olmazı. Onun gibi eskiden aydınlatma kandille, gaz lambasıyla yapılır, bahçeden ya da yakındaki bir kuyudan, çeşmeden kovayla taşınır, ısınma odun-kömürle yapılır, tuvalet sorunu bahçede açılan bir çukurla halledilirdi. Yani medeni ortam yoktu.

Sabah kalktığımız zaman ilk iş olarak yüzümüzü yıkamak için musluğu açarız. Suyun barajda toplanması, boru hatlarıyla arıtma tesisine oradan da evlere getirilmesi vb. Bütün bunları gerçekleştirenler inşaat mühendisleri.

Böylece inşaat mühendisliğini yurttaşlara götürülen hizmetlerle ilgili fiziksel çevre oluşturma işleri ile uğraşan mühendislik dalı olarak tanımlayabiliriz.

Bu hizmetler insanların barınma ve bağlantılı yani medeni ihtiyaçlarının temini için gerçekleştirilir. Örneğin konut inşaatı ve konuta su, elektrik, yol sağlanması, kanalizasyon (pis su uzaklaştırma), iletişim hatları bağlanması gibi.

Türkiye’nin nüfusu arttıkça konut ve dolayısıyla her türlü üst ve altyapı hizmetleri ihtiyacı da artmaktadır. Endüstriyel üretim inşaat mühendisine muhtaçtır. Fabrika binası yapılacak, binaya enerji sağlanacak, üretimin pazarlanması için yol yapılacak vb.

Antalya’yı turizm merkezi haline getiren de inşaat mühendisleridir. Yapılan devasa tatil köylerine, irili ufaklı otellere turist yağmaya başladı. Ancak turistler daha gelir gelmez havaalanında çile çekmeye başladılar. İki şeritli yollarda kaza geçirdiler, o kadar insana elektrik yetmedi, kanalizasyonlar denize aktı, akşam denizden gelince duşlardan su akmadı vb.  Bütün bu sorunların üstesinden gelenler inşaat mühendisleridir.

İnşaat Mühendisliğinin Teknik Tanımı

İnşaat mühendisliği yapı malzeme ve tekniğini en iyi ve ekonomik şekilde bir araya getiren, yapıların;

  • Proje; dizayn-tasarım-boyutlandırma da denir, hesaplar ve çizimlerden oluşur, Mimari yerleşim ve ince işler detay projelerinden sonra yapılan projelerdir.

  • Planlama; maliyet hesabı, iş programı, malzeme, işgücü ve yöntem belirleme

  • Yapım; inşaat

  • Denetim; bütün yukarıda yapılan işlerin kontrolu

işleri ile uğraşan temel mühendislik dalıdır. Şimdi bu işleri biraz daha açalım ve inşaat mühendisine adapte edelim.

İnşaat Mühendislerinin Yaptıkları İşe Göre Uzmanlıkları

  • PROJECİ: Tamamen masada çalışır,  hesap ve çizim ile yapılabilirlik (fizibilite) etütleri yapar. Genelde proje bürosunun merkezinde çalışır. Ancak şantiyenin proje ofisinde de çalışabilir. Örneğin Design and Built yani Projelendirmenin ihaleye dahil olduğu işlerde projeler şantiyede yapılabilir. Şantiye proje ofisinin organizasyonu genişse başına Mühendislik Müdürü pozisyonu gerekir.

  • PLANLAMACI: Bürocudur, merkez ofiste ya da şantiye ofisinde çalışır. Paperwork-kağıt işleri sözleşme, yazışma, rapor, teklif hazırlama gibi işlerde daha çok alt yönetim kademelerinde yöneticilik ya da mühendislik yapar. Teknik Müdür, İş Geliştirme Müdürü, Teklif Departmanı Müdürü, Kontrat Müdürü, Teknik Ofis Müdürü, Planlama Mühendisi, Hakediş Mühendisi, Maliyet Kontrol Mühendisi, Teklif Hazırlama Mühendisi gibi.

  • ŞANTİYECİ: Şantiyede çalışır. İnşaat Müdürü, Şantiye Şefi, Şantiye Mühendisi, Kalite Kontrol Şefi, İş Sağlığı ve Güvenliği Mühendisi gibi.

Proje Müdürü de şantiyecidir ancak yönetici pozisyonuna girer.

Yapı Denetçisi, Kontrol Amiri, Kontrol Mühendisi de şantiyede ancak masanın öbür tarafında yani yapı denetim firmalarında veya mühendislik müşavirlik (danışmanlık) firmalarında çalışır.

  • YÖNETİCİ: Yukarıda belirtilen proje, planlama ve şantiyede kazanılan deneyim sonrasında özel sektörün merkez ofisinde veya şantiyesinde çalışır. Genel Müdür, Proje Müdürü, Proje Koordinatörü yapı sektöründe belli başlı yönetici pozisyonlarıdır. Proje Müdürü şantiyede çalışır.

İnşaat Mühendislerinin Çalışma Alanları

  • ÖZEL SEKTÖRDE: Yukarıda belirtilen işleri yaparlar. Yaygın olarak yurt dışında da çalışmaktadırlar.

  • KAMU ÇALIŞANLARI: 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa bağlıdırlar. Daire Başkanı, Müdür gibi yönetim ve mühendis gibi alt kadrolarda daha çok işleri dışarıya verme ve verilen işleri denetlemeyle uğraşırlar. Bol yazışma yaparlar. Genelde merkezde veya bölge müdürlüklerinde dairede otururlar. Bazen büyük şantiyelerde de bir kontrol amiri bulundururlar. Belediyeler, Karayolları, Devlet Su İşleri, İller Bankası, Köy Hizmetleri, NATO ENF. belli başlı yatırımcı kamu kuruluşlarıdır. 2008 de kamuda çalışmak için KPSS sınavına giren 54850 mühendis, mimar, şehir plancılarından kadro sayısına göre 1950 si yani yaklaşık % 3.6 sı istihdam edilebilmiştir.

  • ÖĞRETİM ÜYELERİ: Üniversitelerde ya da kamu araştırma kuruluşlarında çalışırlar, TÜBİTAK, Deprem Araştırma Enstitüsü gibi.

İnşaat Mühendisliğinin İyi Yanları ve Zorlukları

İyi yanları

Zevklidir, dinamiktir, kapsamı çok geniştir, birçok başka mesleklere göre iş fırsatı bolluğuna sahiptir, örneğin bir şantiyede en fazla 1 mimar, 1 makine mühendisi, 1 elektrik mühendisi olur. Bazen onlar da olmaz. Buna karşılık sayısı 2 ila 20 arasında inşaat mühendisi olabilir. Serbest çalışma olanağı vardır. Eser yaratmanın verdiği duygu inşaat mühendisinin en mutlu olduğu, çektiği zorlukları unuttuğu andır.

Zorlukları

Gerektiğinde dağ başında, mahrumiyet bölgelerinde, toz, toprak, çamur, yağmur, soğuk, sıcakta, genelde yoğun tempoda gece geç saatlere kadar çalışmak gerekebilir. Kaza olasılığı vardır. Sık, uzun seyahatler yapabilir. Evli ve/veya çocukluysa ailesini gittiği yere götürülemeyebilir. Arzın talepten fazla olması yani mühendis sayısının gereksinimden fazla olması, inşaat sektörünün krizlerden mutlaka etkilenmesi de dezavantajdır. Süreli işte süreklilik olmaması, iş sonunda yeniden iş arama zorunluluğu gerektirir. İşçi ile usta ile uğraşmak dünyanın en zor işlerinden biridir.

Türkiye'de İnşaat Mühendisliği Eğitimi, Yapı Sektöründe İnşaat Mühendisliği Eğitiminin Payı, Lisans, Master (Yüksek Lisans), Tercihler konuları ayrı bir yazımızda verilmiştir: OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

Türkiye ve Kıbrıs’ta İnşaat Mühendisliği Bölümleri  ayrı bir yazımızda verilmiştir: OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

Türkiye'deki İnşaat Mühendisliği Bölümlerinin sıralamaları ayrı bir yazımızda verilmiştir: OKUMAK İÇİN LÜTFEN IKLAYIN

İnşaat Mühendisi Diplomanızı aldınız, eee sonra?

Önce iş arayacaksınız. Ya tanıdıklarınızdan yardım isteyeceksiniz ya da ilanlara bakacaksınız. Peki ilanların dilinden anlıyor musunuz?  Okumak için tıklayın:  http://wp.me/PAexV-2QZ

İnşaat mühendislerinin günümüzdeki hali böyle yukarıdaki link sayfasındaki gibi. Bu durum karşısında yeni mezun bir inşaat mühendisi ne yapabilir?

Yeni mezun ne olsun?

Başlangıçta pozisyonlar:
* Saha mühendisi; Çoğu zamanı inşaat sahasında geçer. Hiç proje yapmamışsa projeleri iyi okuyamayabilir. Teknik ofiste çalışmadıkça ilerde paperwork-kağıt işlerini kolay kolay yapamaz. En zor pozisyondur ama genelde getirisi de fazla olur.
* Şantiyede teknik ofis mühendisi; Arada ne oluyor diye sahaya bakabilir. Onun dışında zamanı masada geçer. Planlama, cost control, hakediş, yazışma, sözleşmeler, günlük-haftalık-aylık raporlar, yeni fiyat hazırlama, claimler, taşeron takibi, proje arşivleme/koordinasyonu, malzeme siparişleri vb. yapar. Uygulama tecrübesi bir miktar olur, özellikle meraklıysa.
Yukarıdaki iki pozisyon kontrollukta göreceli olarak müteahhitliğe göre daha hafiftir ama o kadar fiili tecrübe sağlamaz. Devlet memuru olarak şantiye kontrolluğunda iş ağırlığı ve sağlayacağı tecrübe daha da azdır.
Projeci; Tamamen masada zamanı geçer. Şantiye ofisinde veya şehirde büroda. Şantiyede çalışmadıkça uygulama ve inşaat yönetimi konusunda bilgi sahibi olamaz. Şantiyede meraklıysa biraz uygulama tecrübesi edinir.
Devlet dairesinde; İşin ağırlığı da tecrübe getirisi de çok azdır.

Okulda kalmak; Zaman ilerledikçe özel sektöre geçmek zorlaşır.

Biraz tecrübe gerektiren pozisyonlar:
Merkez mühendisi; Şantiye koordinasyonu ile ilgili merkez ofiste oturur şantiyeye gidip gelir, gittiğinde şantiyede veya yakın şehirde kalır. Daha önce şantiyede çalışmış olanlar tercih edilir. Şantiyenin işçi, teknik eleman, malzeme ihtiyaçlarını koordine eder. İdare ile sürekli temasta olur, İdaredeki işleri takip eder.
Teklif mühendisi; Sürekli ihalelere giren şirketlerde. Zamanın çoğu merkez ofiste geçer. Arada yer görmeye falan gider. Fiyat analizleri hazırlar, ön iş programı, maliyet hesabı yapar, metraj çıkarır, method statement ve ihale dosyasında istenen diğer belgeleri hazırlar. Piyasayı yani işçilik, malzeme fiyatlarını, adam-saatleri bilebilmesi için daha önce şantiyede çalışmış olanlar tercih edilir. Aksi takdirde büroda tecrübeli üstleri tarafından yetiştirilmeleri gerekir.

Deneyim ve Uzmanlaşma

Rahmetli Fevzi Akkaya ağabeyimiz kitaplarında mühendisi şöyle tanımlar: Mühendis, otuz beşine kadar zarar verir, kırk beşinden sonra geri ödemeye başlar, altmışında en üst düzeye çıkar, seksenden sonra hikaye anlatmaya başlar.

Yeni mezun bir inşaat mühendisi hayata atıldığında okulda öğretilenlerden çok farklı bir dünya ile karşılaşacaktır.

Okulda nosyon verildiyse iş her alanda epey kolaylaşır. Nosyon kavrayarak, araştırarak, aklı kullanarak kendi kendine iş yapabilme erkidir. Okul  öğrenmeyi öğretmişse şanslıdır.

Okulda “mafsallarla mesnetlenmiş diagonal bir rijit cismi” anlamadan mezun olmuşsa bunu anlamamış olmanın önemi olmadığını anlayacaktır. Zira iş hayatında bununla karşılaşmayacaktır. Onun yerine karşılaştıkları ise ona hiç öğretilmemiştir. O halde yapılacak şey hızla deneyim kazanmaktır. Bir kere kaderinin ona çizdiği yolda işe başlamak zorundadır. Ondan sonrası kendine kalmıştır. O yolda iyice pişmeli ve kendini geliştirmelidir. Bu da bir 10 yıl alacaktır. Etrafına bakmalı ve sektörde neyi eksik görüyorsa oraya ağırlık vermelidir.

Çalışılan işyerini sık değiştirmek ilerde mutlaka kötü puan getirir. Mümkünse başladığı alan üstyapı ya da altyapı hangisiyse onu bir daha değiştirmemeye çalışmalıdır. Aynı şekilde projecilikten mi, şantiyecilikten mi hangi işten başladıysa ondan devam etmek en iyisidir. Ancak burada bir parantez açalım. Diğer alanları da bilmek önemlidir. Mesela bir şantiyeci çizimleri çok iyi okumasını da bilmek zorundadır. Hatta mecbur kaldığında alelacele proje yapması veya proje revize etmesi de gerekebilir. Bunun için de işe projecilikle başlamalı veya bir ara projecilik yapmalıdır. 50 yaşında bir deneyimli mühendise çizimde gösterilen dairesel bir kolonun gerçekten dairesel olduğuna inandırmak için neler çektiğimi hiç unutmuyorum. Teklif hazırlama işlerinde çalışan bir mühendis ise hem proje hem de şantiye deneyimli olmalıdır.

Ya şantiye? Şantiye tozu yemeden bir kaç yılını geçiren mühendis o ana kadar ne yapmışsa, projecilik, paperwork, memurluk, öğretim üyeliği gibi, artık mecburen ömür boyu onu yapacak, ille de sahada çalışacaksa şantiyede en alt kademeden başlayacaktır.

SonuçBir alanda devamlılık, ama diğer alanlarda da gerekli ölçüde bilgi sahibi olduktan sonra.

Yabancı Dil

İnşaat mühendisi öncelikle hangi yabancı dili (dilleri) bilmeli? Bu konudaki detaylı araştırmamızı ayrı bir sayfada verdik. Okumak için lütfen tıklayın: http://wp.me/PAexV-2KL

Bilgisayar

Office programlarına çok iyi hakim olmak şarttır. Word, Excel bilmek zaten olmazsa olmazdır. Onun yanında Autocad, Primavera veya MS Project gibi hazır programları da iyi bilmek çok avantaj sağlar.

Bilgisayara, sorunları kendi kendine çözecek derecede hakim olmak gerekir. Dağ başında yardım alacak kimse bulunmaz genelde.

Direksiyon sallama

İyi araba kullanmasını bilmek rekabet ortamında çok avantaj sağlar. İnşaat mühendisi mesleği süresince büyük olasılıkla karayolu ile yüzbinlerce kilometre yol katedecektir. Şirketler tasarruf olsun diye şoför istihdam etmeyebilirler. İş başa düşebilir. Yurt dışında hangi ülkede olursa olsun korkmadan, heyecanlanmadan direksiyona geçecek kadar iyi bir sürücü olmak gerekir. İyi araba kullanmak için kendine güvenme, cesaretli olma, aşırı hız yapmama, riske girmeme, ilk kez geçilen güzergah üzerinde etrafa dikkatle bakarak belli röperleri beyne kaydetme gibi alışkanlıklara sahip olma, arabada, mobil telefonda navigasyon yoksa haritalar bulundurma, önceden güzergahı belirleme, uyuma olasılığına karşın araba içinde 12 volt su ısıtıcısı ile ya da termosla kahve yapacak ekipman, cep telefon çakmak kablosu bulundurma gibi önlemler almayı tavsiye ederim.

1983 yılında Suudi Arabistan'ın Taif kentinde  Prens Naif Saray şantiyesinde çalışırken bir gün entarili bir Arap, pikabını geçecek yer bulmadığından binanın yakınına getiremedi. Arkadaki malzemeleri boşaltamıyorduk. Israrıma "hadi istersen sen geçir"diye cevap verdi. Aldım anahtarını jipi geçirerek binanın önüne parkettim. İşin özeti budur.

Çevre edinme

İletişim yeteneği gereklidir. Geniş çevre edinmeniz  ilerde işinize çok yarayacaktır. Tanıştığınız insanların iletişim bilgilerini kaydedin. İş ararken, iş takibi yaparken, teknik bilgi almak gerektiğinde insanlar işinize çok yarar.  Yardım istemekten katiyyen çekinmeyin, utanmayın. Birşeyin yabancısı olmak hatta onu bilmemek ayıp değildir. Bu arada iyi briç bilir ve oynarsanız çevreniz daha da genişler. İnanmazsanız deneyin, garanti veriyorum pişman olmayacaksınız.

Dikkat edilecek diğer hususlar

Temiz ve iyi giyinin, traşlı olun. Ter kokmamaya önem verin. Düzenli olarak önceden deodorant kullanın. Ağız kokusuna karşı önlem alın, yanınızda karanfil ya da nane şekeri bulundurun. Sigara içmek size çok puan kaybettirir. İrade zayıflığına delalet eder. İçkiye düşkün görünümü vermeyin ve sakın sarhoş olmayın, kendinizi az da olsa kaybetmeyin, diliniz dolaşmasın. Sabah işe akşamdan kalmış olarak gelmeyin. Bunun yanında alkol almamak da bazı iş çevrelerinde sosyalllik açısından negatif görünüm verebilir. Özetle alkol konusunda dengeyi tutturun.

Sabah kahvaltılarınızı ihmal etmeyin. Düzenli olarak her sabah kahvaltı yapmanın, öğrenme, dikkat ve verimlilik üzerinde son derece olumlu etkileri vardır.  İşyerinizde, şantiyede çay, simit, poğaça vb. ile kahvaltı yapmaktan kaçının. Bu düzensizliğinize delalet eder.

Bizim meslekte zor ama yine de sağlığınıza dikkat etmeye çalışın. Bu konudaki yazımızı okumak için LÜTFEN TIKLAYIN.

Yöneticilik ve Şantiyecilik

İnşaat mühendisi takım çalışmasına yatkın olmalı, insan psikolojisinden çok iyi anlamalıdır. İnşaat sektöründe insani ilişkiler - iletişim çok önemlidir. Yönetim – Management erki (yapabilme gücü) olmalıdır. Bunu biraz açalım:

Şantiye’de alt kademe yani işçi, usta ister proje müdürü isterse yeni mezun mühendis olsun talimat alacağı adamı önce bir tartar, yoklar, acaba kafa dengi midir, sert midir, yumuşak mıdır, kafaya alabilir miyim gibilerinden. Bu nedenle mühendisin onlara vereceği ilk izlenim çok önemlidir. Nasıl başlarsa öyle gider. Onlara otoriter olduğunuz, kaytarmaya izin vermeyeceğiniz izlenimini vermek ŞARTTIR.

Mühendis olmayan ancak iyi şantiye deneyimli tekniker, formen, usta gibilerine çok dikkat etmek gerekir. Bunlar mühendisten iyi olduklarını kanıtlamaya çalışırlar bunun için de mühendisin açığını ararlar, özellikle bilgi açısından. Patronlar da onlara yeni mezun mühendisten  daha fazla değer verirler. Onlara açık vermemeye dikkat etmelidir.

Yerinde sert, yerinde anlayışlı olmasını bilmek gerekir. Ustayla işçiyle uğraşmak dünyanın en zor işidir. Ama sadece onunla kalsa, beyaz yakalılar da ayrı bir derttir. Kimi araba ister, kimi evi paylaştığı arkadaşını şikayet eder, kimi falanca niye benden fazla alıyor der, kimi ben yapamıyorum gitmek istiyorum der. Yöneticilik zor iştir. Senin de sorunların vardır ama derdini kimseye anlatamazsın. Şirket sahibinin,  üst yönetimin en son duymak isteyeceği sorun, şikayettir.  Onların sizden beklediği onlara sorunları nakletmemek, yokluklar içerisinde mucizeler yaratmaktır.

SONUÇ: Zayıf olan sevilmez ve mütevazılık üst değer olarak görülmez. maalesef gerçek bu. Mütevazı olmaya kalktıkça saygı azalmaya başlar.

Şantiye demek sorun demektir. Öfkeyle kalkmak inşaat mühendisliğinde hiçbir zaman yapılmayacak şeydir.

Yeri geldiğinde politik olmak gerekir. İtalyan mühendislerin bir deyişi aklıma geliyor; “You can never call a bastard supervisor as ‘bastard’, yani daha kibarcası “şerefsiz bir kontrol mühendisine asla ‘sen şerefsizsin’ denmez”. Burada insanlarla iletişimi bilmek önem kazanıyor.

İlginçtir ama şantiyede çalmasını da bilmek gerekir. Örneğin yırtık olmak gerekir. Bunu biraz açalım. Birden fazla şantiyeleri olan bir büyük yapım projesinde bazı olanaklar genelde ortaktır. Örneğin mobil yani hareketli vinç tektir. Bunu şantiyenin biri alır, bu arada başka şantiye de ister. Biri vermek istemez, diğeri almak ister. Bu durumda hangi şantiye şefi daha yetenekliyse o kazanır.

Şantiyede kliklerle karşılaşabilirsiniz. Daha açıkçası şantiye çalışanları bölünmüş olabilirler. Olmaz demeyin, ben çok gördüm. Dedikodulara kesinlikle yorum yapmayın. Sadece dinleyin o kadar. Bir tarafa katılmazken  yaptığınızın doğru olduğunu hissettirmezseniz iki taraf da size mesafe koyar.  En kötü şey düşman edinmektir. Bu size ilerde kötü referans olur.

Şantiyede patronun casusları olabilir. Kimseye açık vermeyin.

Çalışanların dolduruşuna gelmeyin. İş, patron, şartlar vb hakkında sürekli şikayet ederler. Bunlar kulağınızı birinden girsin ötekinden çıksın. Bunlar şikayetlerini patrona yapacak cesaretleri olmayanlardır. İsterler ki bunu başkaları yapsın.

Planlı Çalışma

İnşaat mühendisliğinde planlı ve yöntemli çalışma şarttır. Neyin nasıl yapılacağını işe başlamadan belirlemek yolun yarısıdır. Yani önce Proje Yönetim Planı yapılmalıdır. Şantiyede rahmetli Fevzi Akkaya ağabeyimizin 6M kuralı önemlidir, yani Method/Yöntem + Money/Para + Machine/Makine + Material/Malzeme + Men/İnsan + Management/Yönetim. (Not: Fevzi Akkaya kendi 5M kuralına Management'i sonradan ilave etmiştir). Yukarıda metot yani yönteme değindik. Ancak metot dışındakiler olanaklara bağlıdır ve genelde eksiktir. Örneğin hakediş yapmadan, onaylanmadan, ödenmeden iş çok zor yürür. Patron cebinden para çıkmadan iş hakedişle yürüsün ister, hatta iş yapmadan hakediş yapılsın ister. Makine eksiktir, malzeme gelişi aksar, doğru dürüst adam bulunmaz vb. Metot dışındakilerde bu gibi eksikler metodu da etkiler ve aksatır. Zincirin halkaları gibidir bu beş faktör.

İnşaat mühendisliğinin bir çok alanının her birinde sayısız iş kalemi bulunmaktadır. Özellikle bina inşaatlarının ince işlerinde (Not: Yapının taşıyıcı sistem ve dolgu duvar işleri kaba inşaat; diğer fayans, boya, sıva vb. işleri ise ince inşaat olarak tanımlanır). Bunun için de başlarda küçük şirketlerde çalışmayı büyük şirketlere tercih etmekte yarar var. Zira küçük şirketlerde birçok iş, bazen işin tamamı üzerinize yıkılır. Büyük şirketlerde ise  ve departmanlardaki görev bölümleri nedeniyle ancak belli bir alanda deneyim sahibi olunabilir. Halbuki inşaat sektöründe olabildiğince hızlı bilgi ve deneyime sahip olmak avantaj sağlar.

Kısacası kendini rüzgara bırakmadan vizyonunu seçen, kategori ve iş alanı açısından uzmanlık dalını belirleyen ve orada ilerleyen, sorumluluk alan, dikkatli, karar vermede zorluk çekmeyen, hiçbir zaman verilen işi yapamam diye düşünmeyen, şişirme iş yapmaktan kaçınan, sabırlı, inatçı, yılmayan, yaratıcı, hırslı, insan psikolojisini, insanlarla iletişimi bilen, sistematik çalışan bir mühendisin başarılı olmaması mümkün değildir.

Masa başı

Dağınık,  karmakarışık, herşeyin, klasörlerin üstüste, yanyana olduğu bir masa kötü puandır. Mühendisin dağınık olduğu intibaını verir. Bunun tersi, bomboş bir masa da "işi gücü yok, boşuna para alıyor" intibaını verebilir. Yapacak işiniz de olmasa masanız üzerinde birkaç dosya, referans evrakları, proje olsun. Boş oturmayın, bazı dosyaları, araştırma raporlarını okuyun, projelere bakın, arşivleme yapın.

Üniversitede kalanlar

Bu arada Üniversitede kalanlar ne yaparlar? Ona da kısaca değinelim:

"Akademisyenler sürekli ağırlaşan atama kriterleri altında ezilmiş durumda puan toplama telaşına düşmüşlerdir. Yrd. Doçentliğe atanmak için kadro bulan şanslı hocalar daha buna sevinmeye fırsat bulamadan 3 yılda belirli bir puan toplama telaşına düşmektedirler. Çünkü bilirler ki, belirli bir puanı toplayamadıkları takdirde öğretim görevliliğine düşürülürler. Bu arada dersleri ikinci plana atmaktadırlar.  Doçentler ise daimi kadroya geçmenin rahatlığı içerisinde profesörlük dosyası için gerekli eksikleri toplamaya çalışır. Profesörler ise ununu eleyip eleğini asmıştır. TÜBA’nın hazırladığı 2009 Bilim Raporu’nda belirttiği gibi ‘profesörlüğü hak edenlerin bir daha bilimsel çalışma ile ilgilenmediği’ açıktır. Ayrıca Doçentlikten profesörlüğe geçen bazı öğretim üyelerimiz, emekliliği garanti altına almış olarak; bilimsel etkinliklerde bulunmayı, kitap yazmayı gerekli görmemektedir." Bu paragraf Fatih Çekirge'nin köşe yazısından alıntıdır: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/15513406.asp?yazarid=174&gid=61&hid=15513465

İnşaat Mühendislerinin Sayısı, İstihdamı

İnşaat sektörü Gayrı Safi Yurt İçi Hasılanın (Türk ve yabancılarının ürettiği yıllık nihai mal ve hizmetler) % 30 unu oluşturmaktadır. Bunun gerçekleştirilmesinde inşaat mühendislerinin yarı yarıya payı olduğu tahmin edilmektedir. İnşaat sektörünün büyüme performansını % 80 oranında özel sektörün, % 20 oranında ise kamunun sabit sermaye yatırımları belirlemektedir. Bu yatırımlar sabit fiyatlarla son yıllarda azalmaktadır.

İnşaat Mühendisleri odalarına kayıtlı mühendis sayısı 26 Nisan 2010 tarihi itibarıyla 76.191 dir. Bu sayısı 23 olan mühendis-mimar odalarına kayıtlı tüm mühendis-mimarların yaklaşık % 25’ini oluşturmaktadır. 2007 yılında 3624, 2008 yılında 3241, 2009 yılında 3712 olmak üzere her yıl ortalama 3500 inşaat mühendisi inşaat mühendisleri odasına kayıt olmaktadır. Odaya kayıt olanların oranı bir araştırmaya göre % 85 dir. Buna göre Türkiye'de 90.000 e yakın inşaat mühendisi olduğu ve her yıl 4100 kadar inşaat mühendisinin mezun olduğu söylenebilir. TMMOB (Türkiye Mühendis Mimar Odaları Birliği) araştırmasına göre mühendislerin % 75 i yoksulluk sınırı altında maaş alıyorlar. Gerçekten de  İnşaat Mühendisleri son derece düşük ücretlerle çalıştırılmakta, genç meslektaşlarımız emek sömürüsüyle karşı karşıya kalmaktadır. Çalışma saatlerinde tam bir keyfilik vardır ve fazla çalışma karşılığı ücret verilmesi söz konusu değildir. Sendikasızlık ve iş güvencesinden yoksunluk, çalışma koşullarının sağlıksızlığı da sektörün dikkat çekici özellikleri arasındadır. İnşaat sektöründe meslek dışı alanlarda çalışma ve işsizlik oranı yüzde 25’i geçmiştir.

2008 sonunda patlak veren küresel krizden önce Türkiye’de konut inşaatlarında patlama yaşanmaktaydı. Yurt dışında da başta  Rusya Federasyonu, Afganistan, Irak, Libya, Cezayir, Kazakistan olmak üzere dünyanın dört bir yanında yoğun inşaat işleri inşaat mühendislerine büyük istihdam olanağı sağlamıştı. Maaşlar da böylece gayet iyi düzeydeydi.  Küresel kriz inşaat sektörünü çok kötü vurmuştur. Teğet geçme falan hiçbir şekilde söz konusu değildir. Kriz inşaat sektörüne kazmayı ortasından indirmiştir. Küçük ve/veya şahıs şirketleri, proje büroları kriz ortamında kapanmaktadırlar. 2009 yılında İşkur'da iş arayan mühendis mimar sayısında bir önceki yıla göre % 33 artış olmuştur. İnşaat sektöründe krizin 2010 yılının 2. yarısında toparlanmaya başlayacağı ve 2011 de etkisini hayli azaltacağı söylenmekteydi.  Nitekim 2010 yılı birinci çeyrekte yüzde 8 büyümeye geçen inşaat sektörü, 2010 yılı ikinci çeyreğinde yüzde 21.9 oranında, üçüncü çeyrekte de yüzde 24.6 artış yaşayarak gösteren bu iki çeyrekte Türkiye ekonomisi içinde en hızlı büyüyen sektör oldu. 2011 de inşaat sektöründe büyüme % 10.   2011 yılında inşaat sektöründe istihdam 1 milyon 910 bin kişi üçüncü çeyrekte toplam istihdam içindeki payı % 7.7.    2012’de büyümede yavaşlama beklentisi var, % 6 - 7 arasında büyüme hedefleniyor. 2011'de en çok aranan pozisyonlar: Satış Temsilcisi % 16, Muhasebe Elemanı % 12, Sekreter % 5, Yönetici Asistanı % 4, İnşaat Müh. % 3, Makina Müh. % 2, yazılım uzmanı % 2, Elektrik Müh % 1, Mimar % 1.

Maaşlar - TL olarak

kamuda 2 600 (kadro derece 8/1)

özel sektörde

Yeni mezun;  1 500

5-10 yıl deneyimli;  3 000

10-20 yıl çok deneyimli; 4 000 - 9 000

Yapı denetim; 1 000 - 2 000

Şantiye şefi; 3 000 - 5 000

Şantiye şefi, şantiye başına; 1 000 (maksimum 5 şantiye)

Yurt dışı ücretleri (ABD Doları)

Proje Müdürü; müteahhitte 13 000 - 15 000, müşavirlikte: 8 000 - 10 000

Teknik ofis müdürü; müteahitte 8 000, müşavirlikte 5 000

Yeni mezun: 2 500, Afganistan'da 4 500

Maksimum  ücret  15 000, Ultra ücret 30 000

Maaşlar deneyime - ihtiyaca - koşullara göre değişir. Genelde kırsal kesimde çalışanlar, kentlerde çalışanlardan, şantiyeciler büroda çalışanlardan, alt yapıcılar üst yapıcılardan daha fazla maaş alırlar. Büro şantiye farkı yaklaşık 2 katıdır. Yabancı dil gerektirmeyen ve gerektiren işlerde ücret farkı da yaklaşık 2 katıdır.

Bülent Pakman. Nisan 2010. Son güncelleme Ağustos 2013. İzinsiz ve aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

İnşaat Mühendisliği ile ilgili tüm yazılarımız:

Twitter Widgets

Facebook Widgets

OLYMPUS DIGITAL CAMERABülent Pakman kimdir   http://bpakman.wordpress.com/pakman/

 

 

Eski Türk Devletleri

Eski Türk Devletleri

Türkler aşağıdaki devletleri kurmadan önce de varlardı, bunlar bir başka yazımızda anlatılmıştır. OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

1. İskitler:  M.Ö. 8. yüzyıl – M.Ö. 250

Scythia-Parthia_100_BCAvrupa’nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırlar) ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni de içine alan bölgelerde yaşamış göçebe halk. Sarmatlar ve Gotlar tarafından yıkılarak bölge halkları arasında asimile olmuşlardır.

 

İskitler hakkında geniş bilgiler ayrı bir yazımızda verilmiştir.  OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

2. Büyük Hun Devleti (İmparatorluğu): M.Ö. 220 – M.Ö. 46

800px-Huns
Büyük Hun Devleti. Akhunlar ve Avrupa Hunları

Belge bırakmadıkları için arkeolojik kanıtlar dışında Hunlara (Kunlara) ait bilgiler Çin kaynaklarından alınmıştır. Çin yıllıklarında Türklerin ilk bahsedildiği tarih M.Ö. 2356 olup ve Hiung Nung (Hiung Nun) adıyla kayıtlara geçirmişlerdir. M.Ö. 1000 e kadar dağınık kavimler oluşturmaya başlayan Hunların M.Ö. 220 de bu kavimleri birleştirerek kurdukları Büyük Hun Devleti Orta Asya’daki ilk Türk devletidir.  Bilinen ilk hükümdarı Teoman’dır  (Teoman Yabgu – Tuman Yabgu taht MÖ 220 – MÖ 209. O dönemlerde Türk hükümdarlarına Yabgu da deniyordu). Teoman’dan sonra Mete Han (Mete Yabgu) döneminde (M.Ö. 209-174) devletin sınırları çok genişlemiş Japon Denizi’nden Hazar Denizi’ne kadar geniş bir bölgeyi kapsamıştır. Bu topraklarda, çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra, diğer Altaylı kavimler de yaşıyordu.

Mete, Çin’e girdi, yapılan bir antlaşma (M.Ö. 201) ile Bozkır bölgelerinde Çin hakimiyetine son verdi. Devamla Baykal’dan bağlayarak İrtiş yatağına kadar olan bozkırları, daha batıdaki Ting-lingler’i, bazı Ogur kollarının bulunduğu arazileri, kuzey Türkistan’ı ve oradaki Vu-sunlar’ı zapt ile himayesine aldı. Büyük Hun (Türk) hükümdarı, sağlığında Asya kıtasında yaşıyan Türk soyundan hemen bütün toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında topladı. İmparatorluk sınırlarının doğuda Kore’ye, kuzeyde Baykal gölü ve Obi, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral gölüne, güneyde ǁin’de Wei ırmağı-Tibet yaylası-Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde Hunlar’a tabî olanlar arasında Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve ǁinliler de vardı. Mo-tun tarafından ǁin hükûmetine gônderilen M.Ö. 176 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız iç Asya’da Türk devletine bağlı kavim ve Şehir-devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu’nun ifadesi ile “yay geren”lerle “tek bir aile” halinde birleşmişlerdi.

M.Ö. 177-176’da Hunlar, Kansu’da (Gansu), ǁin sınırında, Çinlilerin ve Batılıların daha sonra belirsiz bir tanımla Hint-İskitler (veya Toharistanlılar) olarak adlandırdıkları oldukça gizemli bir halk olan Yue-çi’lere (Yuezhi) saldırdılar ve onları Kansu’dan çıkardılar/sürdüler. Yüeçi’lerin egemenliğinden kurtulan Kansu, Hun’ların egemenliğine girdi ve Hun’lar Kansu’yla birlikte daha batıda bulunan toprakların bir kısmının, Balkaş Gölü’ne, belki de Aral Gölü’nün kuzeyine kadar uzanan tüm bozkırların, hakimi oldular. Böylece Hun’lar Tarım Havzası, hatta Sogdiyana‟ın kuzeyindeki büyük vahaların sınırlarına dayandılar. Turfanlılar ve Kuçanlar boyundurukları altına girdi.

Mete Han’dan sonra gelen yabgular zamanında, Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla, Türk ve Çin hükümdar aileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar, Hunların iç işleri bakımından bir çok karışıklıklara yol açtı. Buna rağmen Hun İmparatorluğu, M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu yüzyılda ise, Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı. Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkleri zayıflatmayı bildiler. M.Ö. 46 da Batı ve Doğu olmak üzere ikiye bölündüler. Çin kaynaklarında bu bölünme Doğu Hiung-nu ve Batı Hiung-nu olarak geçmektedir.

Hunların_bölünmesi
Hunların Bölünmesi. Doğu, Batı ve Avrupa Hunları

Hunlar’ın dili Hun Türkçesi, dini, Şamanizm ve Tengricilik olup, yılda üç kez büyük ayin-bayram düzenleniyordu.

Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik üniteler, devlet meclisi = toy, sağ-sol teşkilatı, bilge eligler vb.), dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.

Doğu Hunları, Kuzey ve Güney Hunları

Orhun bölgesindeki Doğu Hunları Yu Tanhu (M.S. 18-46) zamanında Çin’e karşı bağımsızlığını yeniden kazandı.  Doğuda Mançurya’ya, batıda da Kaşgar’a kadar olan bölgeyi tekrar idareleri altına alan Hunlar, Yu’nun ölümüyle tekrar iç karışıklıklara sürüklendiler. M.S. 48’de Dış Moğolistan’da Kuzey ve İç Moğolistan’da Güney Hun devletleri olmak üzere ikiye bölündüler.

Düşman kabilelerin istilasına uğrayan Kuzey Hunlar’ı 91’de büyük kütleler halinde başlayan göçlerine 155 yılında da devam ederek şimdiki Kazakistan bölgesinde bulunan Çi-çi döneminden kalan soydaşlarına katıldılar.

Güney Hun Devleti 177 yılından itibaren Sien-piler’in tehdid alanına girmeye başladı. 5 eyalete bölünerek 216’da Çinli askerî valilerle yönetilmeye başlanmasıyla Güney Hun Devleti de sona erdi.

3. Batı Hun İmparatorluğu: M.Ö. 46 – M.S. 215

M.Ö. 46’da, Büyük Hun İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle, Batı Türkistan’da Cici (Çiçi) Han tarafından kurulan Türk devletidir. O dönem boyunca en büyük bölgesel güç olmuştur. M.S. 3. yüzyılın başlarında, başka bir Türk kavmi olan Siyerpiler (Siyenpiler), Hunlarla iktidar mücadelesine giriştiler, sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla, Hunların hakimiyetine son verdiler.

4. Avrupa Hunları: M.S. 370 – 469

Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra, Hunların bir kısmı,  Dinyeper nehriyle Aral Gölünün doğusu arasındaki bölgeye yerleşip Balamir Han komutasında tarih sahnesine yeniden çıktılar. 4. yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin’den gelen Hun kitleleriyle çoğalan ve uzunca bir süre sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlenen bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle,  350 yılından itibaren Asya Bozkırlarından Avrupa’ya göç etmeye başladılar.

O tarihlerde, Karadeniz kuzeyindeki düzlükler, bir Cermen kavmi olan Gotların işgali altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogotlar), batısında ise Batı Gotları (Vizigotlar) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gipidler, bugünkü Macaristan’da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı. Hun başbuğu Balamir’in idaresinde, hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiğiyle hareket eden Hunlar, Önce Doğu, sonra da Batı Gotlarla karşılaştı. Yerlerinden kopan bu kavimler, batıya doğru hızla akarak, Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz’den İspanya’ya kadar her tarafı alt üst ettiler. Böylece, Avrupa’nın sosyal, kültürel, demografik, yapısını alt üst eden etnik manzarasını değiştiren ve bugünkü yapının temellerini oluşturan  tarihte Kavimler Göçü denilen olay meydana geldi. Göç dalgası, Roma imparatorluğunun kuzey eyaletlerini alt-üst ederek ta İspanya’ya kadar uzandı. Şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun akıncı birliklerinin, Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, Batı dünyasında büyük yankılar yaptı. Hunlar aleyhine, Latin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivayet ve öykülerin çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu.

375/376 yıllarında Hun başbuğu Balamir,  önce kısa süren çarpışmaların ardından Don ve Dinyester ırmakları arasındaki Ostrogot Devleti’ni yıktı. Hun saldırısının şiddeti yaklaşık bugünkü Romanya topraklarının bir bölümünde yaşayan Vizigotlar (Batı Gotları) üzerinde de etkili oldu ve kral Atanarikh, kalabalık Got  kütlesiyle batıya doğru kaçtı. Hunlar, Got, Alan ve Germenlerden de yardımcı kuvvetler oluşturarak 378 yılı baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan direniş görmeksizin Trakya’ya kadar ilerlediler.

395’de Roma imparatoru Theodosios’un  ölümü üzerine büyük bir Hun topluluğu iki koldan Roma topraklarında ilerlemeye başladılar. Doğu kolundan Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneldiler. Yıldırım hızıyla Erzurum, Karasu, Fırat vadileri, Melitene/Malatya, Kilikia/Çukurova, Edessa/Urfa ve Antakya üzerinden Suriye’nin Akdeniz kıyılarına inerek Kudüs’e yöneldiler, sonbahara doğru ise dönerek Orta Anadolu’ya, Kappadokya-Galatya’ya (Kayseri-Ankara havalisi) ulaşıp, oradan da Azerbaycan-Bakü üzerinden merkeze döndüler.

Batı’da ise diğer bir kol Balamir’in oğlu Attila’ya kadar devam edecek Hun dış
siyasetinin esaslarını tesbit eden Ildız’ın (Uldız [yıldız anlamında]) komutasındaydı.  Bu siyasetin temeli; Doğu Roma/Bizans’nın sürekli baskı altında tutulması ve Batı Roma ile iyi ilişkilerin devam ettirilmesiydi. 404-409 arasında Tuna’yı geçerek Bizans’a ait bazı köprü başlarını zapt eden Uldız komutasındaki Hun süvari birlikleri, Bizans İmparatorluğunu barışa zorladılar.

Uldız’ın önünden kaçan Asding Vandalları ve Alarikh yönetimindeki Vizigotlar İtalya topraklarına doğru çekildi. Romalılar bu ilk dalgayı Nisan 402’de durdurabildiler.
Vandal, Sueb, Kuad, Burgond, Sakson, Alaman vb. barbar kavimlerinin desteğinde Roma üzerine yürüyen Radagais, bölgede büyük tahribat yaptı. Ağustos 406’da yendi, Radagais yakalandı ve idam edildi.

Ildız’dan sonra Hun tahtına geçen Karaton (410-422) ve Rua (Rugila 422-434) zamanlarında da Bizanslılar, Hunlara vergi ödedi. Roma tahtına henüz 4
yaşındaki Valentinianus III’ün getirilmesini kabul etmeyen Bizans imparatoru Theodosios II’nin 423 yılında İtalya üzerine ordu ve donanmasını sevketmesi Hun-Roma yakınlaşmasını daha da arttırdı. 60 bin kişilik Hun süvarisinin İtalya’ya yardım için yönelmesi, Bizans’ın derhal savaşmadan çekilmesi ile sonuçlandı. Üstelik Hunlar’a ağırca bir harp tazminatı da ödemek zorunda kaldılar. Rua ile bölgede kısa sürede belirleyici güç durumuna yükselen Hunlar, Roma ve Bizans Devletilerinin iç ve dış siyasetine yön vermeye başladılar. Yine Hunlara tabi barbar kavimleri de ne Roma, ne de Bizans’a güvenerek kalkışma gücünden mahrum kaldılar. Hunlar, Vizigotların yenilgisinden sonraki yarım yüzyıl içinde Orta Avrupa’daki Germen kökenli halkların çoğunu egemenlik altına alarak Romalılar adına savaşmaya başladılar. 432’ye
gelindiğinde çeşitli Hun gruplarının önderleri, Rua  adlı tek bir hükümdarın yönetiminde birleşmiş bulunuyordu.

Rua’nın 434’te ölmesi üzerine devletin başına ağabeyi Bleda ile ortaklaşa Attila geçti. İki kardeşin Margus (Pozarevac) kentinde Bizans ile imzaladıkları Margus antlaşmasıyla Bizans Hunlara verdikleri vergi/haracı iki katına çıkaracak ve ileride her yıl 300 kg altın ödeyecekler, bundan böyle Hunlar’a bağlı kavimlerle müzakere edemeyecek, ittifaklara giremeyecek, Hunlar’dan kaçanlara, Bizans tebası olsalar da sığınma hakkı tanımayacaklardı.  Bizans’ın 434 tarihli anlaşma koşullarını yerine getirmede gevşek davranması üzerine düzenlenen Birinci Balkan seferinde (441-442) Tuna boylarındaki müstahkem mevki ve kalelerin ele geçişiyle Hunlar Trakya yönünde ilerlediler. Bizans’ın, Roma’nın aracılığıyla barış koşullarına uymayı garanti etmesi üzerine sefer sona erdi. Artık Balkanlar bölgesinde Hunlar’a karşı durabilecek bir kuvvet kalmamıştı.

Attila’nın tek başına hakimiyeti 445-453 yılları arasında oldu. Bizans’ın yine barış koşullarını uygulamadaki isteksiz tutumu 447’de İkinci Balkan Seferine neden oldu. Büyük Çekmece’ye kadar gelen Hun kuvvetleri karşısında aman dileyen İmparaor Theosiosla koşulları daha da ağırlaştırılan Anatolios Barış Antlaşması yapıldı. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı. Bizans elçilik heyeti Attila’ya suikast girişiminde bulundu. Bunu haber alan Attila suikastçıların da arasında bulunduğu Bizans heyetine dokunmadı zira artık dış siyasetini değiştirmeye, Roma’ya yönelme zamanının geldiğine karar vermişti. Bu sırada köylü isyanlarıyla uğraşan Roma, aynı zamanda muhtemel bir karşılaşma için askeri hazırlıklar yapmaktaydı. Bu faaliyetlerden haberdar olan Atilla da 448’den itibaren iki yıl siyasî ve askerî hazırlıkların ardından diplomatik saldırıya karar verdi. Daha önce evlenme teklifinde bulunan, İmparator Valentinianus III’ün kız kardeşi Honoria’nın teklifini kabul ettiğini ve de çeyiz olarak Honorianın hissesine düşen Roma imparatorluğunun yönetimine katılım hakkının tanınması isteğini bildirdi. Önerisinin reddi üzerine Attila, 451’de yarıya yakını Türklerden oluşan Germen ve Slav yardımcı  kuvvetlerinin bulunduğu 200 bin kişilik ordusuyla, Orta Macaristan’dan hareketle Roma üzerine yürüdü. 20 Haziran 451’de Katalaunum’da (Troyes kentinin batısındaki Champagne ovasına doğru) ordu karşılaştı (Catalauni Ovası ǁarpışması). 24 saat süren savaş sonunda Roma ordusu dağılmış, Batı Gotlar ve Frank kuvvetleri savaş meydanından çekilmişlerdi.

Attila, 452 baharında 100 bin kişilik bir ordu ile yeniden İtalya seferine çıktı. Roma’nın Hunlar’a karşı çıkaracak kuvveti kalmıştı. Attila, Julia Alpleri’nden inip Po ovasına girdi. Amelia bölgesini işgale başlamasıyla İmparatorluğun o sıradaki başkenti olan Ravenna’nın Hun tehdidi ile karşı karşıya kalması, Roma sarayını, halkını ve barış yapma taraftarı olan Senato’yu endişe ve korkuya uğrattı. Kilise de barıştan yana idi. Papa Leo I. başkanlığındaki Roma barış heyeti, 452 Temmuz ortasında Attila’dan Roma’yı esirgemesi ricasında bulundu. Attila kıtlık ve salgın hastalıkların yüzünden de bunu  kabul edip merkeze döndü.

Attila’nın İtalya seferinden dönüşte, 453 yılında Honoria ile zifaf gecesinde kan kusarak, 60 yaşında ölümünden sonra tahta çıkan oğulları sırasıyla İlek (453-454), Dengizik (454-469) ve İrnek (469) dönemlerinde, Hun birliği parçalandı. Ayaklanan Cermen kavimleriyle yapılan savaşlar Hunları yordu. Sonuçta Orta Avrupa’da tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile, Bizans’tan geçiş izni alarak Karadeniz’in Batı kıyılarına döndü.

Attila zamanında Hunların egemenliği, Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar uzandı. Yönetimleri altında, çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere 45 kavim yaşıyordu.
Germenler (doğudan batıya): Doğu Got, Gepid, Turciling, Sueb, Markoman, Kuad, Herul, Rugi, Skir.
Slavlar (Orta ve Batı Rusya’da): Veneda, Ant, Sklaven.
İranlılar (Kafkaslar’dan Tuna’ya kadar dağınık halde): Alan, Sarmat, Baştarna, Neur, Roxolan.
Fin-Ugorlar (Ural’dan Baltık’a kadar): Çeremis, Mordvin, Merya, Veşi, Çud, Est, Vidivari.
Türkler: İmparatorluğun her tarafına yayılmış olarak Hunlar, Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde Volga’ya kadar Beş-Ogur, On-Ogur, Şaragur, Azak’ın batısında Akatir, Volga’nın doğusunda Sabar ve başka Türk kütleleri.
Burgondlar, Bayavurlar, Yuthanglar, Aşağı Ren sahasındaki FranklarTuringler, Longobardlar. Bunların çoğu, şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir.

İrnek idaresindeki Hunların, önce Güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların oluşumunda büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre, Bulgar Türk Devletinin kurucusu Dulo sülalesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hanedanı, İrnek’i ata tanımaktadırlar.

5. Akhunlar: M.S. 420 – 562

Akhun devleti
Akhun devleti

İç Asya’da Hun yönetiminden sonra iktidara gelen Sien-piler’in yerine kurulan büyük Juan-juan Devleti’nde yaşayan Uar (Avar) ve Hun adlarında iki kabile grubu 350’lerde  yerlerinden  ayrılarak bugünkü Güney Kazakistan bozkırına geldiler, buranın eski Hun halkını (Avrupa Hunlarını) Volga’ya doğru ittikten sonra güneye yönelerek Afganistan’ın Toharistan bölgesine indiler.  Toharistan, Hindukuş Dağları ve Ceyhun Irmağı arasında yer alan, merkezi bugünkü Belh şehri olan o dönemki adı Baktria olan, günümüz Afganistan sınırları içindeki antik bir bölgedir. Şu an Mezar-ı Şerif Belh sınırlarını da içermektedir.  367’ye doğru, buradaki eski Kuçan (Büyük Yüe-çi) ülkesine hükmeden “Kidarita hanedanı’nı da Baktria’ya sürdüler. Bu İç Asyalı kabileler birliği daha sonra Kang-kü (Çu-Maveraünnehir) ve Sogd’un (Semerkant ve havalisi) hakimleri olarak  5. yüzyılın ortalarında, Amuderya nehrinin çevresinde Akhun Türk devletini kurdular.

Egemenliğini batıda Hirkania’ya (Gürgen- Hazar Denizi’nin güneyi) kadar genişleten bu devlet 457’den itibaren Heftal adında yeni bir hükümdar ailesine sahip olmuş ve yıkılana kadar hem sülale, hem kavim olarak Heftalit/Eftalit olarak da anılmıştır. hakimiyet sahası Hazar kıyılarından, Horasan, İran topraklarına, Kuzey Hindistan’a, Afganistan’a, İç Asya’ya kadar uzanmıştır.

Akhun devleti, kısa bir dönem hüküm sürmesine rağmen, egemenliği boyunca Asya’da büyük bir güç olmuştur.  Ak Hunlar, 441’de Semerkant, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sâsânî Devletiyle komşu oldular. Bir süre sonra Horasan’a sefer düzenleyerek, Sâsânî hükümdarı Şehinşah Firûz’u mağlup ettiler. Ak Hunlar, bu parlak zaferden sonra tam bir yüzyıl Türkistan ve Afganistan’ın kudretli hâkimi oldular. 460’da Eftalitler, Kuşanlar Devleti’ni ele geçirerek Hindistan’ı istila ettiler.
Kuzey Hindistan’daki Eftalit eserleri ile ilgili yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

6. yüzyılın başlarında Ak Hunlar, ülkelerini Göktürklere bırakmak zorunda kalarak, onların yönetimi altına girdiler.

6. Avarlar:  562 – 805

Macaristan’da büyük bir devlet kuran Avarlar (Aparlar), zaman zaman İstanbul’u kuşatmışlardır. İstanbul’u kuşatan ilk Türk boyudurlar. O dönemde Avrupa kıtasında bölgesel güç oluşturmuşlardır. Egemenlik alanı bugünkü Macaristan, Arnavutluk, Hırvatistan, Çekoslovakya, Avusturya ve Güney Almanya’yı kapsamaktaydı.

Avar Türkleri, önceleri Hun ve Tabgaç hanedanlarının hakimiyeti altında yaşıyorlardı.

Tabgaç Devleti

Kuzey ǁin’de 385-556 arası hüküm süren Türk devletidir. Türk Tabgaç Hanedanı Kuzey Çin’de güçlü bir siyasî oluşum meydana getirerek, Asya Hunlarının yerini almıştı. Tabgaç hakimiyeti, hükümdar Kuei zamanında (385-409) Pekin’e kadar uzandı.

424-452 arası  Türk Tabgaç Devleti’nin altın yılları oldu.  İmparator T’ai-wu ǁin’in önemli başkentlerini ele geçirerek hakimiyetini Sarı-nehir bölgelerine yaydı ve bütün Kuzey ‘i tek yönetimde birleştirdi. Sırasıyla önce 2. Ts’in, Hun Hsia, Moğolistan’daki Juan-juan, İç Asya’daki Vu-sun, Yue-pan devletlerini ve Kuça, Kaşgar, Karaşar, Turfan başta olmak üzere 30 kadar kent-devletçikleri yönetimine bağlayan T’ai-wu, 439’da da Kansu’daki Kuzey-Liang Hun devleti’ni ortadan kaldırmış, böylece de ünlü Ġpek Yolu güzergahını tekrar Türk hakimiyet sahasına dahil etmiştir. İmparatorluk merkezini bozkır bölgesinde (Kuzey Şan-si) tutan T’ai-wu, o sıralarda Çin’de yayılmakta olan Budizm’in Türkler arasına nüfuzunu önlemeye çalışıyor, idaresi altındaki ǁin toprakları dahil Budistler’in faaliyetlerini kontrol ediyordu. 438’de tapınaklarda ayinler dışında din propagandasını yasaklayan bir emirname çıkarmış 446’da emre uymayanların şiddetle takibini emretmişti.

Tabgaçların Çin’le çok fazla yakınlık kurmaları onların hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki, bazı Tabgaç yabguları, Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum Tabgaçların Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu. Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla onların yerine iktidar, Avar hanedanının eline geçti.

Orta Asya hakimiyetini ele geçiren Avar Hanedanlığı 6. yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas olarak Çin’le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552). Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine, Avar kitleleri 555 yılında batıya doğru göç etmek zorunda kaldılar ve Aral Gölü ile İdil Nehri arasındaki bölgeye yerleştiler.

Historical_map_of_the_Balkans_around_582-612_AD558 yılında, Sabar hakimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları egemenlikleri altına aldıktan sonra, Bizans’a elçi gönderek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. Bu arada Dalmaçya’da ve Balkanlar’da geniş çaplı bir fetih hareketine giriştiler. Bizans İmparatoru, Avar akınını durdurmak maksadıyla, Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere, bazı Slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı. Fakat 562’de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar, Bizans’la sınırdaş oldular. Avrupa içlerine büyük akınlarda bulundular. Bizans İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568’de, bugünkü Macaristan’ı tamamen hakimiyetleri altına aldılar. Böylece Orta Avrupa’da büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları, Elbe Vadisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.

Avar Hakanlığının iki yüz yıl kadar süren hakimiyeti devrinde en önemli askerî harekatları, İstanbul’u kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında iki defa olmak üzere, Sâsânîlerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir sonuç alamadı. Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların, Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran özellikle ikinci harekâtı, tarihî birtakım hâtıralar da bıraktı. Avarların çekildiği gün, Bizans’ta bayram ilan edildi ve kiliselerde âyinler asırlarca devam etti. Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması, Avar Hâkanlığının îtibarını sarstı. Tâbi kavimler başkaldırmaya ve dağılmaya başladılar. Uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar Bulgarlara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Slav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terkedildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı, yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu. Fakat, 791’den itibaren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda 805 de tamamen ortadan kalktı. Parçalanan Avar grupları, Doğu Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak yerli halk içinde eridiler.

Bazı araştırmacılara göre Avarlar ile Uarlar aynıdır. Daha önce Akhunlar bölümünde belirttiğimiz gibi Uarlar önceleri İç Asya’da yaşayan bir kabile. Hun adında kabile grubuyla 350’lerde  Güney Kazakistan bozkırına gelmişler, buradan güneye yönelerek Hindukuş Dağları ve Ceyhun Irmağı arasında yer alan, merkezi bugünkü Belh şehri olan o dönemki adı  Baktria olan, günümüz Afganistan  sınırları içindeki Toharistan bölgesine inmişler.  Macar tarihçi András Róna-Tas’a göre Avar kabile birliğinin iskeletini Uygur Türkleri oluşturmuş ve birlik Orta Çağ’da Orta Asya’da yaşamakta olan kabilelerin kaynaşmasıyla meydana gelmiştir. Alman Dilbilimcisi Harald Haarmann’a göre Avarlar kesin bir Türk ulusudur. Türk Tarih Tezi’ne göre de Avarlar Türk ulusudur.

Çoğunluğu Dağıstan’da yaşayan Kafkasya Avarlarının Hunlar ve Avarlar ile bağlantıları olduğu varsayılmaktadır. Kafkasya Avarlarının bir kısmı 150-200 yıl önce Dağıstan’dan Türkiye’ye zorunlu tehcir ettirilmişlerdir. Araştırmacı-gazeteci Banu Avar’ın ailesi de bu göçen Türkler arasındadır. Banu Avar’ın Dağıstan çekimleri:

7. Göktürkler: 552 – 745

Gokturkut
Doğu ve Batı Göktürkler

Göktürkler, 542’ye kadar Altay Dağları’nın güney eteklerinde yaşamışlardır. Çin kaynakları, ittifakla Göktürklerin Hunlardan geldiğini ifade etmektedir. Göktürkler, “Aşina” (Asena) adını taşıyan ve kelime anlamı olarak kurt neslini ifade eden bir Hun ailesine mensuptular. Kurt, Oğuz Kağan Destanı’nda yol gösterici olarak ifade edilmektedir.

İlk Göktürk Kağanlığı  Asya’nın doğusunda Çin devletinin, batısında Sasani-İran devletinin sınırladığı İç Asya bozkırlarında, doğuda Avarlar, batıda Eftalit/ Ak Hunlar ile yapılan mücadeleler sonucunda Bumin Kağan’ın Juan-Juan devletini yıkmasıyla 552’de kuruldu. Kardeşler arasında yönetsel paylaşım olarak Batı ve Doğu diye iki Hanlığa bölündü. İlk Kağanları Doğu kanadını yöneten Bumin Kağan, Batı kanadını yöneten kardeşi İstemi Yabgu’dur. Bumin Kağan’ın 552’de ölümü üzerine yerine önce oğlu K’o-lo (Kara) ve arkasından da kardeşi Mu-kan (553-572)
geçti. Çin’in de egemenlik altına alınmasıyla Mu-kan ve İstemi’nin başında bulunduğu Göktürk hakanlığı bu devrede haşmetli çağına ulaşmıştır.

Mukan 572’de öldü. Yerine kardeşi T’a-po (572-581) geçti. Devleti muazzam bir genişliğe ulaştıran Mukan’ın hatırası Orhun Kitabeleri’nde aksini buldu. Bu büyük hakanın Ötüken’de düzenlenen muhteşem cenaze töreninde, Bizans imparatorluğu da dahil, komşu devlet ve kavimlerin heyetlerinin de hazır bulunması, devletin ulaştığı saygınlığın bir işaretiydi. Mukan’dan sonra da bu saygınlık devam etmiştir.

576’da İstemi Kağan Kırım’da Bizans’a ait Kerç kalesini ele geçirdi. Böylece, Mançurya sınırlarından başlayarak Karadeniz’e kadar uzanan Göktürk hakanlığı, genişlemesinin son noktasına ulaştı. Aynı yıl İstemi Kağan öldü yerine oğlu Tardu geçti (576-603).

Göktürk Devleti 582’de İşbara idaresindeki Doğu Göktürk hakanlığı ve Tardu idaresindeki Batı Göktürk hakanlığı adıyla resmen ikiye bölündü. Doğu kanadı yerine kurulan Birinci Doğu Göktürk Kağanlığı 582 – 630 arasında varlığını sürdürdü. 630 yılı, her iki Göktürk Devleti’nin de ǁin karşısında boyun eğdiği bir tarihtir. Bundan sonra, Doğu hakanlığında olduğu gibi, Batı hakanlığında da, Göktürk gruplarının baĢında Aşina soyundan birçok prens/kağan bulunduysa da bunlar, çoğunlukla ǁin’in himayesinde, kontrolünde ve desteğinde birer kukla memur olmaktan öte bir Şey ifade etmemekteydiler. ǁin, Batı Göktürk topraklarını ancak 658’de tümüyle kontrolüne alabildi. Doğu Göktürkler 630 – 681 arası Çinlilerin tahakkümünde yaşadılar. Batı kanadı ise 658 de yıkıldı.

681 yılında Asena (Aşina) ailesinden Kutluk Kağan, gizli bir teşkilat kurarak, Çin’in kuzeyine yerleşmiş Türk boylarını yeniden toparlamayı başardı. Kısa sürede 5 bin kişilik bir kuvvet oluştu. Mücadeleye katılanlar arasında Tonyukuk da bulunmaktaydı.
Çin, Kitan ve Dokuz Oğuzlar (Uygurlar) ile yapılan savaşlar sonucunda Ötüken ormanında Göktürk Kağanlığı yeniden güçlendi (Not: 
Ötüken şehir değil, ormanlık bölgenin adıdır). Kutluk Kağan, ili (devleti/ulusu) yeniden derlediği için İlteriş (il – devlet kuran) adını aldı.  Akınlar sonucu ǁin vali ve kumandanları mağlup edildi. Asıl büyük darbeler Hin-çu’da (Nisan 685) ve So-çu’da (Ekim 687) vuruldu. ǁin’den başka 7 kez K’i-tanlar ve 5 defa da Oğuzlar üzerine sefer eden İlteriş Kağan, kuzeyde Kögmen dağlarına (Tannu-ula), doğuda Kerulen ve Onon nehirlerinin yüksek vadilerine, batıda Altaylar’a kadar uzanan sahadaki Türk ve yabancı kavimleri, toplulukları hakimiyeti altına aldı. Devleti yeniden kurup teşkilatlandıran, töreyi yeniden hakim kılan İlteriş, Ötüken yaylasında yeniden dalgalanmaya başlayan kurt başlı sancağın gölgesinde 692 yılında öldü.

Kutluk Kağan’dan sonra kardeşi Kapgan (Kapağan) Kağan geçti. Kapgan
696 yılındaki Çin seferinin ardından, Yenisey bôlgesini işgal etmekte olan Kırgızlar üzerine seferi zorunlu buldu. Zira Kırgız kağanı, Türgiş (On-ok) kağanı ile Çin kağanı yanına alarak, Göktürkler’e  karşı bir ittifak oluşturmaktaydı. Buna göre; müttefik ordusu Altun-yış’da (Altun ormanı=Altay dağları) buluşarak, Göktürk ülkesine saldırılacaktı. Tehlikenin derhal  bertaraf edilmesi gerektiğine inanan Kapgan ve Tonyukuk, çetin bir sefer sonunda Kögmen dağlarını aşarak, Yenisey kaynaklarında Anı ırmağı kıyısında Kırgızları bastırdı ve Kırgız ülkesini teslim aldı. Sıra ittifakın diğer iki ortağında Türgişler ve ǁin’de idi. Ancak öncelikle Kapgan kagan, ordu ve idareyi yeniden düzenledi.

Kapgan, Tonyukuk’un yüksek kumandasında batı orduları grubunu Türgişler üzerine sevketti. bugünkü Tokoi kasabasında yapılan savaş (698) sonucunda Balkaş, İli, Isık göl, Çu ve Talas bölgelerinde bulunan On-oklar’ın bütün To-lu ve  Nu-Ģi-pi kabileleri Göktürk birliğine dahil edilmiş (699), Hakanlığın sınırları batıda Kengü Tarban’a
(ǁıy ırmağı-güney Kazakistan- Maveraünnehir arasındaki Kang-kü ülkesi. Tarban/nd şehri: Seyhun’un orta mecrasında Arıs ırmağının bu nehre döküldüğü yerdeki Şaş bölgesinin başkenti, Otrar=Farab şehri) ve Fergana’ya dayandı. Tonyukuk ve Bilge’nin de katıldığı 100 bin kişilik bütün askerî gücüyle Çin’e girdi (698). ǁin kuvvetlerini yendi. Kapgan buradan kuzeye yöneldi. Çin orduları kumandanı Ça-ça Cung-i (Ça-ça Sengün), saldırıya cesaret edemeyerek, Göktürk süvari tümenlerinin geçişini uzaktan seyretmek zorunda kaldı. 700-701 arasında Maveraünnehir bölgesini ele geçirdi. Göktürk ordusu asırlardan beri İran-Tûran/Türk ülkelerinin arasında tabiî sınır kabul edilen Temir Kapıg – Demir Kapı’ya ulaştı. Şubat 702’de, Doğuya sefer düzenleyerek, Sogdlular dağıtıldı. 704 yılında Ming-Şa (Ming-sha-hien/Kansu’da bugünkü Çung-wei-hien) savaşında 80 bin kişilik bir Çin ordusu bozguna uğratılarak; ardından Lung-çu, Yuan-çu ve Hin-çu’ya da 11 akın yapıldı.

Bütün Türk toplulukları Göktürk egemenliğini kabul etmiş olmalarına rağmen, Türk kuvvetlerinin uzak bölgelerdeki meşguliyetlerinden de yararlanarak zaman zaman isyan ederek, devleti meşgul etmekten de geri kalmamakta idiler. 710 yılında Bilge-Kül
Tegin idaresindeki Göktürk ordusu Kögmen dağlarını aşıp, isyan eden Kırgızlar üzerine yürüyerek, Songa ormanında 2.defa mağlup etti. Tola ırmağı civarındaki Bayırkular da, Türgi-yargın gölü savaşıyla tekrar itaat altına alındı. 711 yılında yine baş kaldırmış olan Türgişler üzerine gidilerek, tabi kagan So-ko öldürüldü ve Kara Türgişler itaat altına alındı. Bilge’nin kızkardeşi ile evlendirilen Bars Beğ, Türgiş kağanı ilan edildi.

Gök Türkler tekrar isyana kalkışan Türgiş ve Karluk iç isyanları bastırmakla meşgulken, Kuteybe bin Müslim idaresindeki Müslüman kuvvetleri de Maveraünnehir bölgesinde başarılı ve kalıcı fetih hareketlerinde bulunuyorlardı (711-714). Bu arada İnel ve Bilge’nin de bulunduğu kuvvetlerle Çin’in yığınak merkezi olan Beş-balık kuşatıldı, fakat ele geçirilemedi. Kapgan’ın 715 yılındaki Dokuz-oğuz seferi ile, Oğuzlar
mağlup edildi.

Temmuz 716’da Kapgan’ın ölümüyle İnel yerine geçti ancak isyanları önleyemedi. İnel kağan öldürülerek yerine İlteriş’in oğlu Bilge geçti. Bilge Kağan kardeşi Kül Tigin’e ordunun komutanlığını, Tonyukuk’a vezirlik görevini verdi. Eylül 720’de Şan-tan savaşında Çin mağlup edilerek, daha önce kuşatılmış olan Beş-balık ele geçirildi. Ardından Kan-çu, Yüan-çu, Liang-çu bölgeleri, düzenlenen 10 sefer sonunda ele geçirildi. 722-723 yıllarında düzenlenen seferlerle K’itanlar ve Tatabılar bertaraf edildi. 725’de ölen  (veya 726) Tonyukuk için Abide/Kitabe dikildi. 731-734 da Orhun Yazıtları yazıldı. Bilge kağan, Tonyukuk’un ardından diğer bir yardımcısı ve kardeşi,
Kül-Tegin’i de 731 yılında kaybetti. Kitabesi Yollıg Tegin tarafından yazılıp taşa 20 günde kazıldı. 734’de Bilge Kağan zehirlenerek öldürüldü. 735’de metnini yine Yollıg Tegin’in kaleme aldığı kitabesinin taşa kazınması bir ay dört günde tamamlandı.

Göktürkler‟in içine düştüğü sıkıntılı durumlardan yararlanan Basmıllar-Karluklar ve Uygurlar ittifak ederek, bir Basmıl başbuğunu Kağan ilan ettiler. Onun öldürülmesiyle yerine 745’te Uygur İl-teber geçirildi. Göktürk Devleti Uygurlar’ın aynı yıl  Ötüken’e girmesiyle son buldu.

Göktürk Devleti, Türk tarihinde Türk adı ile kurulan ilk devlettir. Bu dönemde İpek Yolu Türklerin denetimine girmiş ve Türkler Çin’e üstünlüklerini kabul ettirmişlerdir.

Orhun vadisindeki Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtları ve onlarla birlikte kabul edilen Tonyukuk yazıtlarından oluşan Orhun yazıtları ile ilgili açıklamalarımız ayrı sayfalarda verilmiştir: Orhun Yazıtları   Bilge Kağan Yazıt Metni

8. Uygur Hakanlığı: 742 – 840

800px-Uyghur_KhaganateBüyük Hunların torunları olan Uygurlar, çok sayıda devlet kurmuşlardır. Uygur Hakanlığı bunlardan birisidir.  Selenga, Orhun ve Tola ırmakları havzalarından Baykal Gölü’nün güneyindeki bozkırlara kadar uzanan geniş sahada yaşamışlardır. 100 yıla yakın bir süre içinde, Asya kıtasında, bölgesel güç olmuşlardır. Uygurlar devrinde Türklük, bir din arayışına girdi. Aralarında Maniheizm, Budizm, hattâ Hristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan’da pek çok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfabesiyle binlerce eser tercüme edildi. Kâğıt ve matbaa kullandıkları için, bazı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, 840’ta bugünkü Moğolistan’ı kaybettikten sonra imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu’da yerleşik Turfan ve Kansu olarak iki Türk hakanlığına bölündüler.  Turfan Kaanlığı 1209 de Kansu Hakanlığı 1226 de yıkıldı. Uygurlar ayrı yazı dizimizde anlatılmaktadır. OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN 

9. Hazar Devleti: 468 – 965

737px-HazarlarBir Türk kavmi olan Hazarlar,  Göktürklerin yıkılmasıyla Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da, kudretli, yüksek kültürlü bir imparatorluk kurarak Hazar Denizi’ne de adlarını vermişlerdir. 7. yüzyıldan itibaren iyice güçlenen ve bütün Doğu Avrupa’yı eline geçiren Hazarlar, yıkılana kadar bölgede çok büyük bir güç oluşturmuşlardır. İslamiyet’ten önce Türklerin tamamına yakını Tengrici olmasına rağmen Hazar Kağanı ve yönetim kademesindeki Türklerin çoğu, 740’lı yıllarda Yahudiliği benimsemiş  bir kısmı Müslüman olmuştur. Günümüzün Yahudi Karay/Karaimleri Hazarların torunlarıdır. Hazarların nüfusunda en fazla rol oynayanlar bir Türk kavmi olan Bulgarlardır. Günümüzün Kiev şehrini Hazarlar kurmuştur.  Hazarlar Halife Osman’ın başında bulunduğu Araplar ve Sasanilerle savaştılar. Kağanlık doğudan gelen Peçenekler sebebiyle zayıfladı ve Ruslar tarafından yıkıldı. İlk Rus devleti, Kiev Knezliği, Hazarların yıkılmasıyla ortaya çıktı. Rusların o zamanki merkezi olmuş olan ve günümüz Ukrayna sınırları içerisinde bulunan Kiev. Moskova Knezliği daha sonra teşekkül etmiştir.

Araplarla savaşları 

Aşağıdaki anlatımlar, parantez içerisindeki eğik yazılı notlar ve başlıklar dışında tarihçi Taberi’ye aittir.

Araplar Halife Ömer döneminde (634-644) bugünkü Türkiye’nin Güney-Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinden kuzeye doğru ilerleyerek Kafkaslar’a ulaştılar. 635’de Kâdisiye, 637’de Celûla ve 641’de Nihavend savaşlarını kaybeden Sâsânîler geniş İran topraklarını ve Orta Asya kapılarını Araplara açmış oldular. Araplar Sâsânîler’in elinde bulunan son kaleyi de fethedince karşılarına çıkan Hazar Türkleriyle büyük şavaşlara girdiler.

643 yılında Suraka bin Amr komutasındaki Arap ordusu Babu’l-Ebvab (Derbend) kentine doğru ilerledi. Derbend kralı Şehberâz kenti savaşmadan teslim etti. Suraka bin Amr’ın ölüm haberi ulaşınca Hz. Ömer Abdurrahman bin Rebîa el-Bâhilî ‘yi Bab’a (Derbend’e) vali olarak atadı. Sonra ona Türklerle (Taberî Hazarları Türk adıyla tanımlıyor) savaşma emri verdi. Taberi’ye göre Abdurrahman, Belencer (Kuzey Kafkasya’nın Dağıstan bölgesinde, Derbent ile Semender kentleri arasında)kentini savaşarak ele geçirdi ve Belencer’den sonra Beyda’ya (İdil/İtil) ilerledi. (Ancak araştırmacılar bunu mümkün görmemektedir.Belencer’de şiddetli çarpışmalar olmuş ve kent tahrip görmüş fakat İbrahim Kafesoğlu’na göre Arap komutanıyla 40 000 kadar askeri idam edilmiştir).

Hz Osman’ın halifeliğinin dokuzuncu yılında Abdurrahman bin Rebîa Belencer’e saldırdı ama fethedemedi. Daha önceki yıllarda yapılan akınlar sebebiyle ihtiyatlı davranan Hazar Türkleri Belencer yolu üzerinde pusu kurarak Arap ordusuna ağır kayıplar verdirdiler. Buna rağmen Belencer önlerine kadar gelen Araplarla çarpışmada Araplar büyük kayıp verdiler. Sonra Hazarlar saldırdı ve bunun üzerine Belencer halkı da çıkarak aynı anda Araplara saldırdılar. Hatta Abdurrahman bile ölüler arasında idi. Kendisine Zu’n-Nûr denilirdi. Belencer halkı cesedini alıp bir tabuta koymuşlar ve kendilerine uğurlu gelip yağmur yağdırması ve kendilerini muzaffer kılması için niyazda bulunmuşlardır. Ağabeyinin ölümü üzerine komutanlık görevini üzerine alan Selman bin Rebî’a, el-Bâb’a (Derbend’e) çekilmek zorunda kalmıştır.

650-651 yılında da Rey’de bulunan Huzeyfe bin el-Yemanî ile Şam’da bulunan Habîb bin Mesleme el-Fihrî, el-Bâb’da kötü durumda bulunan Abdurrahman’a yardım için gelmiş, fakat Habip ile Selman arasında anlaşmazlık çıkması nedeniyle harekâta girişilememiştir. Bu anlaşmazlığın nedeni Kûfe’den ve Şam’dan gelen askerler ve Bab’da bulunan kuvvetlerle meydana gelen bu büyük orduyu kimin komuta edeceğiydi.

Peşpeşe gelen saldırı ve savaşlar üzerine 652-653 yılında hazırlıklara başlayan Hazar Türkleri, kendi aralarında tartışmışlar ve “Biz öyle bir millettik ki şu sayıları az millet (Araplar) gelinceye dek kimse bize denk olamazdı. Bunlar savaşta ölmüyor eğer ölselerdi böyle üzerimize gelemezlerdi.” gibi sözler söylemişlerdir.

Bu yenilgiden sonra Araplar ile Hazarlar arasında uzun müddet bir çarpışmanın olmadığı görülmektedir. Araplar, iç karışıklıklar sebebiyle Hazar cephesine gereken önemi vermemiş ve dolayısıyla mücadeleler durmuştur. Gerek iç karışıklıklar gerekse fetihte ağırlığın doğuya kaydırılmış olmasından dolayı Araplar uzun süre, Velîd bin Abdülmelik dönemine kadar (705-715) Hazar Türkleri üzerine harekat imkanı bulamadılar.

(Taberî, Mesleme bin Abdülmelik’in 706 yılında Hazarlarla savaşarak Azerbaycan bölgesindeki Bâbu’l Ebvâb’a vardığı ve buradaki kent ve kaleleri fethettiği belirmektedir. Ancak bu seferin ayrıntıları hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir.)

709 yılında Mesleme tekrar Azerbeycan’ın el-Bâb bölgesine sefer düzenledi ve buradaki kaleleri fethetti. (Taberi bu anlatımda da Hazarlar ifadesi yerine Türkleri kullanmaktadır.)

Mesleme bin Abdülmelik’in Azerbaycan’dan ayrılması ve İstanbul kuşatmasına katılması Hazar Türkleri için tehlikeyi kendiliğinden uzaklaştırmış oluyordu. Bu fırsattan istifade eden Hazar Türkleri, 717-718 yılında Ermenîye (Taberi’de ve Arap kaynaklarında adlandırılan Van Gölü merkez olmak üzere Ağrı Dağı, Yukarı Fırat havzasını kapsayan bölge) ve Azerbaycan’a bir akın yaparak çok sayıda Arapları esir ederek bir topluluğu da katlettiler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz, Hatim bin Nu’man el-Bâhilî kumandasında bir orduyu Hazarlar’a karşı gönderdi. Hatim, Hazarları yendi ve hatta 50 kadar Hazar esirini halifeye gönderdi.

721-722 yılında Hazar Türkleri’nin tekrar akın yaptıkları görülmektedir. (Bu konuda Taberî’de çok kısa bir bilgi bulunmaktadır.)

722 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî (Azerbaycan ve Ermeniyye valisi) Türk (Hazar) topraklarına doğru sefere çıktı. Belencer’i fethetti. Yenilen Hazar Türklerinin birçoğu suda boğularak öldü. Belencer ile yetinmeyen Cerrâh Belencer’in gerisinde kalan kaleleri de fethetti.

723-724 yılında Cerrâh bin Abdullah Belencer’in gerisinde kalan kent ve kalelere ulaşıncaya kadar el-Lân (Ermeniyye’de Bâbu‘l-Ebvâb’a yakın, Hazar ülkesine komşu geniş kentler) üzerine yürüdü. Bunlardan bazılarını fethetti. Buranın halkından bazılarını esir almasının yanı sıra bu seferden çok fazla ganimet elde etti.

725-726 yılında Hişâm, Cerrâh bin Abdullah’ı Ermeniyye, Azerbaycan ve Cezîre valiliğinden almıştır. Yerine Malatya civarında savaşan kardeşi Mesleme bin Abdülmelik’i atamıştır.

728 yılında Mesleme Hazarlar üzerine sefere çıkmıştır. Babu’l-Lân’a doğru onların üzerine gelmiştir. Orada Hakan’ın ordusuyla karşılaşmıştır. Yaklaşık bir ay savaşmışlardır. Bu arada şiddetli bir yağmura tutulmuşlardır. Sonuçta Hakan’ın ordusunu bozguna uğradı. Hakan geri çekilmek zorunda kaldı. Mesleme de dönerek Zü’l-Karneyn caminin yolunu tuttu.

729 yılında Hazarlar Azerbaycan’da bazı yerleri istila etmişler, karşılarına çıkan Hâris bin Amr onları bozguna uğratmıştır.

730 yılında Hişâm bin Abdülmelik bölgeye kuvvetli bir garnizon yerleştiren Mesleme’yi görevden alarak Cerrâh bin Abdullah’ı ikinci kez valiliğe atamıştır.

731 yılında Hazarlar saldırıya geçtiler. Karşılarına Cerrâh bin Abdullah Azerbaycan ve Şam askerleriyle birlikte çıkmasına rağmen Erdebil geçidinde Cerrâh ve yanındakiler öldürüldü. Böylece Hazarlar Erdebil’i işgal etti. Ermeniyye valiliğini Cerrâh’ın kardeşi Haccac bin Abdullah üstlendi. Bu haber Hişâm’a ulaşınca Saîd bin Amr el-Haraşî’yi çağırarak onun görüşünü sordu. O da: “Beni kırk posta atıyla oraya gönder. Sonra her gün kırk posta atlı adam gönder. Sonra ordu komutanlarına benim emrimin altına girmelerini emret.” diyerek görüşünü belirtti. Hişâm’ın bu fikir hoşuna gitmiş olacak ki dediğini yaptı. Hazar Hakanına gönderilen Araplardan ve zimmîlerden (Arapların egemenliğini kabul eden gayr-ı müslimlerüç heyet esir alınmıştı. Onları Saîd bin Amr kurtarmıştır. Fakat birçoğu öldürülmüştür.

731 yılında Mesleme bin Abdülmelik orduyu Hakanın üzerine gönderdi. Hakanın elinde bulunan birçok kaleyi ve kenti fethetti. Hakanın ordusundan birçok kişiyi öldürdü ve esir etti. Hazar halkından birçok kişi kendini ateşle yaktı. Ayrıca Belencer dağlarının sırt kesimindekiler boyun eğdiler. Ayrıca bu savaşlar sırasında Hakanın oğlu da öldürüldü. Bu olaydan bir yıl sonra Hakanın yenilmesi üzerine Mesleme bin Abdülmelik el-Bâb’dan ayrıldı.

732 yılında Hişâm Ermeniyye ve Azerbaycan valiliğine Mervan bin Muhammedi atadı.

735 yılında Mervan Hazar bölgesine iki kez ordu gönderdi. Bu seferlerin ilkinde el-Lân bölgesinden üç kaleyi fethetti. Diğerinde ise Tumanşah üzerine yürüdü. Halkı savaşsız bir şekilde anlaşmaya razı oldular.

738 yılına gelindiğinde İshak bin Müslim el-Ukaylî Tumanşah kalesini fethetti ve burayı yıktı. Ayrıca Mervan bin Muhammed düzenli hale getirdiği Hazar seferlerine bu yıl da devam etti.

739 yılında Mervan bin Muhammed Serirü’z-Zeheb hükümdarı üzerine yürüdü. Kalesini fethetti ve topraklarını tahrip etti. Orayı cizyeye bağladı ve her yıl bin asker göndermesi şartıyla anlaşma yaptı. Ondan bu rehineleri alarak burayı karargahı haline getirdi.

Bunlardan sonra Emevî devletinin içine düştüğü durumdan dolayı Hazarlara karşı yapılan seferler de durma noktasına geldi.

10. Peçenekler, Uzlar ve Kıpçaklar (Kumanlar)

Devlet kuramamış Türk halklarıdır. Daha geniş bilgiler ayrı sayfalarda verilmektedir:
PEÇENEKLER – UZLAR
KIPÇAKLAR/KUMANLAR

11. Gazneliler: 963 – 1187

692px-TE-Gazne_devleti_(1030).svgSamanilerin (875-999) Horasan orduları komutanı Alptegin, 963 yılında Afganistan Gazne Şehrini Levikler’in elinden alarak burada Gazneliler Devleti’ni kurdu.  Gazneliler Karahanlılarla aynı dönemde yaşamışlardır. İlk Müslüman Türk devletlerindendir. Sınırları Afganistan ve Hindistan’ı içine alır. Karahanlılar ile birlikte Asya kıtasında, bölgesel bir güç olmuşlardır. Sebüktegin ve oğlu Mahmud, Samani emirine yardım edince Alptekin Mahmud’a 995 yılında Horasan orduları komutanlığını verdi. Mahmud, Gazneli Mahmut ünvanıyla Gazne devletinin en önemli hükümdarı olmuştur. Mahmut Hindistan, Pakistan ve Afganistan ‘da İslamiyetin yayılmasına olanak tanımıştır. Hindistan’a yapılan sefer Hindistan’da kast sisteminin zayıflamasına neden olmuştur.

Türklerin İran hakimiyeti

Gazneliler döneminde, İslam coğrafyasında eskiden asker ve bürokrat olarak hizmet eden Türklerin devlet yönetimi statüsüne erişmeleriyle İran’da bin yıl sürecek “Türk dönemi” başlamıştır.  Gazneliler sürecinde İran-Fars kültür ve edebiyatı yeniden canlanmaya başlamıştır. Ancak Türklerin İran’da kendi devletlerini kurma çabaları, devleti Türkleşmeye değil; aksine Farslaşmaya götürmüştür. Bilindiği üzere İslam öncesi İran medeniyetinin taçlandığı Şahname eseri Gazneli Mahmud’un himayesinde yazılmıştır. Gaznelilerin devlet yapısına bakıldığında geleneksel Türk devleti özelliği göstermediği anlaşılmaktadır. Yukarıda da değinildiği üzere Türk kağanları yönetim yetkisini Tanrı’dan aldığına inanmışlardır. Buna karşın Gaznelilerin, Samanilerin varisi olarak Abbasi halifelerinin iktidarını devraldıkları bilinmektedir. Dolayısıyla
Gazne Devleti’nin yöneticileri “han” ya da “kağan” unvanını kullanmamışlardır. Bu kapsamda Gazneli Mahmud, Abbasi halifesinin verdiği “Sultan” unvanını taşıyan ilk yönetici olarak tarihe geçmiş ve bundan sonra gelen Türk hükümdarların tamamı bu unvanı benimsemişlerdir. Türklerin İran’daki hakimiyet döneminde Türk-İran medeniyeti oluşum süreci güçlenerek devam etmiştir. Bozkırdan gelen Türk boyları İranlılar ile birlikte Türk-İran devlet sentezini oluşturmuşlardır. Ağırlıklı olarak askeri kanadı Türkler, bürokrasiyi Farslar/İranlılar ya da şehirli Türkler temsil etmekteydi. Bütün İran tarihinde olduğu gibi bu dönemde de kuzeyden gelen göçebeler İran
devletinin kan tazelemesine katkı sağlamıştır. Firdevsi’nin Şahname adlı eserinin Gazneliler döneminde yazılması Türklerin İran kültürünü ne denli benimsediğinin bir göstergesidir.

Çok uluslu yapı Gaznelilerin yıkılmasına neden olmuştur. Gazneliler Selçuklu Devletiyle yaptıkları ve kaybettikleri 1040 Dandanakan Savaşı‘yla Batı bölgelerinin neredeyse tamamını kaptırarak yıkılma sürecine girmişler 1186-87 yılında Gurlular tarafından yıkılmıştır.

12. Karahanlılar: 840 – 1212

Kingdom_of_Kara-Khanids-_999-1212Karluk, Çiğil, Yağma ve diğer Türk boylarından oluşan, Orta Asya ve günümüz Doğu Türkistan’ında Ceyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki topraklar üzerinde 9. yüzyılının ortalarından 13. yüzyıla kadar hüküm sürmüş olup İslamiyeti topluca kabul eden ilk Türk devleti olarak kabul görürler. Karluklar, Göktürk İmparatorluğuna dahil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi. Göktürkler zamanında Balkaş Gölü’nün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. Karahanlılar Kül Bilge Han tarafından kurulmuş, 1040’da Doğu Karahanlılar (1040-1210) ve Batı Karahanlılar (1042-1212) olmak üzere ikiye bölünmüştür. Doğu Karahanlılar Süleyman Han (I. Muhammed Han) tarafından kurulmuş, Harezmşahlar tarafından 1210’da yıkılmıştır. Batı Karahanlılar da 1212’de Moğollar tarafından yıkılmıştır. Karahanlılar ve ilk Müslüman Türk devleti olup olmadıkları başka bir sayfamızda ayrıntılı olarak anlatılmıştırOKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

13. Büyük Selçuklu Devleti: 1038 – 1157 

Seljuk_Empire_locator_map.svgÖn Asya’da kurulan ilk ve en büyük Müslüman Türk devletlerinden biridir. Oğuz Boylarından biri olan Kınıklar, Göktürkler döneminde İç Asya’da kurulan Türk Birliği içerisinde yer almış, Göktürk Birliğinin yıkılmasından sonra ise batıya göç hareketlerine katılarak Güney Hazar bölgesine yerleşmiş ve bu bölgeyi kendilerine yurt edinmişlerdi. Kınık Boyunun lideri Selçuk bey tarafından Devletin temelleri atılmış, yeğenleri Tuğrul (1038-1063) ve Çağrı beyler tarafından kurulmuş, Bağdat kentini başkent yaparak önce Mezopotamya, sonrasında Anadolu ve İç Asya boylarına kadar sınırlarını genişleterek dönemin en büyük Türk Devleti haline gelmiştir.

1015-1021 yılları arasında Çağrı Bey  bazı Oğuz boylarını  yerleştirdi. Selçuklular 1035’te büyük bir Gazneli ordusunu yenerek Horasan içlerine doğru ilerlediler. 1037’de de, bugünkü Türkmenistan’da yer alan Merv kentini ele geçirdiler. 1038’de Gaznelileri ikinci kez yendiler, Tuğrul ve Çağrı beyler Nişabur kentine (günümüzde İran’ın Razavi Horasan Eyaleti’nde)  girdikten sonra hutbe okutarak bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gazneli I. Mesut, komutasındaki Gazneli ve Büyük Selçuklu orduları arasında Merv yakınlarında Mayıs 1040’ta yapılan Dandanakan Savaşı’nda, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Bu savaştan sonra Büyük Selçuklu Devleti’nin Harzem ve Horasan’da varlığı kesinlik kazandı. Tuğrul Bey bu savaşın ardından giriştiği fetihlerle bütün İran’ı denetimi altına aldı. 1048 yılında İbrahim Yınal (Tuğrul ve Çağrı Beyler’in anne bir kardeşi) yurt arayan büyük bir Türkmen kitlesini Anadolu Cihadına gönderdi ve Selçuklu Ordusu ile Bizanslılara karşı Hasankale Zaferini kazandı, Erzurum fethedildi, Oğuzlar Trabzon’a ve Orta Anadolu’ya kadar yayıldılar.

Tuğrul Bey , 1055’te Bağdat’a girerek Büveyhi egemenliğini yıktıktan sonra, Abbasi halifeliğini birleştirici bir manevi  güç olarak koruma altına alma yoluna gitti. Bu ittifakla siyasal nüfuzunu pekiştiren Büyük Selçuklu Devleti, aynı zamanda Hilafet’in resmî koruyucusu olarak, İslam dünyasını birleştirme işlevini üstlendi.

1059’da Sivas ve Malatya ele geçirildi. 1064 yılında Çağrı beyin oğlu Alparslan’ın Kafkasya ve Doğu Anadolu seferi ile  Azerbaycan tamamen Selçuklular’ın eline geçti ve Büyük Selçuklu Devleti’nin bir eyaleti oldu, Kars fethedildi.  1065-1067’de Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk, Nişabur ve Bağdad’da medreseler kurdu. 1067’de Selçuklu akınları Orta Anadolu’ya yayıldı, Kayseri, Niksar ve Konya ele geçirildi. 1068’de Afşin bey Anadolu’yu ele geçirip İstanbul Boğazına kadar ilerledi, Amuriye ve Honas fethedildi.
Alparslan 1071’de Malazgirt Savaşı’nda Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i yenerek tutsak aldı. Alparslan’ın Türkistan seferinde şehit olmasıyla oğlu Melikşah’ın  1072-1092 arası döneminde Süleyman Şah komutasında İznik, İzmir, Sinop, Antakya, Urfa ele geçirildi. Atsız Bey Suriye, Lübnan, Kudüs ve Filistin’i, Akka’yı, Şam’ı Türk topraklarına kattı.  Artuk Bey ise Lahsa, Katif, Kuveyt ve Bahreyn’i Lübnan’da Sayda’yı aldı.

Hicaz, Yemen, Aden ve Lahec’in fethiyle Hint Okyanusu’na ulaşıldı. Doğuda Semerkant, Kaşgar fethedilerek Batı Karahanlı Devleti, Doğu Karahanlı Devleti Selçuklu tâbiyetine alındı.

1073’de Melikşah amcası Kavurt Bey’i mağlup ederek Selçuklu İmparatorluğuna hakim olmuş, Artuk Bey’i Anadolu’dan İran’a çağırmıştır.

1075 yılında Melikşah’ın saltanat mücadelesini ve Artuk Bey’i Anadolu’dan çekmesini fırsat bilen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, kardeşi Mansur ile, Birecik bölgesinden hareketle Konya’yı ve daha sonra İznik’i fethetti, İznik’i payitaht (başşehir) yaptıı ve Anadolu Selçuklu Devletini kurdu.

Büyük Selçuklu Devleti, Alparslan’ın oğlu Melikşah’ın ölmesiyle 1092 yılında iç karışıklıklar neticesinde 4 parçaya ayrılmış, daha sonrasında ise beyliklere bölünmeleri önce Anadolu Selçuklularını sonra da Osmanlı İmparatorluğunu tarih sahnesine çıkartan süreci meydana getirmiştir.

Büyük Selçuklu devletinden 1078’de ayrılarak Tutuş tarafından kurulan Suriye Selçuklu Devleti 1117’de  Artukoğulları’nca yıkılmıştır. 1157’de Sultan Sançar’ın (Sencer) ölümü ile Büyük Selçuklu Sultanlığı’nın Horasan bölümü son buldu. 1194’de son İran Selçuklu Sultanı III. Tuğrul’un ölümü ile, İran’da Büyük Selçuklu dönemi sona erdi ve Maveraünnehir’de Türk Harezm Hanlığına katıldı.

Türk – İran kültürü

Selçuklular Dandanakan Savaşı’yla Türk-İran medeniyet mirasını devralmışlardır. İran merkezli imparatorluk kuran Selçuklular, İslam Dünyası birliğini korumaya çalışmışlardır. Bu süreçte Türklerin “gökyüzü altındaki” dünya devleti ve “İslam ümmeti” anlayışıyla Sasanilerin devlet anlayışı sentez ilerek yeni imparatorluğun
yönetim tarzı ortaya konmuştur. Selçukluların kontrolündeki bölgeler Ahameniş, Part ve Sasani devletlerinin topraklarıyla çakışmaktaydı. Hatta Selçuklu Devleti tıpkı Ahameniş ve Part imparatorluklarında olduğu gibi kuzeyden gelen göçebeler tarafından kurulmuştu. Bu anlamda Selçuklu kimliğinin daha önceki İran devletlerini yansıttığı söylenebilir. Selçuklular, devlet yapısı ve dili itibarıyla gün geçtikçe İranlı bir
devlet görünümünü kazanmıştır. Öyle ki yöneticilerin isimleri bile Farslaşmıştır. İlk kuşak Selçuklu hükümdarlarının Türkçe isimler kullandıkları (Alpaslan) gözlemlenirken; daha sonraki dönemlerde Arapça-Farsça (Melikşah) isimler benimsedikleri görülmüştür. Selçuklulardan sonra İran’ı yöneten bütün Türk hanedanları da, Harzemşahlar gibi, benzer şekilde “Şah” unvanını “Han” a tercih etmişlerdir.

Hükümdarlık ilk dönemde Tuğrul Bey’den Çağrı Bey’e geçtiği gibi büyük ağabeyden küçük kardeşe geçerken sonraki dönemlerde İran devlet geleneğine bağlı olarak babadan oğula geçmeye başlamıştır. Selçuklu Devleti’ni diğer geleneksel Türk devletlerinden ayıran bir diğer husus da vezirlik kurumudur. Eski Büyük Hun ya da
Göktürklerde kağanın danışmanları Selçuklu dönemindeki kadar ön plana çıkarılmamaktaydı. Türk devlet geleneğinde bu makam kağanın hısımları tarafından yürütmekteydi. Örneğin; Göktürklerde Bilge Kağan’ın veziri olarak bilinen Bilge Tonyukuk esasen kağanın kayınbabasıdır. Aynı şekilde Cengiz Han devletinde “Noyan” unvanını taşıyan kağanın danışmanları Cengiz Han’ın dünür olduğu Konırat
boyundan tayin edilmiştir. Altın Orda Devleti’ndeki Nogay Noyan da aynı şekilde Konırat boyundan olup; Cuci’nin torunlarına dünür sayılmaktaydı. Selçuklulara gelindiğinde vezirlik kurumunun çok daha önemli olduğu görülmüştür. Melikşah’ın veziri olan Nizâmülmülk’ün etkisi o kadar güçlüydü ki imparatorluk topraklarındaki medreselerin tamamı onun etkisiyle “Nizamiye medreseleri” diye adlandırılmıştır.

Khwarezmian_Empire_1190_122014. Hârizmşahlar (Harezimşahlar / Harzemşahlar) Devleti: 1097 – 1230

Harezm: Hazar Denizi‘nin doğusunda Ceyhan (Amû-Deryâ) nehrinin aşağı mecrasının her iki tarafında bulunan ülke. Harezmşâh: Bu topraklara hâkim olan ya da yöneten kimse.

Hazerzmşahlar Büyük Selçuklu Devleti bünyesinde Kutbeddin Muhammed Harezmşah (1097-1128) tarafından kurulan bir Türk devletidir.  Kutbeddin Muhammed  Büyük Selçuklu Sultanı Sencer adına Harezm‘i idare eden bir vâli idi. Kutbeddîn’den sonra yerine büyük oğlu Kızıl Arslan Atsız (1128-1156) Harezmşah olarak atandı. Onun ölümünden sonra İl-Arslan (1156-1172) Harezmşahlar Devleti tahtına oturdu. Onun zamanında Atsız‘ın bütün ömrü boyunca uğraştığı bağımsızlık hayali, artık kesin olarak gerçekleşmiş oluyordu. Kara Hıtaylar‘a vergi vermek zorunluluğundan bir türlü kurtulamayan İl-Arslan, bütün gayretine rağmen, Mâverâünnehir işlerinde herhangi bir başarı elde edemediği gibi, Horasan’da da Oğuzlar‘a ve Selçuklu emîrlerine karşı etkili olamadı. Nişâbur‘u kendine başkent yaptı. Tûs, Bistâm, Dâmegân taraflarını, Horasan’da Dihistan‘ı ele geçirdi. Kendilerine verilecek verginin zamanında ödenmemesinden dolayı, Kara Hıtaylar tarafından, Harezm‘e karşı yapılan askerî hareket ve Harezm öncü güçlerinin yenilgisi (1171-1172) İl-Arslan devrinin son önemli olayıdır. Onun ölümünden sonra ve Sultan Şah (1172)  sonrasında Alâaddin Tekiş (1172-1200) Horasan‘a iyice yerleşti nüfuzunu bütün doğu İran topraklarına yaydı. Irak Selçuklu Sultanlığı böylece yıkıldıktan sonra, Tekiş bastırdığı sikkelerde sultan unvânını kullanmaya ve kendini Selçuklu vârisi görmeye başladı. Ölümünden sonra Kutbüddin Muhammed, Alâaddin unvânı ile Harezmşahlar tahtına oturdu. Karahitayların yardımıyla Gurlular karşısında Horasan hakimiyetini kazandı. Gurlular yıkıldıktan sonra Herat’ı ele geçirdi. Maveraünnehir seferi Kara Hitaylar‘ın yenilgisi ve Buhara‘nın ele geçirilmesi ile sonuçlandı. 1213‘de Salgurlar‘dan Atabeg Sa‘d bin Zengî‘nin egemenliği altında bulunan Kirman’ı ele geçirdi.  1215‘te Gazne ve civarı da Alâaddîn‘in egemenliği altına girdi. Alâaddîn burayı büyük oğlu Celâleddîn‘in yönetimine verdi. 1217‘de İran‘a yaptığı sefer Irak‘ta, Fars atabeyi Sa‘d bin Zengî‘nin ve Azerbaycan Atabeyi Özbek‘in yenilgi ve itaatleri ile sonuçlanan, önemli başarılar elde etmesini sağladı.

1218’de Harezmşahlar ülkesine gelen 450-500 kişilik bir Moğol ticaret kervanı, sınır kenti olan ve annesi Terken  Hatun‘un akrabasından (muhtemelen kardeşinin oğlu) İnalcık‘ın vali bulunduğu Otrar‘da, casusluk suçuyla, tevkif edildiler ve bütün mallarına el kondu, tacirleri öldürüldü. Bunların içinden  kurtulan bir kişi, durumu Moğol hükümdarı Cengiz‘e bildirince Cengiz, Harezmşah‘a bir hey‘et göndererek, Gayır Han lâkabını taşıyan İnalcık‘ın kendisine teslimini ve malların tazminini istedi. Alâaddîn bu talebi hakaretle reddedince, Cengiz, Harezmşahlar‘a karşı savaşa karar verdi. Bu savaş yalnız Harezmşahlar İmparatorluğu‘nun âni ve korkunç bir şekilde yıkılması ile de kalmayarak, doğu İslâm dünyasında yüzbinlerce Müslümanın ölümüne, birçok kentin yakılıp yıkılmasına neden oldu ve daha birçok tarihî sonuçlar doğurdu. Eğer söz konusu Otrar olayı olmasaydı, henüz Güçlük komutasındaki Naymanlar’a karşı mücadelesini bitirmemiş, Çin ve Tangut hareketlerini sonuçlandırmamış olan Moğollar‘ın, dışardan çok azametli görünen Harezmşahlar Devleti‘ne saldırmaları beklenemezdi. Bunu doğrulayan en büyük kanıt, savaşa girişmek zorunda kalan Cengiz’in, önce, uzun hazırlıklarda bulunması ve 1219 yazını İrtiş nehri kıyısında geçirerek, bütün kuvvetlerini topladıktan sonra 1220’de harekete girişmesidir .

Cengiz‘in Harezmşahlar‘a karşı hazırladığı ordu, sayısal olarak daha az olmakla birlikte Harezmşah‘ınki ile kıyaslanamayacak kadar, mükemmel idi. Kuvvetlerini büyük kent ve kalelere dağıtarak parçalayan Harezmşah, garip bir kaygıyla, bu kuvvetlerden herhangi birinin başında bulunmaya da cesaret edemeyerek, onları ayrı ayrı kumandanların emrine verdi. Kendisi de Horasan‘a gitti. Cengiz, ordusunu çeşitli kısımlara ayırarak, Mâveraünnehr‘in müstahkem mevkilerini tek tek  ele geçirdi. Direnç gösteren kaleler korkunç bir katliama uğruyordu. Bu şekilde çeşitli küçük
kentlerden başka, Buhara ve Semerkand gibi, büyük kaleler Mâveraünnehr‘in kuzeybatısındaki Otrar, Sığnak, Barçlıg-Kend, Cend, Benaket ve Hocend gibi kentler Cengiz‘in orduları tarafından ele geçirildi. Moğol orduları çok sayıda günahsız insanın kanını döktü ve büyük zulümler yaptı. Devletâbâd civarındaki savaşta Moğollar‘ın elinden güçlükle kurtulan Alâaddîn, Mâzenderan yolu ile, Abiskûn‘da küçük bir
adaya sığındı ve az süre sonra hastalanarak öldü (1220). Ölümünden önce, oğlu Celâleddin‘i veliaht atadı. Harezmşahlar Devleti‘nin merkezi Gürgenç dört aylık uzun bir kuşatmadan sonra, Moğollar‘ın eline geçti (1221). Gazneye gelen Celaleddin, Cengiz‘in kumandanları Tekecük ve Molghor‘un sonra da Şiki Kutugu Noyan komutasında orduya karşı galip geldi. Ancak savaşta elde edilen ganimetlerin bölüşülmesi sırasında Celâleddin‘in komutanları arasında anlaşmazlık çıkması ve bunu haber alan Cengiz Han‘ın çok kalabalık bir ordu ile Celâleddin‘in üzerine gelmesi nedeniyle Celâleddin Harezmşah Sind nehrini geçip Hindistan‘a sığınmaya çalışırken Cengiz Han, nehri geçmeden ona yetişti ve Harezmşahın ordusunu çember  içine aldı (26 Kasım 1221). Celâleddin askerinin azlığına bakmadan cesur bir şekilde Moğol ordusunun merkezine saldırdı ve onları dağıttı. Harezmşah, savaşı tam kazanmak üzereyken Cengiz Han‘ın ihtiyatta bekleyen 10.000 kişilik kuvveti savaşa girince Celâleddin‘in kazanmak üzere olduğu zafer birden Moğollar lehine döndü. Celâleddin, durumun kötüye gittiği farkeder etmez hemen annesini ve haremini savaş alanından uzaklaştırdı. Bir süre sonra da kendisi de askeriyle beraber savaş alanını terketti. Cengiz Han onu ele geçirmek için Çağatay komutasındaki bir orduyu Hindistan‘a gönderdi. Ancak Çağatay, Celâleddin‘i ele geçirmeyi başaramadı.

Celaleddin 1224 yılı başlarında Hindistan‘dan ayrıldı. Kardeşi Gıyâseddin Pirşah Azerbaycan, Arrân ve Irak-ı Acem‘de, Salgurlular‘dan Sa’d  bin Zengî de Fars bölgesinde hüküm sürmekte idi. Celâleddin, Sa’d bin Zengî’nin kızı ile evlendi. Kardeşi Gıyâseddin Pirşah‘ı bertaraf etmek için hızla harekete geçti ve onu Akuta denilen yerde yendi. Törenle Harezmşahlar‘ın yeni sultanı olarak tahta oturdu. İran‘ı itaat altına alan Celâleddin, Meraga‘yı teslim aldı. 1225 Temmuz‘unda Tebriz’i ele geçirerek Âzerbaycan‘ı ilhak etti. Gence‘ye yolladığı Horasan veziri Orhan, Gence,Beylekan, Berdea, Şenkûr ve Şîz‘i ele geçirdi. Arran nâibi Cemâleddin Kummî‘nin itaat arzetmesi ile Arran‘da ele geçirilmiş oldu. 1225 ve 1226 yılı başında Gürcistan‘ seferleri sonucunda Tiflis‘i ele geçirdi. 1229 yılında Lori kentini zaptetti.  Gürcüler‘in Ermeni, Alan, Sabir, Lâz ve Kıpçaklar‘dan oluşan 40.000 kişilik  ordusu Betak Gölü civarında karşı karşıya geldiler. Kıpçaklar Gürcüler‘i terketmesi sonucu Celâleddin Gürcüler‘i ağır bir hezimete uğrattı.

Celâleddin 1224‘te Abbasî halifesi Nâsır Lidinillâh‘ın hâkimiyeti altında bulunan Hûzistan‘a gitti ve kışı orada geçirdi. Halife’nin Kuş Timur kumandasında 20.000 kişilik bir ordusu ile savaşta Celâleddin, Kuş Timur‘u mağlup ederek Bağdat civarına kadar takip etti. Anadolu Selçuklu Devleti‘ni ortadan kaldırıp Anadolu‘yu ele geçirmek amacıyla Ahlat‘ı ele geçirdi (Nisan 1230).

Anadolu Selçuklu Hükümdarı 1. Alâaddin Keykubâd  ile Meyyâfârıkîn (Silvân) hâkimi El-Melikü‘l-Eşref‘in başında olduğu Mısır Eyyûbî ordularıyla Erzincan yakınlarında Yassıçimen denilen yerde 1230 yılında karşılaştı. Şiddetli mücadele sürerken Celâleddin, Selçuklu ordusunun sayıca üstünlüğünden dolayı savaş alanını terketti. Celâleddin‘in maiyetindeki emîrlerden bazıları Anadolu Selçuklu Devleti‘nin hizmetine girdiler, geri kalanlar da Suriye ve el-Cezîre‘ye dağıldılar. Kendisinin kaçarken eşkiya tarafından öldürüldüğü sanılmaktadır.

Han – Şah kavgası

Harezmşahlar döneminde İran kültürü; Horasan ve Türkistan bölgesine, bugünkü adıyla Orta Asya’ya yayılmaya başlamıştır. Ancak Harezmşah Devleti tarafından benimsenen İran kültürü, bozkırda yaşayan Türk-Kıpçak boyları tarafından kabul
görmemiş ve her zaman “öteki” olarak algılanmıştır.Bu ikili yapısından dolayı İranlıların “şah” unvanını kullanan Harezmşah Devleti doğudan gelen Türklerin unvanı olan “han” şanını kullanan Cengiz Han önderliğindeki Türklere-Moğollara karşı duramamıştır. Hatta bazı tarihçiler Alaaddin Muhammed’in bozkırdaki Türk boylarına güvenmediğini ve göçebe Türklerin bozkırlı Cengiz Han’ı İranlı Harezm Şah’a tercih ettiklerini iddia etmişlerdir.

800px-Seljuk_Sultanate_of_Rum_1190_Locator_Map.svg15. Anadolu Selçukluları 1075 – 1308

Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya gelip yerleşen bazı Türkmen boylarının liderliğini üstlenen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Büyük Selçuklu Devletinin Bizans sınırları komutanı  olmuştu. 1075 yılında Bizanslılardan aldığı İznik’te bağımsızlığını ilan ederek Anadolu Selçuklu Devletinin ilk hükümdarı oldu. Anadolu’ya dolmuş Oğuz/Türkmenleri etrafında topladı.  Süleyman Şah 1078’de Botaniates’i Bizans tahtına çıkarırken Selçuklu ordusunu Boğaz’ın Anadolu sahilinde yerleştirdi. 1080’de büyük bir Oğuz/Türkmen göçebe kitlesi dalgalar halinde Anadolu’ya doldu. 1081’de Süleyman Şah ile Alexis Kommenos arasında yapılan antlaşmaya göre Türk askerlerinin Boğaz sahillerinden Drakon (Orhan-Tepe) çayına kadar çekilmesi karşılığında Bizans Türk işgalinde bulunan bütün Anadolu’da Selçuklu hakimiyetini hukuken tanıdı. Süleyman Şah 1082’de ǁukurova (Kilikya) ya sefer yaparak Tarsus’u fethetti. 1083’de Adana, Misis, Anazarba ve bütün ǁukurova’yı fethetti, Suriye’den kadı ve hatip getirterek bu havalide idari ve dini teşkilat kurdu. 1085’de Antakya’lıların daveti üzerine  ordusu ile gizlice hareket edip bu kenti fethetti, Süleyman’a bağlı Danişmentli Gümüş Tekin Ahmet Gazi Malatya’yı kuşattı, Çankırı ve Kastamonu fatihi Kara Tekin Sinop’u, Buldaca Elbistan ve yukarı Ceyhan bölgesini aldı.  Süleyman Şah, 1086’da Halep kuşatması sırasında Melikşah’ın kardeşi Tutuş ve Artuk ile savaşırken 5 Haziranda şehit oldu ve Halep kapısında defnedildi. Süleyman Şah’ın oğlu I. Kılıçarslan tutuklandı. 1087’de Süleyman Ģahın İznik’teki naib Ebul-Kasım Boğazlara doğru akınlara, Marmara sahilinde donanma inşasına girişti, İzmir Beyi Çaka ile ittifak yaptı. Melik Şah Anadolu’ya ve İznik üzerine ordu gönderdi. Buna karşı Selçuklular ile Bizanslılar arasında bir anlaşma yapıldı.
Büyük Selçuklu Devletinden ayrılıp İzmir bölgesinde 1081’de devlet kurmuş olan Çaka Bey 1088’de, donanması ile, Bizans’a karşı adalara saldırdı ve fetihlere girişti. Bu arada Bizanslıları bozguna uğratan Peçenekler Lüleburgaz’a kadar ilerlediler ve ortak saldırı için Çaka Bey ile ittifak yaptılar.

1089’da Peçenekler üzerine yürüyen Alexis Kommenos Silistre’de yenilerek İstanbul‟a
kaçtı. 1091’de Bizanslılar Kumanlar ile birlikte 29 Nisan’da Peçenekleri Meriç üzerinde yendiler ve imha ettiler. Bu arada ǁaka Bey Bizanslılara karşı adalar denizinde savaşı sürdürdü.

Melikşah tarafından tutuklanmış olan 1. Kılıçarslan 1092 de Melikşah’ın ölümü üzerine serbest kaldı ve İsfahan’dan İznik’e gelip Anadolu Selçuklular Devletinin başına geçti.  Çaka Bey’in kızı ile evlendi. Bizans’ı Marmara kıyılarından attı. İlerleyen yıllarda hakimiyet alanını genişleterek Konya’yı başkent yaptı. Çaka beyliğine son verdi.

1. Haçlı seferi

1096’da Türk Selçuklu fetihlerine karşı Bizans’ın tahriki ile Haçlı seferleri hazırlanmaya başladı. Öncü olarak Keşiş Piérre ile birlikte başı-bozuk, cahil ve bağnaz Haçlı kitlelerinin İznik üzerine hareket etti. Selçuklu 1. Kılıç Arslan’ın kardeşi Kulan Arslan (Davud) bunları imha etti.

1097’de 1. Kılıçarslan sayıca üstün Haçlılar karşısında Anadolu’ya çekildi. Eskişehir önlerinde tekrar şansını denedi, Haçlı ordusunu Antakya’ya ulaşıncaya kadar gerilla savaşlarıyla rahatsız etti. Haçlılar büyük zayiat vermelerine rağmen boydan boya Anadolu’yu geçerek Antakya, Kudüs ve Urfa taraflarını alıp buralarda krallık, kontluk, prenslik kurdular. Bu arada Haçlılar’ın arkasından gelen Bizanslılar da Batı Anadolu, Karadeniz ve Akdeniz sahil kesimini tekrar kontrollerine almayı başarlardılar.

II. Haçlı Seferi

1147’de Urfa’nın fethi üzerine Alman Konrad ve Fransız kıralı Saint  Louis kumandasında Haçlı kuvvetleri Selçuklu girmesi. Selçuklu sınırlarına  girdiler Sultan Mesud büyük Alman ordusunu 25 Birinci Teşrîn 1147 günü imha etti. Efes, Denizli’den Antalya yolunda Fransız ordusu büyük kayıplara uğrayıp, az kimsenin gemilere binerek Suriye‟ye varabildi. Rumlar’ın hıyanetini ve Türkler’in şefkatini gören 3000 Frank Müslüman oldu, Sultan Mesud’un bu zaferleri ile Anadolu’da Selçuklu hakimiyetini dirildi.

1155 yılında başlayan II. Kılıçarslan döneminde Danişmetlilere son verildi. Anadolu’da Haçlılar dağıtıldı. 1176 da Bizansla yapılan Miryakefalon savaşı ile Anadolu  tamamen Türk yurdu oldu. 1192-1196 arası I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in saltanat dönemi, 1196-1204 arası Rükneddin Süleyman Şah, 1211-1220 arası I. İzzeddin Keykavus dönemi oldu. Mart 1207’de Antalya fethedildi. 1216’da Karaman, Ereğli ve Larende kasabaları, Antalya kurtarıldı.

I. Alaeddin Keykubad (1220-1237 dönemi) İçel’den Antalya’ya kadar bütün kıyı şeridini topraklarına kattı. Alanya Alaiye adını aldı. Fırat boylarında fetihler, 1227 Suğdak (Kırım) Seferi, 1228 Erzincan ve Trabzon seferi bu dönemde oldu. 1230’da Ahlat’ın sukutu ve tahribi üzerine Sultan Alaeddin ve Celaleddin Harzemşah arasında başlayan hasmane ilişkiler sonucunda 10 Ağustosta Yassıçimen meydan savaşında
Harezm ordusu müthiş bir bozguna uğradı ve yok edildi. Sultan Alaaddin Doğu sınırlarını emniyet altına almak için, kaleleri tamir ettirdi. Asker ve mühimmat bakımından takviye etti. Doğuda büyük bir müdafaa zinciri oluşturdu. Ayrıca Moğol Hakanı Ögedey’e elçi göndererek antlaşma yaptı. Böylece Moğollar’ın tecavüzünden Anadolu’yu korumuş oldu. 1237 yılında zehirlenerek öldü.

II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde (1237-1246) Moğollardan kaçarak Anadolu’ya sığınan göçebe Türkmenler Anadolu Selçuklu ülkesini tam bir kargaşaya sürükledi.  1240’da Diyarbakır fethedildi. Aynı yıl Anadolu’da yeni bir Türkmen göç dalgasıyla ve Peygamberlik iddia eden Baba İshak (Babai) isyanıyla ve Anadolu’da  devlet çok zayıfladı. 1241’de Selçuklu ordusu Meyyafarkin’i (Silvan) kuşattı. Moğol tehlikesi ve halifenin aracılığıyla Eyyubilerden Şahabeddin Gazi’nin bağlılığı kabul etmesi şartı ile bir anlaşma yapıldı. 1242’de Baycu Noyan komutasındaki Moğol kuvvetleri Erzurum’u işgali etti. 1243’de Kösedağ Savaşında Anadolu Selçuklu kuvvetleri İlhanlı Moğol ordusu karşısında bozguna uğradı. Sivas teslim oldu ve Kayseri savaşarak tahrip ve katliama uğradı. Selçuklu veziri Mühezzibüddin Ali, Moğolların arkasından
Azerbaycan’a giderek, haraç vermek suretiyle, Baycu Noyan ile barış yaptı, Bizans’a kaçmak amacıyla Menderes havzasına varan Sultan Keyhüsrev bunun üzerine Konya’ya döndü.

II. Gıyaseddin Keyhüsrev’den sonra işbaşına geçen hükümdarlar, beylerin ve komutanların elinde birer oyuncaktan farksızdı. 1246-1249 arasında süren II. İzzeddin Keykavus dönemi sonunda 14 Haziran 1249’da Rüzbe ovasında II. İzzeddîn Keykavus ile Rükneddin Kılıç Arslan arasında Sultan Hanı savaşı oldu. Bu savaşın ardından Selçuklu’da II. İzzeddîn Keykavus – II. Alaeddin Keykûbad – Rükneddin Kılıç Arslan yönetiminde Üç Kardeş saltanatı başladı. Bu mücadele sırasında Mısır’da Aybeg tarafından Kıpçak Türk Devleti ve Kerimüddin Karaman Bey tarafından Karamanoğlu beyliği kuruldu (1250). Anadolu Selçuklu devletinde 1254-1257  arası IV. Rükneddin Kılıç Arslan hüküm sürdü. 15 Ekim 1256 yılında Sultan Han savaşı sonunda Anadolu Selçuklu toprakları ikinci kez Moğol istilasına uğradı. 1257-1259 arası II. İzzeddin Keykavus, 1259-1262 arası II. İzzeddin Keykavus ve IV. Rükneddin Kılıç Arslan’ın ortak olarak saltanat sürdüler. 1262-1266 arası IV. Rükneddin Kılıç Arslan ve 1266-1284 III. Gıyaseddin Keyhüsrev dönemlerinde 1277’ye kadar Selçuklu tahtı ve siyasetinde Vezir Muineddin Pervane’nin  sözü geçti.  Pervane 1256 yılında Anadolu’da büyük katliâmlar yapan Moğollar’la anlaşarak devleti Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye ayırdı. 1261 yılında Moğol zulmüne karşı Karamanoğulları ayaklandılar. 1276 tarihinde Hatiroğulları’da Moğollar’a karşı ayaklandılar ancak başarılı olamadılar. Bu hareketi destekleyen Mısır Türk Memlûk Sultanı Baybars Kayseri’ye kadar geldiyse de Anadolu’dan istediği yardımı göremedi. 1277 yılında Karamanoğlu Mehmed Bey, Selçuklu şehzâdesi Alâaddin Siyavuş’u (Cimri) Konya’da tahta çıkarmak üzere hareket ettiyse de Kurbağahisarda yenildi. Bu olay tarihlerde “Cimri Olayı” olarak nitelendirilmektedir.

Anadolu’da Türkmen Beylikleri birer birer bağımsızlıklarını ilân etmeye devam ederken 1308 yılında, son Sultan V. Kılıç Arslan zamanında Anadolu Selçuklu Devleti İlhanlılar tarafından yıkıldı. Büyük düşünür Mevlana Celaleddin-i Rumi 1228 – 1223 yılları arasında Konya’da yaşamıştır.

Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılma sürecinde Anadolu’da kurulan beylikler

Karamanoğulları:  1250-1487. Oğuzların Avşar boyu mensupları tarafından Ermenek dolaylarında kuruldular. Kerimüddin Karaman Bey, beyliğe adını vermiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey en ünlü hükümdardır. Moğollara ve Selçuklulara karşı mücadeleler yapılmıştır. 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey, Farsça konuşan Selçuklu devlet adamlarına ve Moğollara tepkisini göstermek için Türkçeyi resmi dil ilan etti. Osmanlılar’ın Anadolu Türk birliğini sağlama çalışmalarına karşı en çok direnen beylik oldu. Çünkü kendilerini Anadolu Selçuklu Devleti’nin mirasçı sayıyorlardı. I. Murat zamanında 1361’de başlayan Osmanlı-Karamanoğlu mücadelesi Yıldırım Bayezit döneminde Karaman topraklarının Osmanlı hakimiyetine girmesiyle sonuçlandı. Ankara Savaşı’ndan sonra tekrar kurulan beyliğe Fatih döneminde büyük ölçüde son verildi. 1487’de II. Bayezid döneminde de tamamen ortadan kaldırıldılar.

Canik Beylikleri: Canik adı verilen Samsun, Giresun, Ordu, Niksar gibi yerleşim alanlarının bulunduğu bölgede yerleşen Oğuzların Çepni boyu (Bayram, Kubad, Taşan, Taceddin vb) beyliklerinin toplu adı. 1428’de II.Murat zamanında Osmanlılara katılmıştır.

İnançoğulları Beyliği: 1276-1368. Ladik/Denizli Yöresinde hüküm sürdü.  Kurucusu Ali Beydir. Germiyanoğulları tarafından yıkılmıştır.

Pervane Beyliği: 1277-1300 Kurucusu Pervanedir. Sinop Prensliği tarafından yıkılmıştır.

Hamidoğulları Beyliği: 1280-1391 Kurucusu İlyas Beydir. Osmanlı Devleti tarafından yıkılmıştır.Isparta ve Antalya yörelerinde Dündar Bey tarafından dedesinin ismiyle kuruldu. Antalya ve Eğirdir olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Eğirdir kolu İlhanlı egemenliğini tanımış ve I. Murat zamanında 1374 yılında topraklarını 80.000 altın karşılığında Osmanlılara  satmışlardır. Tekeoğulları olarak bilinen Antalya koluna Yıldırım Bayezit 1391 de son vermiştir. Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan beyliğe II. Murat kesin olarak son verdi.

Eşrefoğulları: 1284-1326. Beyşehir ve Seydişehir dolaylarında Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1284 yılında kurulmuştur. Akşehir, Bolvadin gibi yerler alınmış. 1326 yılında İlhanlıların Anadolu valisi Timurtaş tarafından yıkılmıştır.

Alaiye Beyleri: Alanya’da kurulmuş. 1293 te Karamanoğullarının eline geçmiştir. Bu beylikteki Karaman beyleri Memlüklere bağlı olup onlar adına para bastırmışlar. 1471 yılında Gedik Ahmet Paşa tarafından Alaiye Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Menteşoğulları: 1261-1424. Muğla (Kayra), Denizli, Aydın dolaylarında Menteşe Bey tarafından kurulmuştur.  Denizci beylik olan Menteşeoğulları Milas, Fethiye, Denizli bölgelerini ele geçirerek Mesut Bey zamanında sınırlarını genişlettiler. Yıldırım döneminde ortadan kaldırıldılar. Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden kuruldular. İlyas Beyin ölümü ile 1424 yılında Osmanlı’ya bağlanmış ve Fatih tarafından kesin olarak 1451 yılında ortadan kaldırılmıştır.

Sahip Ata Oğulları: 1275-1342. Afyon ve çevresinde Anadolu Selçuklu Devleti veziri Sahib Ata’nın oğulları tarafından kurulmuştur. Germiyanoğulları ile birleşmişlerdir.

Menteşoğulları Beyliği: 1280-1425 Kurucusu Menteşe Beydir. Osmanlı Devleti tarafından yıkılmıştır.

Âhî Beyliği: 1290-1354 Ankara merkezli. Kurucusu I. Hüseyindir. Osmanlı Devleti tarafından yıkılmıştır.

Candaroğulları (İsfendiyaroğulları) Beyliği: 1291-1461 Kastamonu ve Sinop çevresinde Şemseddin Yaman Candar tarafından  kuruldu. Kastamonu ve Sinop kollarına ayrılan beyliğin Sinop kolunda İsfendiyar Bey bulunmaktaydı.Topraklarının büyük bir bölümü Yıldırım Bayezit tarafından ele geçirilen beylik, Ankara Savaşı’nın ardından tekrar güçlendi. Fatih Sultan Mehmet,Trabzon seferi sırasında beyliğe son verdi.

Osmanoğulları: 1299-1923 Söğüt merkezli. Kurucusu Osman Bey. 1. Dünya Savaşı sonucu İtilaf Devletlerine teslim olmuş, toprakları işgal edilmiş, Kurtuluş Savaşı sonunda yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Germiyanoğulları: 1299-1429. Malatya’dan Kütahya’ya gelen aşiret, I.Yakup döneminde Kütahya merkez olmak üzere Kula, Simav, Denizli çevresinde kurulmuştur. Sınırlar Ege’ye doğru genişletilmiş, Bizans vergiye bağlanmıştır. I. Murad döneminde, Şehzade Yıldırım’ın Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı Devletşah Hatun ile evlendirilmesi sonucu, topraklarının bir kısmını (Simav-Emet-Tavşanlı) Osmanlılara çeyiz olarak bırakıldı. 1390’da Yıldırım Bayezit döneminde topraklarının tamamı Osmanlı Devleti’ne katıldı. Ankara Savaşı’ndan sonra 1402’de beylik tekrar kuruldu. II.Yakup Bey’in oğlu olmadığı için, vasiyeti üzerine beylik Osmanlı’ya katılmıştır.

Saruhanoğulları Beyliği: 1300-1410. Manisa ve çevresinde Germiyanoğulları komutanlarından Saruhan Bey tarafından kurulmuştur. Denizci bir beylik olan, Menemen, Foça, Kemalpaşa’ya (Nif) sahip olan beyliğe Yıldırım Bayezit son vermiş ve Şehzade sancağı olmuştur. Ankara Savaşı’ndan sonra tekrar kurulmuş olan beyliğe 1410 yılında Çelebi Mehmet tarafından kesin olarak son verilmiştir.

Karesioğulları: 1304-1360. Karesi Bey tarafından Balıkesir’de  kuruldu. Danişmendoğulları soyundan gelmektedirler. Sınırlarını Çanakkale Boğazına kadar (Bergama-Edremit-Susurluk) genişlettiler. Denizciliğe önem vererek güçlü bir donanma oluşturdular. Kısa bir ömür süren bu beyliğe Orhan Bey son verdi. Bu beyliğin ileri gelenleri (Evranos, Hacı İlbey) Osmanlılara katılarak büyük hizmetlerde bulundular. Karesi donanması ise Osmanlı donanmasının çekirdeği olmuştur.

Aydınoğulları: 1308-1426. İzmir ve Aydın dolaylarında merkez Birgi olmak üzere Germiyanoğlu komutanlarından Aydın oğlu Mehmet Bey tarafından  kurulmuş olan denizci bir beyliktir. En ünlü yöneticileri olan Gazi Umur Bey, Ege’de Haçlılarla mücadele etti. Bu beyliğe ilk olarak Yıldırım Bayezit son verdi. Ankara Savaşı’ndan sonraki dönemde tekrar kuruldu. Cüneyt Bey döneminde Osmanlı içişlerine müdahale ettiler. II. Murat tarafından bu beyliğe son verilmiştir.

Eretnaoğulları Beyliği: 1327-1380. Kurucusu Eretna Beydir. Kadı Burhaneddin tarafından yıkılmıştır.

Dulkadiroğulları Beyliği: 1337-1522 Kurucusu Karaca Beydir. Osmanlı Devleti tarafından yıkılmıştır.

Taceddinoğulları: 1348-1428 Niksar merkez olmak üzere, Taceddin bey tarafından kurulmuştur. Kadı Burhanettin ile mücadele edip yenilmişlerdir. Osmanlı yanında yer alan beyliğe Osmanlı Devleti tarafından son verildi.

16. Altın Orda (Altın Ordu) Devleti: 1227 – 1502

Moğol İmparatorluğu

Karadeniz ile Hazar Denizi arasında ve Kuzeyinde yaşamış bir Türk devletidir. Yaklaşık üç yüzyıl Asya’da hakim güç olmuştur.

Moğol İmparatoru Cengiz Han ölmeden önce topraklarını oğulları arasında paylaştırmış, Seyhun Irmağı ile Balkaş Gölü’nün batısındaki yerleri 1224 de büyük oğlu Cuci Han’a vermişti. Cuci Han’ın küçük oğlu Batu Han, batıya doğru giriştiği seferlerle bu toprakları genişletti. Cuci’nin toprakları 1227 de ölümüyle Batu Han ile ağabeyi Orda Han arasında paylaşıldı. Balkaş ile Aral gölleri arasındaki ve Seyhun Irmağı’nın güneyindeki yerler Orda’ya verilirken buralara Ak Orda dendi. Harezm ve yeni alınan topraklar Batu’nun yönetimine bırakılarak buralara da Gök Orda adı verildi. 1242 de Batu Han bu topraklarda Altın Orda (Ordu da deniliyor) Devletini kurdu. Batu Han’ın yerine 1257 de Berke Han geçti. Berke Han, İslam dinini benimsedi.

800px-Golden_Horde_1389.svg

Özbek Han’ın  1312 -1340 arası döneminde devlete Özbek devleti adı verilmiş, aslen Kıpçak olan halkına da Özbek denmiştir. Özbekistanla ilgili bilgileri okumak için LÜTFEN TIKLAYIN.

14. yüzyıl sonunda Timur’un Altın Orda topraklarına sefer düzenlemesi ve taht kavgalarının yeniden başlaması Devleti güçsüz düşürdü. Ülke Kazan (1437), Kırım (1441),  Kasım (1945), Astrahan (1502), Nogay ve Tümen bölgesindeki Sibir (1464) hanlıkları yönetimlerine bölündü. 1502’de Kırım Hanı Mengli Giray, Altın Orda devletinin başkenti Saray’a hücum etti ve ele geçirdi. Böylece Altın Orda Devleti resmen sona erdi.

Göçebe bir toplumdan gelen Altın Orda hükümdarları, göçebeleri yerleşik düzene geçirmeye çalıştılar. Altın Orda Devleti’de yönetsel konular soyluların oluşturduğu Kurultay’da görüşülür ve karara bağlanırdı.

17. Timur Devleti: 1370 – 1507

Timurid_Dynasty_821_-_873_(AH)Soyu Türk ve Türkleşmiş Moğol boyu Barlaslar’a dayanan Çağatay Emiri Timur tarafından kurulmuştur. Harezm, Doğu Türkistan, İran, Azerbaycan, Hindistan Delhi Sultanlığı, Irak, Suriye, Altın Orda Devleti ve Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu Ege kıyılarından Orta Asya’ya ve Hint Okyanusu’na kadar topraklara hâkim olunmuştur. 14. ve 15. yüzyılın büyük kişiliği Timur, 1398-1399 seferleriyle Hindistan Delhi Sultanlığı’nı, 1401’e kadar yapılan dört seferle Irak ve Güney Anadolu’yu,  1401-1402’de Suriye’yi fethetti. 1402’de yapılan Ankara Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’ni mağlup ederek fetret devrinin başlamasına neden oldu. Anadolu’dan sonra Çin seferine çıkan Timur yolda hastalanarak ölmüştür (1405).  Timur asalet ve göksel bir meşruiyet aradığı için kendisini Cengiz Han’a bağlamak istemiştir. Bu Oğuz Türklerinin kendilerini Oğuz Han’a bağlamasına benzetilebilir. Şecere ve tarihlere bakıldığında Oğuzlarınki mantıklı görünmektedir. Halbuki Timur’un bu gayreti doğrudan doğruya tesbit edilmiş bir kan bağı ve çok iyi uydurulmuş bir şecere ile ilgisizdir. Sadece yaptığı evlilikle bir akrabalık tesis etmeye çalışmış, kendine gürgen, küreken (damat anlamında -Moğolca kökenli) demiş, bütün künyesi “Emir Timur Gürgen” olmuş. Onun bu iddiasından itibaren batılıların İmparatorluğun devamında “Mugal” olarak verdiği bir isimlendirme ortaya çıkmış. 

Timurlular devrinde Türkistan ve Horasan, İslam mimarisi açısından en parlak dönemini yaşamış, 15. yüzyılın sonlarından itibaren Türkistan, Harezm, Kırım, Kazan ve Azerbaycan’da Çağatay Türkçesi de yüksek bir kültür dili haline gelmiştir. Timur, Semerkant’ı imparatorluğunun başkenti yaptıktan sonra, şehri görkemli mimarî yapılarla donattırıp seferlerde ele geçirdiği şehirlerdeki alimleri, bilim adamlarını ve öğretmenleri Semerkant’a getirtmiştir. Bu nedenle, 14. ve 15. yüzyıllar Semerkand’ın altın dönemi olarak tarihe geçmiştir. Timur’dan sonra sonra hükümdar olan oğulları ve torunları da aynı şekilde hareket ettiler. Timur ve halefleri döneminde gelişen sanat ve bilim dünyası nedeniyle bu dönem Timur rönesansı olarak anılmaktadır. Timurluların Türkistan’a hakimiyeti Özbek, Kazak ve Türkmenlerin günümüze kadar ulaşacak olan tarihlerinin önemli bir noktasını teşkil eder.

1507’de Timurlular’ın Türkistan’daki hakimiyetine, Özbekler tarafından son verildi. Babür iktidar mücadelesini kaybederek emri altındaki beylerle Türkistan topraklarını terketti.

18. Bâbür Devleti: 1504 – 1858

560px-Babür_ImparatorluguTürk kökenli Babür Şah tarafından kurulmuştur.  Babür babası Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın ölümünden sonra amcası ile yaptığı taht mücadesini kaybetti ve emri altındaki beylerle birlikte 1504′ te Kabil’i fethedip, kendisine başkent yaptı. 1519’da Hayber’i geçerek Hindistan’a girdi. 22 Nisan 1526 günü Panipat Meydan Muharebesi’nde yüz bin asker ve bin zırhlı filden oluşan Ludi ordusunu, sadece 13 500 kişilik çok seçkin Türkistan askerleri ile 7 saatte imha etti. Bu savaşta Babür Şah’ın hizmetine girmiş olan Osmanlı subayı Mustafa Rumî’nin topçu taburunun da zaferin kazanılmasında büyük rolü oldu. 10 Mayıs 1526’da Agra’yı alarak başkent yaptı. Hindistan’da  Babür İmparatorluğu’nu kurdu. 28 Nisan’da camilerde hutbe kendi adına okunmaya başlandı. 1527’de Biyane’de Hindular aralarında birleşerek iki yüz bin kişilik asker ve bine yakın savaş fili ile büyük bir ordu kurdular. Babür Şah savaş öncesinde Biyane Emirine şu mesajı gönderdi: “Ey Biyane Emiri, Türkler ile kavgaya girme; Türklerin çevikliği ve kahramanlığı malumdur. Eğer çabuk gelmez ve öğüt dinlemezsen malum olan beyana ne lüzum vardır?” İki ordu Kanva’da karşılaştı. Sabahın erken saatlerinde vuruşma başladı, düşman birkaç saat içinde yok edildi. Bu zaferden sonra Babür Şah “Gazi” unvanını aldı.

Tarihin gördüğü en muhteşem devletlerden birinin kurucusu olan Babür Şah, Türk tarihinin en seçkin şahsiyetlerinden biridir. Askerlikteki dehâsı yanında sanattaki kabiliyetlerinin çeşitliliği, uzun olmayan bir ömre sığdırabileceği şeyler, pek çok tarihçinin hayranlığını kazanmıştır. Babür Şah; mutasavvıf, edebiyatçı, şair, mimar, bahçe mimarı, nakkaş, hattat, zoolog ve botanikçidir. Din, ilim ve sanat adamlarını cömertçe himaye etmiştir. Türkçenin Çağatay lehçesinde, Nevâi’den sonra gelen ikinci büyük şairidir. En önemli eseri “Babürnâme” adlı hâtıratıdır.  Babürnâme, Çağatay Türkçesi ile yazılmış ve çeşitli dillere tercüme edilmiştir. Türk dilinde bütün zamanlarda nesirle yazılmış eserlerin en mühim birkaçı arasında yer alır.  Şiirlerini bir divanda topladı. Orijinal yazı stili “Hatt-ı Bâbûrî” adıyla meşhur oldu. Mükemmel şekilde Farsça ve Arapça bilirdi.

Babür devleti zamanında Hindistan’da çok kıymetli mimari eserler, camiler, saraylar yapıldı. Şah Cihan tarafından yaptırılan “Tac Mahal” külliyesi dünya mimari şaheserlerinden sayılmaktadır.

150 milyonluk nüfusu ile imparatorluk dünya nüfusunun dörtte birine hükmeder konumdaydı. Babür Şah’tan sonra Türk kültürü ve Türk dilinin Çağatay lehçesinin yavaş yavaş etkisi azalmış ve yerini Farsça, daha sonra da Urduca almıştır. Şah Cihan’ın saltanatı, imparatorluğun mimarlık ve sanat alanında altın çağıdır. Agra’daki efsanevi Tac Mahal’in yanı sıra pek çok mükemmel eser onun döneminde yapılmıştır. Bu konuda daha geniş bilgileri OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Babür Devleti Hükümdarları
Yerleşme ve Büyüme Devrinde: 1526-1707.
Babür. 1483-1530
Humayun (Hümayun Mirza). 1530-1556
Ekber (Celaleddin Ekber). 1556-1605
Cihangir. 1605-1627
Şah Cihan. 1627-1658
Evrengzib (Alemgir I). 1658-1707

Duraklama ve Gerileme Devrinde: 1707-1857
Bahadır Şah I. 1707
Cihangir İskender. 1712
Ferruh. 1713
Refiudderecat. Şah Cihan II. Muhammed Şah. 1719
Bahadır Şah. 1747
Alemgir II. 1753
Şahı Alem (Alemşah) 1760
Ekber Şah II. 1806
Bahadır Şah II. 1837

1858 yılında bir isyan üzerine büyük bir orduyla bölgeye müdahale eden İngiliz’ler Delhi’yi Babürlülerin elinden aldılar, Son hükümdar II. Bahadır Şah’ı  tahttan indirdiler. Mugal dedikleri Babür İmparatorluğu’na son vererek Hindistan’ı, Büyük Britanya İmparatorluğu’na bağladılar.  

Mugal kavramı Emir Timur’un asalet ve göksel bir meşruiyet aradığı için kendisini Cengiz Han’a bağlamak istemesinden kaynaklanmıştır. Ancak bu Babür İmparatorluğunun yanlışlıkla Moğol devleti olarak nitelendirilmesine yol açmıştır.

19. Karakoyunlular 1380 – 1469

Karakoyunlular_yeniBaşkenti Tebriz olan ve günümüz Doğu Anadolu, Güney Kafkasya, Kuzey ve Güney Azerbaycan ve Kuzey Irak arazilerinde egemenlik sürmüş bir Oğuz boyudur. 1467’de Akkoyunlular’ın önderi Uzun Hasan’ın gerçekleştirdiği ani bir baskın sonucu Cihan Şah’ın ölümüyle yıkıldı ve toprakları bu devletin eline geçti.

20. Akkoyunlular 1378 – 1508

AkkoyunlularOğuzların Bayındır kolu Türklerinin kurmuş olduğu bir devlettir.  Tur Ali Bey tarafından Bayat, Döğer, Çepni, İnallı, Özerli boy ve oymaklarını, daha sonra Avşar, Kaçar ve Ağaçeri boylarından bazı oymakları toplamasıyla kurulmuştur. Horasan’dan Fırat Irmağı’na ve Kafkas Dağları’ndan Umman Denizi’ne kadar uzanan topraklarda egemen olmuşlardır. Timur’un gelmesiyle bir dönem onun hizmetine girip 1402 yılında Ankara savaşında Osmanlı ordusuna karşı savaştılar. 1467’de Uzun Hasan’ın Karakoyun devletini yıkmasıyla toprakları çok genişledi. Uzun Hasan merkezi Diyarbakır’dan Tebriz’e taşıdı. Uzun Hasan 1473’teki Malatya Savaşı’nı kazanmasına rağmen 1473 de Otlukbeli Savaşı’nda Fatih karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgiden sonra topraklarındaki siyasal ve askeri gücünü büyük ölçüde yitirdi. Elvend Mirza, Safevi hükümdarı Şah İsmail ile 1501 de yaptığı savaş kaybettikten sonra çekilmeye başlayan Akkoyunlular, kaçıp kurtulabilenler dışında, Şah İsmail tarafından 1508’e kadar tamamen ortadan kaldırıldılar.

21. Safeviler 1501 – 1736

Erdebil Safeviye şeyhi İsmail, 1501’de zamanın en güçlü Sünni Türkmen federasyonu olarak bilinen Elvend Mirza liderliğindeki Akkoyunlular’ı Nahçıvan’da yenilgiye uğratarak aldığı Tebriz’i başkent yaptı ve Şahlığını ilan etti.  Safevi Devletini Türkmen boyları kurmuş, Safevî ordusunun esas nüvesini Azerbaycan Türkleri (Azeriler) teşkil etmiştir. Devleti’in kurucusu Şah İsmail’in konuştuğu dil Azerbaycan Türkçesi olup Hataî mahlası ile Azerice şiirler yazmış olup günümüzde Azerbaycan’da Hataî olarak anılır.  Şah İsmail 1503-1509 arasında Hemedan, Şiraz, Kirman, Şiilerin kutsal mekanları Necef ve Kerbela, Van ve Bağdat’ı aldı. 1510’da Özbek Şeybani Hanlığının kurucusu Muhammet Şeybani Han’ı yendiği savaş neticesinde Horasan ve Herat (Sistan’ın merkezi) şehirlerini zaptetti. 1511’de Özbekler bu yenilgi üzerine Maveraünnehir’e çekilerek Safevilere karşı uzun yıllar sürecek saldırılarını devam ettirdiler.

Şah İsmail büyük sayıda Azerbaycan ve Anadolu Türklerini, Zazaları genelde kılıç zoruyla Şiîliğe çevirdi. Şiî Türkmenler başlarına kırmızı sarık giydikleri için, kızılbaş adını almışlar.

Safeviler ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaşlar halkın refahında gerilemeye yol açtı. Bu savaşlar Osmanlı padişahları Yavuz Sultan Selim, Kânûnî, IV. Murâd, III. Ahmed dönemlerinde aralıklarla yaklaşık 150 yıl (1514 – 1747) devam etti ve Azerbaycan toprakları kimi zaman Osmanlı, kimi zaman Safevi idaresine girdi. Şii-Sünni mücadelesinin en yoğun olduğu dönemde, 1514 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’i Çaldıran’da yenilgiye uğratarak Tebriz, Bağdat ve Güney Azerbaycan’ı Osmanlı topraklarına kattı.

1524’te Şah İsmail’in ölümüyle Şah Tahmasb, 10 yaşında tahta çıktı.  Azerbaycan’ı tekrar ele geçirmesi üzerine Kanuni Sultan Süleyman, batı seferlerine ara vererek Azerbaycan üzerine 3 sefer yaptı. Kanuni’nin 1534 yılında gerçekleştirdiği Irakeyn Seferi ile Azerbaycan’ın tamamı Osmanlı Devleti idaresi altına girdi.  Daha sonra Şirvan, Dağıstan ve Tiflis hanlıklarının Safevilere karşı isyan etmeleri ve Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri üzerine Osmanlı-Safevi mücadelesi yeniden başladı.

Safevî şehzadesi Elkas Mirza’nın 1547’de Osmanlı’ya sığınması Osmanlı-Safevi savaşlarını tekrar gündeme getirdi. 1548’deki Acem Seferi, Azerbaycan Seferi olarak da bilinir. Tebriz’e giren ve burada birkaç gün kalan Kanunî’nin asıl amacı Elkas Mirza’yı İran tahtına geçirmekti. Ancak uygun ortam bulamayınca Van Kalesi’ni fethedip geri döndü.

1552’de İran seferine çıkan Sadrazam Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa’nın asker arasında taraftarının çok olduğunu söyleyince, Kanunî veziriazamını geri çağırdı. Kanunî 1553’te ordusuyla Üsküdar’dan hareket etti, Ordu 5 Ekim’de Konya Ereğlisi yakınındaki Aktepe denilen mevkide konakladı. Burada Şehzade Mustafa’nın Kanuni emriyle öldürülmesinden sonra Osmanlı ordusu İran’a sefere devam etti. Kış Halep’te geçirildikten sonra 1554’te Karabağ’a girilddi ve daha sonra Revan ve Nahçıvan Osmanlıların eline geçti. Nahçıvan Seferi’yle Kars ile Arpaçay’a kadar uzanan saha Osmanlı topraklarına katılmış oldu.

Özdemiroğlu Osman Paşa

1578’de Osmanlı’nın Diyarbakır Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa Çıldır Muharebesi’nde Safeviler tarafından işgal olunmuş Şirvan’ı tekrar ele geçirdi.  Bu başarısından dolayı  yeni  kurulan Şirvan Beylerbeyliği görevine atandı.

Bundan sonra beş yıl bu idari görevle Kafkasya’da İran Şahları orduları ile mücadelelerde uğraştı. Şirvan, Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan’da Osmanlı egemenliğini kurup güçlendirdi. Şirvan beylerbeyi iken cesareti ve yüksek ve komuta ve kontrol becerisi ile Safevi ordularını yendi. 9 Eylül 1578’de Safevi birliklerini Koyun Geçidi Muharebesi’nde büyük bozguna uğrattı. Kırım Hanı Mehmed Giray’ın yardımı ile Karabağ, Mugan ve Kızılağaç’a kadar bütün Kuzey Azerbaycan’ı işgal etti. Kırım Hanı Mehmed Giray’a daha ileri gitmeyi teklif ettiyse de Mehmed Giray, bunu kabul etmeyerek Kırım’a döndü. Şirvan, Safevilerin eline geçti. Kefe Beylerbeyi Cafer Paşa kumandasında yardımcı kuvvetler gelince İmam Kuli Han’ı Meşale Savaşı’nda yendi. Bu savaştan sonra Şirvan kesin olarak Osmanlı egemenliği altına geçti.

8 Mayıs 1583’te yetmiş bin kişilik Safevi ordusunu Meşaleler Muharebesi’nde bozguna uğrattı.

27 Ekim 1585’de hastalığı nedeni ile Tebriz’den ayrıldı. Şenb-i Gazan’a kadar ağır hastalığı dolayısıyla tahtırevanla taşındı. Bu mevkide üzerine bir Safevi ordusu geldi. Burada yapılan Şenb-i Gazan Muharebesi’ni de Osmanlı ordusu kazanıp Safevi ordusu püskürtüldü.

Osmanlı’nın İran’da son dönemi

Özdemiroğlu’nun  Aralık 1585’de ölmesinden sonra Osmanlı Devleti iç meseleleriyle fazlaca meşgul olduğundan, bölgedeki Osmanlı hakimiyeti kesintiye uğradı ve bölge zaman zaman Safevilerin yönetimine geçti. Bununla birlikte Safevi Devleti Osmanlı Devleti’ne yıllık vergi ödemek şartıyla elindeki topraklarda hakimiyetini devam ettirdi. 1590’da imzalanan Ferhat Paşa Antlaşması ile  Tebriz, Karabağ, Gürcistan, Dağıstan ve Şirvan Osmanlılara bırakıldı böylece Osmanlı toprakları ilk kez Hazar denizine kadar genişledi. Ancak 1603-1618 savaşları sonucunda bu topraklar tekrar Safevilerin eline geçti. V. Murat döneminde 1623-1639 arasında Osmanlı’nın Azerbaycan’ı tekrar ele geçirmek girişiminde bölgeyi Safevi idaresinden geri almak mümkün olmado  17 Mayıs 1639 da Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla Osmanlı- Safevi savaşları sona erdi.

Safevilerdönemiharitası

Şah 1. Abbas’ın uzun hükümdarlığı sonunda devletin sınırları bugünkü İran, Irak, Ermenistan, Azerbaycan Cumhuriyeti, Gürcistan ile Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan ve Pakistan’ın bazı kısımlarını içine almaktaydı. 1736’dan 1747’ye kadar İran’da kısa süreli Afşar Hanedanı kurulmuş ve Safevi hanedanı kesintiye uğramıştır. Zend hanedanının kurucusu Kerim Han’ın 1760’ta iktidarı ele geçirmesiyle Safevi devleti  resmen son buldu.  1794 de Bugünkü Kuzey ve Güney Azerbaycan ile İran topraklarında yönetim aslen Oğuz Türklerinin Koyunlu kolundan olan Kaçarlara geçti. 1925 e kadar  bugünkü Güney Kafkasya, Ermenistan, Gürcistan ve Kuzey Azerbaycan toprakları Ruslara kaybedildi. Kaçar Hanedanı bugünkü İran topraklarında hüküm süren son Türk hanedanı oldu. Darbe sonucu 1925 de Pehlevi hanedanlığına yönetimi kaptıran  Türkler bu tarihten sonra bir daha bugünkü İran topraklarında devlet yönetiminde olamadılar.

Safevi Devleti’nin kurulduğu yıl, modern İran tarihinin Asya’yla bağlarının kopmasının da miladıdır. Türkistan olarak adlandırılan Orta Asya’da, Özbeklerin başta olduğu Sünni hanlıklar ile Azerilerin etkin olduğu Şii Safeviler arasında başlayan mezhep savaşları, daha önce organik bağları olan Türkistan ile İran’ı birbirinden koparmıştır. Safevi Devleti’nin geliştirdiği resmi ideoloji, Şii geleneğine uygun olarak; Emeviler döneminde halifeliğin haksızca Hz. Ali’nin torunlarından alındığını savunmaktaydı. Özellikle Safevi Devleti,
Hz. Ali’den önceki halifeler Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın meşruluğunu kabul etmemiş ve onları aşağılayıcı ifadeler kullanarak; “Dört Halifeler” ilkesini benimseyen İslam Dünyası’yla ters düşmüştür. Diğer bir deyişle Safevi Devleti açısından bakıldığında; bu davada İran kendisini Hz. Ali’nin yanında ve Emevilerden “halifeliği” alan diğer hanedanlar ile onların halifeliğini kabul eden Müslüman devletlerinin karşı cephesinde görmüştür.  Safeviler Orta Asya’dan gelen hacıların Mekke ve Medine’ye giderken kendi topraklarından geçmesine izin vermediği için Orta Asyalı hacılar kutsal topraklara ulaşmak için Hazar Denizi’nin kuzeyinden İstanbul’a gelmek zorunda kalmışlardır.

22. Osmanlı Devleti: 1299 – 1923

Ayrı bir yazımızda  verilmiştir, okumak için LÜTFEN TIKLAYIN.

Kaynaklar:

Wikipedia

Türkler Ansiklopedisi. Yeni Türkiye Yayınları 2002. Cilt 1 ve Cilt 4.

Harezmşahlar Devleti. Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkiye. Türkler Ansiklopedisi. Yeni Türkiye Yayınları 2002. Ankara Cilt 4, 25. bölüm s. 1400-1420

Turan Dursun Sitesi Forumları https://turandursun.com/forumlar/showthread.php?t=8448

Nuh Tufanı Araştırmaları. 30 Haziran 2006 Cuma http://www.ajansbir.com/haber-11382-11382-11382-_Nuh_Tufani_arastirmalari_.html

Çok savaştık ama iyi tanıdık. Avni Özgürel. Radikal 16/08/2009 http://www.radikal.com.tr/yazarlar/avni_ozgurel/cok_savastik_ama_iyi_tanidik-949945

Anadolu Selçuklu Devleti. Türkiye Kültür Portalı https://www.kulturportali.gov.tr/portal/anadolu-selcuklu-devleti–1077-1308-

Anadolu’da Beylikler Dönemi. Sabah. 19.1.2017 https://www.sabah.com.tr/egitim/2017/01/19/anadoluda-beylikler-donemi

İran Devlet Ve Toplum Yapısında Türk Kimliği  Dr. Dinmuhammed Ametbek. Ankasam | Ankara Kriz Ve Siyaset Araştırmaları Merkezi. 2018 Yayın No: 36 Balgat Çalışmaları No: 8

Batık Mu Kıtası. Bülent Pakman. Kasım 2009. https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/eski-turk-devletleri-turk-yurtlari-turk-topluluklari/on-turkler/mu/

İdil Ural Tatarları. Bülent Pakman. Temmuz 2014.  https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/gunumuz-turkleri-turk-devletleri/tatarlar/kazan/

Kazan Tatarları. Bülent Pakman. Temmuz 2014.  https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/gunumuz-turkleri-turk-devletleri/tatarlar/

İlk Arap-Türk Savaşları. Bülent Pakman. Mayıs 2019. https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/eski-turk-devletleri-turk-yurtlari-turk-topluluklari/turklerin-tanrisi/turkler-kilicla-musluman-oldu-2/ilk-arap-turk-savaslari/

Azerbaycan tarihi. Bülent Pakman. Şubat 2011 https://bpakman.wordpress.com/baku-2010-fotograflar/azerbaycan-tarihi/

vb

Bülent Pakman. Haziran 2014. Son eklemeler Haziran-Eylül 2019. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden kısmen ya da tamamen alıntılanamaz.

22072010407Bülent Pakman Kimdir?


Türk Dünyası ile ilgili yazılarımız:


Türk Dünyası

    Facebook Widgets


    22072010407Bülent Pakman Kimdir?